Masamın üzerinin derli toplu olduğu enderdir. Çoğu zaman karmakarışık, kitaplarla dolu bir masanın köşesine ürkekçe ilişip yazılarımı yazarım. Yığıntı yalnız kitaplardan ibaret olsa halli kolay. Masamın üzerinde kâğıt parçaları üzerine kimbilir ne zaman ve hangi uygunsuz şartlar altında bazen bir şifre görünümünde alınmış notlar, dergiler, gazete kesikleri, bir puro, kül tablası, kalemlikler, bilgisayar disketleri cirit atar. Sanki yerin gerçek sahibi onlardır. Zamanla öyle içinden çıkılmaz bir manzara oluştururlar ki, bu yığıntıya el sürmeye korkmaya başlarım. Kendimde böylesine zorlu bir düşmanla mücadele gücü bulmam. Sonunda her türlü kargaşadan demokratik olanlar da dahil- nefret eden gerçek bir Prusyalı olan eşim ‘‘disiplin ve düzen’’ duygusuna yenilerek bir darbe mantığıyla yaşa kuruya bakmaksızın masamın üstünü dümdüz eder ve ben de orta sınıf her Türk vatandaşı gibi tümü çöpe atılmış kıvır zıvırıma acımayı bırakır bu ‘‘tabula rasa’’, yani dümdüz edilmiş masa karşısında eşimi alkışlarım.Şu günlerde yine bir ‘‘tabula rasa’’ darbesiyle karşı karşıya olduğumu hissettiğimden, yangından kurtarılması gereken bazı notlarımı yitip gitmeden iletmeye karar vermiş bulunuyorum.AMERİKAN ŞARAPLARIBizim taşralı siyasetçiler ne kadar direnirse dirensin, ekonomimiz önünde sonunda dünya normlarına ayak uyduracak. Türkiye'nin dünyanın önemli bir üzüm üreticisi olması ve yerel siyasetçilerin seçmene avanta dağıtma eğilimi şimdilik ağır basmaktaysa da bunun ecele faydası yok. Türk şarapçılığı çağa uyum göstermek zorunda. Çünkü yabancı şaraplar önünde sonunda Türkiye'ye, şimdiki gibi bire beş katarak değil, makul fiyatlarla gelecek. Şu anda bunun küçük işaretlerini görmekteyiz.Bu işaretlerden biri de, Kaliforniya'nın ünlü Wente şaraplarının piyasaya girmesi oldu. Amerikan Büyükelçiliği Tarım Müsteşarlığı'nın katkılarıyla geçtiğimiz günlerde İstanbul'un en güzel restoranlarından biri olan Ulus'taki Sunset Grill'de Kaliforniya'nın Wente şarapları tadıldı.Şarapların ithalatçısı Saban Dış Ticaret'in sponsorluğunda bir Kaliforniya yemekleri haftası düzenlendi. Bir akşam Wente Bağları'nın içindeki şarapevine ait özel restoranın şefi Mr. Kimble'ın yaptığı yemekleri tattık. Japon, Fransız, Meksika ve Amerikan mutfaklarının eşsiz bir bileşimini sunan Kaliforniya'nın füzyon mutfağı gerçekten çok etkileyiciydi.Amerika'nın yakın tarihte keşfedilmiş son kıtalardan biri olması, bu kıtaya ilişkin hemen her şeyin ciddi bir geçmişi olmadığı yolunda haksız bir çağrışım yaptırır. Oysa mesela sözünü ettiğim Wente bağlarının kuruluşu 1883 yılına dayanır. Tarihi yüz yılı aşar. Üstelik bu tarihte Avrupa'daki bağların neredeyse tümü filoksera denen bir asma düşmanı zararlının etkisiyle yok olmuş durumdaydı. Eski dünya üzümleri -ve tabii bu sayede şarapları- Amerika'dan getirilen bu zararlıya dayanıklı omcalar sayesinde yeniden ayağa kaldırılabilmişti.O akşam, metrdotel Gazi Bey'in hoşgörüsüyle, sabahın üçüne kadar Sunset'in sahibi sevgili dostum Barış ve diğer ev sahibimiz Ari Saban ile Kalirforniya şaraplarını içmeyi sürdürdük. En az yemekler kadar sofrada içtiğimiz Chardonnay Reserve, Merlot ve Cabernet Sauvignon şarapları da belleğimde unutamayacağım izler bıraktı. Bu arada restoranın özel humidorundaki nefis purolardan tattık. Kaliforniya yemeklerini hazmettik. Ev sahiplerimizi uykusuz bırakmak pahasına unutulmaz bir gece geçirdik.İşin kıssadan hissesine gelince... Türkiye artık yeni ürünlerle, yeni şeflerle, yeni mutfak anlayışlarıyla tanışıyor. Bu gidişi geriye çevirmenin mümkün olmadığını aklı başında herkes hem görüyor, hem de kabul ediyor.PARS LOKANTASISevgili Ayşe Arman bir yazısında Pars Lokantası'nı tanıtırken, benden korkusundan yemekler konusuna ayrıntılı olarak girmediğini yazmıştı. Yazıyı okur okumaz hemen aynanın karşısına geçip uzun uzun kendimi seyrettim. Biraz şişman olduğum muhakkak. Hatta bunu görmek için boy aynasına bile gerek yok. Yüzümden neredeyse kan damlıyor. Yine de korkutucu olduğuma bir türlü inanamadım. Hatta bazı evlilik ilanlarındaki üslupla, arkadaşlarım sempatik bile olduğumu söylüyorlar.Gelelim Tepebaşı'nda Pera Palas Oteli'nin tam karşısındaki Pars Lokantası'na... Burası küçük, sempatik, sıcacık, yeterince şık ve makul fiyatlı bir lokanta. Aşırılıkları biraz törpülenmiş, bir başka deyişle Türk ağız tadına hafifçe uyarlanmış, İran yemeklerini sunuyor.Yemek meraklılarının bizim çok sevdiğimiz pilavın Fars versiyonunu tatmaktan büyük bir keyif alacağına hiç şüphem yok. Kebaplar da son derece lezzetli. Hele bir İran cacığı yedim ki, bu mutfağın ne kadar köklü ve zarif olduğunu gösteren belki en iyi örnek oydu. Bildiğimiz hafif sulandırılmış yoğurt ve ince doğranmış salatalığın ötesindeki kuru nanesi ve gül kurusu ile akıllara ziyan bir yiyecekti.Son olarak fiyatların makul ve servisin çoktandır birçok lüks yerde bile görmediğim ölçüde mükemmel olduğunu söylemeliyim. Küçük bir not da Pars Lokantası'nda bütün bunları bir ‘‘incognito’’ -yani tanınmayan biri- olarak keşfetmiş olduğum.HINCAL ULUÇ'A NOTGeçenlerde sevgili Hıncal Uluç'la İstanbul Havaalanı'nda karşılaştım. Hıncal, kendisinin gurme olmadığı yolunda bir gazeteci arkadaşa söylediğim sözleri hatırlattı. Bana sanki alınmış gibi geldi. Hıncal Uluç yemek konusunda önyargıları olanlar arasında başta gelir. Evimdeki bir davette -büyük hata işleyip konuklarımın özel beğenilerini gözönünde tutmayarak- çeşidi balık ve deniz ürünlerini sofraya getirmiştim. Oysa Hıncal bunların hiçbirini ağzına sürmez. O gün sofradan neredeyse aç kalkmıştı. Hâlâ bu yanlış davranışımı affettirebilmiş değilim. Bu arada Hıncal'ın yemekten anlamadığını asla söylemediğimi belirteyim. Sadece bu kadar köklü önyargıların gerçek bir gurmeye uymadığını düşünürüm. Hıncal gibi günümüzde ender bulunur gerçek bir dostu üzmek, yeryüzünde en son isteyeceğim iştir.Hıncal'ı anınca aklıma geldi. Galatasaraylı kardeşim Fatih Altaylı, geçenlerde Tugay ile ilgili bir yazı yazmıştı. Fatih o yazısında, transfer döneminde Fenerbahçeli spor yazarlarının özellikle futbolcuların ağızlarından sahte beyanlarla kulübümüz içinde nasıl karışıklık yaratmaya çalıştıklarını anlatmıştı. Kanal D'de Tugay ile sözleşme öncesi yapılan bir söyleşiyi seyrettiğimde ağladım. Tugay kendisini bugünkü yerine getiren kurumun Galatasaray olduğunu söyledi. Hemen ardından buna şükran ve minnet duyduğunu açıkladı. Faruk Süren ile sürtüşmeyi kaşımak isteyen gazeteci arkadaşımıza da, büyük bir olgunlukla, ‘‘O Galatasaray Kulübü'nün başkanı. Ne demiş olursa olsun, hepimiz bir Galatasaraylı olarak ona saygı duymalıyız. Galatasaray camiasında aldığımız terbiye bunu gerektirir’’ cevabını verdi. İşte bu da beşyüzelli yıllık bir topluluğun diğerlerinden farkı!P.S. I LOVE YOUYukarıdaki arabaşlığı Beatles'ın bir şarkısından ödünç aldım. Nedeni, çok sevgili eski editörüm ve geçmişte, bugün ve gelecekteki dostum ve arkadaşım Mehmet Yılmaz'ın Radikal'de benimle ilgili bir yazısı. Çoktandır bu kadar duygu yüklü bir anı yazısı okumamıştım. Anlıyorum ki zaman hepimizi olgunlaştırıyor. Artık yaşlanıyorum diye üzüleceğime böyle gelişmelere sevinmem gerektiğini düşünmeye başladım. Kendimle ilgili övücü sözleri burada aktarmam elbette sözkonusu değil. Söylemek istediğim bir şey var. ‘‘Sevgili Mehmet seni ve dostluğuna ve yemeklerine hiç doyamadığım sevgili eşini hep hasretle anıyorum. Her ikinizi de çok özlüyorum.’’ÖZÜR: Geçen haftaki yazıda ‘‘Geleneklere bağlı olanlar miso çorbalarını içer, sade suya tirit pilavlarını kaşıklar ve türlü çeşitli yağ balıklarını afiyetle yutarlar!’’ diye bir cümle çıkmış. Doğrusu, ‘‘Geleneklere bağlı olanlar miso çorbalarını içer, sade suya tirit pilavlarını kaşıklar ve türlü çeşitli çiğ balıklarını afiyetle yutarlar’’ olacaktı. Düzeltir, özür dilerim.