Yılmaz’dan sonra da aşık oldum

Güncelleme Tarihi:

Yılmaz’dan sonra da aşık oldum
Oluşturulma Tarihi: Eylül 22, 2013 16:45

Nebahat Çehre, “A.Ş.K.”la ekrana dönüyor. İlk bölümü 25 Eylül’de yayınlanacak dizide güçlü bir iş kadını ve çocuklarına çok düşkün bir anneyi canlandıracak olan Çehre’yle bu iddialı projeyi konuşmak için buluştuk, ama bugünle sınırlı kalmadık. Sohbetimiz Yeşilçam günlerine ve Yılmaz Güney aşkına kadar uzandı.

Haberin Devamı

* “A.Ş.K.”ta Neslihan Vural karakteriyle izleyici karşısına çıkacaksınız. Nasıl bir kadın bu Neslihan?
- Neslihan, bir iş kadını. Aynı zamanda ailesine ve çocuklarına çok bağlı. O kadar da dominant bir kadın sayılmaz. En azından ailesine ve çocuklarına karşı öyle değil... Sadece kendisini koruma ve kollama anlamında çevresine karşı biraz mesafeli.

* Neden sizi o dominant karakterden uzaklaştırmıyorlar dersiniz?
- Bilmem, galiba seyirciden alınan tepki doğrultusunda yapılıyordur bu tercih.

* Size nasıl tepkiler geliyor?
- Güzel. Beni şaşırtan şey, gençlerin müthiş ilgisinin olması. Canlandırdığım karakterler inanılmaz seviliyor. Hiç dışlamadılar beni.

YEŞİLÇAM’DA ÇOK BEDDUA YERDİK
* Dışlandığınız dönemler oldu mu ki?

- Yeşilçam dönemine oranla izleyici artık daha bilinçli galiba... Yeşilçam’da böyle durumlarda çok beddua yenirdi. Dünya iyisi Erol Taş’a galalarda arkalardan ne beddualar edilirdi.

* Size de beddua edilir miydi?

- E birkaç filmde oldu tabii. Galiba duruşumdan dolayı hep zengin aile kızı rollerindeydim. Bizde bir role oturduğunuz zaman sizi kalıplaştırıyorlar. Sonraki karakterler hep onun üzerinden geliyor.

* Bu durumdan şikâyetçisiniz anladığım kadarıyla...
- Evet, çünkü oyuncuyu bir kalıba sokmak iyi değil. Oyuncu, her karakterin üstesinden gelmeli. Ben 115 sinema filmi, pek çok da dizi yaptım. Her tür karakteri oynadım ama son dönemlerde aşağı yukarı hep aynı tip roller geliyor.

* Siz nasıl roller hayal ediyordunuz?
- Hayal edip de kaçırmış olduğum bir karakter yok aslında. Ama günümüz kadınını oynamak isterim. Hayatla mücadele eden çok kadınımız var. Bu varoşlarda yaşayan bir kadın da olabilir, Anadolu’daki bir kadın da. Kadınların uğradığı haksızlıkların anlatıldığı bir işte yer alabilirim örneğin.

BEŞ YAPRAKLI YONCA YOK
* Yeni dönem oyuncuları nedense hep kötü karakterler canlandırmak istiyor. Ustalık ve yetenek o rollerde daha çok mu kendini gösteriyor dersiniz?
- Bu işi biraz da ben sevdirdim galiba. Bugüne kadar herkes on rollerden kaçardı aslında. Eskiden Yeşilçam’da iki örgü, iki gözyaşıyla masum kız olur, işi öyle götürürlerdi. İyi kadın hep başrol oynardı. Ama önemli olan işte çok görünmek değil, karakterin bir kişiliğinin olması.

* Yeşilçam’da “kötü” diye tanımlanan karakterleri oynamak sizin seçiminiz miydi?
- Bir kere kendimizi ispatlayana kadar ekonomik açıdan yapmak zorundaydık. O dönemlerde bütün teklifler “dört yapraklı yonca”ya gelirdi (Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik)... İnsanlar, kendilerini ispatlamak ya da yaşamlarını devam ettirmek için geri kalan rolleri kabul ediyordu. Ekonomik özgürlüğünüz olmadığında daha ucuz rolleri oynamak zorunda kalıyorsunuz.

* Ucuz diye tabir ettiğiniz roller aldınız mı?
- Ucuzluğu karakterler üzerinden demiyorum, yatırım açısından diyorum. Ayağı yere basmayan, Amerikan filmlerinden alıntı işlere mecburen “evet” dediğimiz oldu.

* Dört yapraklı yonca olayına gelince. Sizin bu isimler arasında anılmamanız, yoncaya dâhil edilmemeniz konusunda bir fikriniz var mı?
- E, beş yapraklı yonca yok da ondan (gülüyor)...

* Başka bir çiçek ismi verilirdi. Böyle bir kalıba neden sokuldu sizce bu isimler? Siz de çok değerli bir oyuncusunuz...
- Bizler de değerliyiz, diğer arkadaşlarım da. Değersiz oldukları ya da daha iyi oynayamadıkları için ayrılmadı kimse... O zaman da müthiş oyuncular vardı ama her şeyde olduğu gibi böyle bir ayrımcılık yapılıyor işte...

* O dönemi düşündüğünüzde aklınıza gelen ilk şeyler neler oluyor?
- Bir minibüsle sete giderdik, o zaman Türkan (Şoray) evden çıkarken yanına iki elma alırdı, birini bana verirdi. Güzel dostluklar olurdu. O dönemin cefasını dört yapraklı yonca dahil herkes çekti. Sefayı bugün yaşıyoruz biz. Bir de yeni nesil cefayı bilmiyor. Biz paralarımızı alamazdık mesela... O günkü şartlarla mücadele edemiyordunuz, bırakın teknolojiyi ekonomi de yoktu. Herkes evinde tencere kaynatmaya çalışıyordu.

* O yüzden mi çok şikâyet ediyor yeni nesil?
- Şikâyet mi ediyorlar? (Gülüyor)

* Çalışma saatlerinden herkes şikâyetçi...
- Süreyi ben de şikâyet ederim. O konuda kim ne dese haklı.

* Biraz da “A.Ş.K.”tan konuşalım. Dizideki Azra karakteri, sevdiği adamı kendi elleriyle Şebnem’e verme planları yapıyor. Bunu öğrenince siz ne düşündünüz?
- Kapitalizm işte. Azra, çok zengin bir sınıfa tenis hocalığı yapıyor, bütün hayatı görüyor. Diğer tarafta da kendi hayat mücadelesini görüyor. Ben yapmam diyebilirsiniz ama başka biri bunu çıkış yolu olarak yapabilir. Ama zaman içinde nasıl gelişecek olay, onu bilemiyorum.

* Sizdeki aşk tanımı nedir?
- İnsanın kendince yaşadığı bir şeydir bu.

* Sizin için en büyük aşk Yılmaz Güney miydi?
- Yoo, ben daha sonra da aşık oldum, evlendim. Sonra yine oldum. İnsanlardan bu sevgi, bu duygular eksik olmasın. Hatta ben her şeyi çok erken bıraktım, keşke daha da fazla yaşasaydım. Güzel duygular bunlar.

ÇOCUK SAHİBİ OLMADIĞIMA HİÇ PİŞMAN DEĞİLİM
* Siz aşkı nasıl yaşarsınız?

- Balık burcuyum, o yüzden saçım okşansın, alnımdan öpülsün, topluluk içinde gizliden de olsa elimi tutsun isterim. Şimdi gençlerde bu romantizmi göremiyorum. Bizde zaten beraber olabilmek için hemen evlenmek gerekiyordu.

* “Bu işleri erken bıraktım” dediniz az önce, aşka tövbe mi ettiniz?
- Tövbe etmedim ama aşkı bulamadım. Böyle güzel bir şeye niye tövbe edeyim?

* Yıllar içinde daha mı seçici oluyor insan?
- Yılların etkisi var, daha mantıklı gidiyorsunuz. Şimdi öyle bir insana rastlayacaksınız ki bekar olacak, size uyacak, hayata aynı pencereden bakacaksınız. Bu hakikaten piyangodan bir şey çıkması gibi.

* İmkânsız değil ama... Derler ya “ya tutarsa” diye...
- Değil de zannetmiyorum artık. Zaten istemiyorum da.

* Neden?
- Zamanla insan biraz kendine, özgürlüğüne dönüyor. Yalnız yaşamaya alışıyorsun. Bir de yalnız değilim ki ben; yeğenlerim var, kardeşlerim var. Annem, teyzelerim... Mutluyum. Kadın olarak kendi ayaklarım üstünde durabiliyorum, para kazanıyorum. İhtiyaç sadece duygusal bir şeyse, ben onu o kadar dibine kadar yaşamışım! Hatta kardeşim Tayyar’ın torunu yılbaşında beni dansa kaldırdı, daha 6 yaşında. “Nebuş, hâlâ sen niye çocuk yapmadın?” dedi.

* Siz ne dediniz? Çocuk yapmadığınız için bir pişmanlık var mı?
- Cevap veremedim. Ama bu konuda hiçbir pişmanlığım yok. Çocukları çok seviyorum. Ben babamı ufak yaşta kaybettim ve çocuğun anneli, babalı mutlu bir ailede büyümesi taraftarıyım. İki evliliğimde de sonradan pürüzler çıkınca, çocuk yapmak istemedim.

MERYEM’LE CAN’I PLANLAYARAK TANIŞTIRMADIM
* Meryem Uzerli, ayrıldığı sevgilisi Can Ateş istemediği halde bebeğini dünyaya getirmeye kararlı. Siz bu konuda “Çocuk istemeyen adam zorla baba yapılmaz. Meryem’e ulaşabilseydim bunu söyleyecektim” demişsiniz.

- Öyle bir şey söylemedim. Meryem’in kendi dileği, kendi özgürlüğü. Onun özgürlüğüne neden karışayım, ne hakkım var ki böyle bir şeye söylemeye. Ben size anlattığım gibi kendimi anlattım. Benim genç yeğenlerim, kardeşlerim, eşleri var, arkadaş gibiyiz. Hayatımda bir gün olsun onların özeline bile girmemişken, başkasının özeline girme hakkını nereden bulayım? O onların kendi yaşam biçimi, tercihleridir.

* Peki bu olanlardan sonra, hiç “Keşke ikisini tanıştırmasaydım” dediniz mi?
- Bir akşam yemeğe gidiyoruz, Meryem de benim meslektaşım ve burada yalnız. “Meryem, arkadaşlarımla yemeğe çıkıyoruz, seni de alayım mı?” diye sordum. “Gelirim” dedi. O gün Can da oradaydı. Kendileri karar verdiler. “Can, sana Meryem’i getiriyorum” gibi bir durum olmadı ki. Hiçbir şey planlı değildi. İlişkileri de 1,5 yıl gayet güzel devam etti. Meryem’in 30’uncu yaş gününde Can, Meryem’in ailesinin içindeydi. Onlar o yemekte tanıştmış olsa da, onların hayatını takip etmedim ki... Ben zaten daha önce diziden ayrıldım.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!