‘Ya yüzüm kızarırsa’ hastalığı

Güncelleme Tarihi:

‘Ya yüzüm kızarırsa’ hastalığı
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 13, 1998 00:00

Haberin Devamı

Eleştirileceği ya da rezil olacağı endişesiyle sosyal ortamlara girmekten ya da insanlarla iletişim kurmaktan korkmaya sosyal fobi ya da sosyal anksiyete bozukluğu deniyor. Başkaları bakarken yemek yiyemeyen, yazı yazamayan, konuşamayan, umumi tuvaletlere gidemeyen, hatta düğün salonunda ne yapacağım korkusuyla evlenemeyen insanlar var! Sosyal fobi basit bir utangaçlık değil. Davranış terapisi ve ilaçla başarıyla tedavi ediliyor.

Sosyal fobi ya da sosyal anksiyete bozukluğu tedavi edilmesi gereken kronik bir bozukluk. Tipik olarak çocuk ve gençlik çağında başlıyor. Tedavi edilmediği takdirde hastanın yaşamında önemli sorunlara neden oluyor. Kültürlere göre farklılıklar var ama sosyal fobi ile yaşayanların sayısı genel nüfusun yüzde 4-16'sı arasında değişmekte. Örneğin ABD'de sosyal fobi depresyon ve alkol bağımlılığından sonra en sık karşılaşılan üçüncü psikolojik rahatsızlık.

Sosyal fobinin belirtileri toplumsal bir ortamda ortaya çıkıyor. Yeni biriyle tanıştırılmak, yetkililerle toplantı yapmak, başkaları bakarken bir iş yapmak, yazmak, yemek yemek, bir toplulukta konuşmak fobiye zemin hazırlıyor. Bu hastaların en çok korktuğu da, yüzlerinin kızarması. Buna psikiyatrlar ‘‘yüz kızarma anksiyetesi’’ diyorlar. Tabii sosyal fobisi olan insanların eğitim ve iş hayatları istikrarlı olamıyor. Maddi bakımdan başkalarına bağımlı olmalarına, sosyal bakımdan tecrit edilmelerine ve bekar (evlenmemiş, boşanmış, ayrı yaşayan) olmalarına şaşmamak gerekir diyor uzmanlar.

İKİ FOBİ BİR ARADA

Temmuz ayında Glasgow'da yapılan psikiyatri kongresinde ‘Sosyal anksiyete bozukluğu / Sosyal Fobi’’ konulu bir uydu sempozyumu yapıldı. Kongreye konuşmacı olarak katılan Paris Fernand Widal Hastanesi psikiyatri profesörlerinden Jean-Pierre Lepine'in çalışmalarına göre sosyal anksiyete bozukluğunun yaşam boyu görülme oranı yüzde 2-3. Hastalık kadınlarda, bekarlarda ve ailelerde daha sık görülüyor. Bozukluk çok küçük yaşlarda başlıyor ve kronik bir seyir izliyor. Ortalama başlangıç yaşı 15-20 arası. Vakaların yüzde 95'inde 20 yaştan önce başlıyor.

Sosyal fobi vakalarında daha başka psikiyatrik rahatsızlıkların, özellikle de basit fobilerin (örneğin kalabalık yerde bulunma fobisi 'agorafobi' ya da takıntıların 'obsesif kompülsif bozukluk') bulunma riski yüksek. Yaşam boyu alkol veya ilaç kullanım oranı yüzde 17, depresyon atağı riski yüzde 15, intihar girişimi yüzde 11. Uzmanlar alkol kullanımını bu durumla başedebilmek için alkolden yardım istemeye bağlıyor.

Sosyal fobi teşhis edilmeden kalabiliyor. Psikiyatristler hastalığı normal utangaçlıktan ayırt etmekte zorlanabiliyor. Hastalar bu özellikleriyle mücadele ederek uzmanın gözlerinden bile saklayabiliyorlar.

Sosyal fobi tabii ki yeni bir hastalık değil, ama psikiyatri literatürüne ancak son zamanlarda girmiş. Son dönemlerde hem ilaçla hem de psikoterapiyle tedavi edilebileceği birçok çalışmada gösterilmiş.

Durham, Duke Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ve Davranış Bilimleri Bölümü'nde görevli Jonathan Davidson'ın araştırmalarına göre, sosyal fobi, çocukluk döneminde aşırı korunan, anababaları tarafından çok eleştirilen ya da travmalar yaşayan insanlarda daha çok görülüyor.

İlaç tedavisi ve terapi sosyal fobi vakalarını tedavi etmede başvurulan başlıca iki yöntem. Terapide davranışsal grup tedavisi ve sosyal etkinlik tedavisi kullanılmakta. Sosyal etkinlik tedavisinde en çok sosyal beceri eğitimine başvuruluyor.

Tedavinin amaçları şöyle:

Anksiyeteyi (endişeyi) kontrol altına almak.

Buna eşlik eden özürlülüğü azaltmak.

Depresyon gibi birlikte mevcut olabilecek diğer hastalıkları tedavi etmek.

Sosyal fobi kronik bir eğilim taşıdığından bunu bertaraf edecek bir tedavi kullanmak.

Sonunda hastayı ilaç kullanmayan bir insan haline getirmek.

Sosyal fobi tedavisinde bazı antidepresanlar kullanılıyor. İngiltere, Bristol Üniversitesi'nden David Nutt sosyal fobinin biyokimyasal temeli hakkında pek az şey bilindiğini belirtiyor.

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Erdal Işık sosyal fobinin genellikle 11-15 yaş arasında görüldüğünü, kadınlarda görülme sıklığının yüzde 58, erkeklerde ise yüzde 42 olduğunu söylüyor. Prof. Dr. Işık, Türkiye'ye ait sağlıklı rakamların olmadığını sözlerine ekliyor.

Prof. Dr. Işık, sosyal fobinin bir kader olmadığını vurguluyor:

‘‘Bu insanlar uzun yıllar çekingen, pısırık, kendine güvensiz gibi tanımlamalarla toplum dışında kalmışlar. Çevre de bu insanları bir kenara iter hale gelmiş. Ancak son yıllarda bunun aslında bir hastalık olduğu ve de işin ilginç tarafı ilaçlarla, terapilerle düzelebildiği, ama çoğunlukla ilaç ve terapinin birlikte kullanıldığı yöntemlerle iyileşebildiği anlaşıldı. Onun için artık biz psikiyatristler olarak diyoruz ki, çekingenlik insanın kaderi değildir. Bu tedavi edilebilir bir durumdur.’’

Anababalara bu konuda önemli bir görev düşüyor. Anababalar özellikle belli bir yaşa kadar sağlıklı yaşamış, çocukluk döneminde bu tür şikayetleri olmayan, ancak belli bir yaştan itibaren bu tür sosyal korkulara kapılan gençleri tedavi amacıyla psikiyatristlere götürmeli. Gençlerin, eğer hekimle iyi bir işbirliği kurulabilirse sağlıklı bireyler olarak sosyal hayatta yer almaları mümkün. Prof. Dr. Erdal Işık şu uyarıda da bulunuyor: ‘‘Kişi çoğu kez kendisinin hasta olduğunun farkında olmuyor. Ve zaman içinde kısır bir döngüye giriyor. Hastalığı nedeniyle sosyal yaşamdan kopuyor, sosyal yaşamdan koptuğu oranda hastalığı daha da yerleşiyor. Bu nedenle aile, hekim ve hastanın işbirliği ile bu kısır döngünün kırılması gerekiyor. Bu konuda kullanılan ilaçlar hiçbir şekilde insana zarar veren ya da bağımlılık yapan ilaçlar değil. Halkın en büyük korkularından biri psikiyatriste başvurduklarında uyuşturucu ilaçların verileceği şeklinde. Bu nedenle de psikiyatriste başvurmaktan çekiniyorlar.’’

AKIL HASTALIĞI DEĞİL

Sosyal fobi ne bir akıl hastalığı, ne de bağımlılık yapıcı ilaçlar kullanılan tedavi edilen bir rahatsızlık.

Ortaya çıkışını Prof. Dr. Erdal Işık şöyle anlatıyor:

‘‘Çocuğun temel güvenlik duygusu bilindiği gibi anne-baba-çocuk ilişkisinden kaynaklanır. Eğer anababa çocuğu kendine güvenen bir biçimde yetiştiriyorsa çocuk ileride kendine güvenli bir birey olur. Ülkemizde çok rastlandığı biçimde ailenin aşırı baskıcı ve eleştirici tutumu çocuğun kendine olan güveninin yeterince gelişmesini engelleyebiliyor. Çocuk belli bir yaşa geldiğinde anababadan kopmuş bile olsa artık tüm insanlar sanki annesi babası gibi onu eleştirecek, onu suçlayacak gibi bilinç dışı korkularla diğer insanlarla ilişkiye girmemeye başlayabiliyor.’’

Bazen de sosyal fobi, yaşanan belli bir travma nedeniyle gelişebiliyor: Örneğin toplum önünde konuşma yaparken söylediği sözü unuttuğu ya da düştüğü için çok utanan bir kişi, daha sonraki yaşamında benzer olayların yaşanabileceği korkusuyla toplumdan uzaklaşabiliyor.

Genetik faktörler de var: Doğrudan doğruya kalıtımsal bir geçiş olmasa da, anababada eğer sosyal fobi varsa çocuklarda görülme oranı artıyor. Ayrıca tek yumurta ikizlerinden birinde varsa diğer kardeşte görülme olasılığı da yükseliyor.

Son olarak da beyinde bulunan ve beyin hücrelerinin sağlıklı bir biçimde çalışmasını sağlayan ya da hücreler arasındaki sinirsel iletimin oluşmasında rol oynayan ve tıpta adına ‘‘nörotransmitter’’ adı verilen maddelerle ilgili işlev bozukluklarının rol oynadığı düşünülüyor. Nitekim bugün kullanılan ilaçlar bu işlev bozukluklarını etkileyerek korkuların ortadan kalkmasında rol oynuyor.

SOSYAL FOBİNİN BELİRTİLERİ

Şiddetli titremeler yüzde 75

Terleme yüzde 74

Kaslarda gerginlik yüzde 64

Midenin ağzına gelmesi

yüzde 63

Boğaz kuruması yüzde 61

Dehşet duyguları yüzde 57

Başta baskı hissi veya baş ağrısı

yüzde 40

Utançtan evlenemedi!

Gazi Üniversitesi Psikiyatri Bölümü Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Erdal Işık, sosyal fobisi olan hastaların tipik davranışlarından şöyle örnekler veriyor:

Bu hastalar genellikle diğer insanlarla ilişki kurmada zorlanıyorlar. Toplum içine girmede, sosyal aktivitelere katılmada güçlük çekiyorlar. Bu nedenle iş hayatında ya da ev yaşamında bir takım zorluklarla karşılaşıyorlar. Örneğin öğrenci ise tahtaya kalkıp ders anlatamıyor, seminer veremiyor ya da konferanslara katılamaz hale gelebiliyor.

Sosyal ilişkileri de yine bozuluyor. Özellikle yabancı ortamlarda aşırı sıkıntı duygusu hissediyorlar. Ya ben bir hata yaparsam, ya insanlar beni eleştirirse, ya aptal konumuna düşersem gibi korkular çekiyor. Lokantalara gidemiyor, hatta umumi tuvaletlere bile giremiyor.

İnsanlarla birebir diyalog kurmada güçlük çekiyorlar. Ya yüzüm kızarırsa, ya yanlış kelimeler söylersem korkusuyla konuşmakta zorlanıyor. Genel olarak yaşamda çok ön saflarda yer almamaya gayret gösteriyorlar. Daha çok göze batmayacak faaliyetleri tercih ediyorlar.

Zekaları yerinde olduğu, başarılı olabilecek yeteneklere sahip oldukları halde kendi başlarına toplumdan uzak yaşamak zorunda kılıyorlar. Örneğin bana gelen bir hasta ‘‘Doktor Bey! Düğün salonunda o kadar davetli önünde ne yaparım düşüncesi ile evlenmedim’’ diyordu.

Diğer insanlarla yapabileceği faaliyetlerden çeşitli bahanelerle kaçmaya başlıyorlar. Örneğin grup olarak bir yere gidilecek ‘‘benim canım istemiyor, ben orayı sevmiyorum’’ gibi gerekçeler öne sürüyorlar.






Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!