Selim İleri’nin 60 yıllık İstanbul’u

Güncelleme Tarihi:

Selim İleri’nin 60 yıllık İstanbul’u
Oluşturulma Tarihi: Mart 03, 2012 01:40

Türk edebiyatının yaşayan İstanbullu yazarlarından ilk akla gelenidir Selim İleri. Yazdığı bütün yazılara, romanlara, öykülere İstanbul kokusu sinmiştir. Fonunda Avni Lifij’in, Çallı İbrahim’in peyzajlarının olduğu metinlerdir kaleme aldığı. Bomboş sokaklardan inerken, bahçe duvarlarından sarkan mor salkımlar, onun eserlerinde yaşayan ‘İstanbul Türkçesi’ ile kelimelere dökülür.

Haberin Devamı

Şimdiye kadar İstanbul üzerine birçok ‘müstakil’ kitaba imza atmış olsa da, uzun zamandır kaleme aldığı yazılarını; anılarla, yaşantıyla harmanladığı denemeler kitabında bir araya getirdi Selim İleri. ‘Yaşadığım İstanbul’ adını verdiği kitapta 60 yılını geçirdiği İstanbul’un 60 yılını, edebiyatını, mimarisini, kültürünü, uzun lafın kısası değişen tüm yönlerini anlatıyor. İstanbul’un yazarı Selim İleri ile kitabına, değişen İstanbul’a ve söyleşi yaptığımız saatlerden kısa süre önce açıklanan, kazandığı Aydın Doğan Ödülü’ne dair konuştuk...

- Selim İleri ismi, ilk akla gelen ‘İstanbul’ yazarlarındandır. Romanlarınızda, öykülerinizde, Bodrum’un mekân olduğu metinlerde bile hep bir İstanbul kokusu gelir. Bu kitap nasıl doğdu?
- Aslına bakarsanız, en baştan beri İstanbul üzerine yazmak, daha doğrusu İstanbul yazıları temalı bir şeyler kaleme almak benim fikrim olmadı. 70’lerin sonu 80’lerin başında Hürriyet’te Ahmet Örs ve Çetin Emeç, pazar günleri İstanbul yazıları yazmamı istedi. Her pazar bu tema çerçevesinde yazılar kaleme aldım. Belli bir okur kitlesinin ilgisini çekti. Daha sonra Cumhuriyet, Milliyet ve Zaman’da devam etti yazılar. Hoşuma gitti bir süre sonra; hem birtakım anıları hatırlamamı, hem bazı yeni bilgiler edinmemi sağladı İstanbul’a dair. Ama bu kitap daha önce kaleme aldığım İstanbul kitaplarından farklı. Çünkü, gazete yazıları olmasına rağmen belli bir tema etrafında seçilmiş yazılardan oluştu. Diğer İstanbul kitaplarımda ‘görsel malzeme’ kendini gösterirken, burada bunları hiç kullanmadan bir şeyler anlattım.

Haberin Devamı

/images/100/0x0/563d10e1f018fb32c8eda8be

- Kitabın girişinde de andığınız, ‘sürekli değişen İstanbul’ olgusuna gelelim. Aslında İstanbul kurulduğu günden beri değişim ve hareket içinde. Bunu neye bağlıyorsunuz?
- İstanbul, dünyadaki diğer benzer ‘tarihi şehir’ kimliğine tamamen ters olarak, sürekli dokusu, kimliği değişen bir şehir. Başka hiçbir şehirde bu kadar sürekli ve hızlı olmuyor bu. İstanbul Doğu-Batı arasında bir şehir ve önemli bir odak noktası. Bunu coğrafi olarak gerçekleştirdiği gibi, kültürel ve zihniyet açısından da mümkün kılıyor. Bir yakasından diğerine geçtiğimizde Doğu-Batı arası bir geçiş yaşıyorsunuz. Bunun getirdiği mimari iç çatışma var. Tabii ki uygarlık açısından da bir çatışma var. Bu da değişiklikleri sürekli ve hareketliliği zorunlu kılıyor.

Haberin Devamı

- Bir de herkesin İstanbul’a imza atma arzusu var!
- İnsan müdahalesi diyebiliriz buna. Özellikle son 50 yılda çok ciddi bir payı var. İmparatorluk başkenti İstanbul’dan cumhuriyetin bir şehrine dönüşen İstanbul’a geçişte çok büyük bir mimari değişiklik, hareketlilik yok. Ama 50’lerden sonra, rahmetli Adnan Menderes’in büyük istimlak hamlesiyle ‘taşıyla toprağıyla kendim ilgileneceğim’ diyerek büyük bir değişime maruz kalmıştır İstanbul. Bunun kötülük olsun diye yapılmış olduğunu sanmıyorum. Bilhassa o yıllarda hayranlık duyulan Amerikan şehirleri gibi geniş caddeler, ferah alanlar için yapıldığı inancındayım. Ama bir süre sonra kontrolden çıkmış ve devrinde çok az sayıda olsa bile birçok önemli ve uzman kişileri üzmüştür. Örneğin Menderes’e yakın olmasına rağmen Peyami Safa’yı bile üzmüş ve yazılarında bunu kaleme alıp, Menderes’i uyarmıştır. Ne yazık ki ciddiye alınmamış. Menderes gibi muhafazakâr bir insanın, kendi kültürüne ve tarihine bu kadar önem vermiş bir ismin, Mimar Sinan’ın eseri olan bir hamamı, çeşmeyi hattâ kimi zaman bir mescidi istimlak uğruna nasıl ortadan kaldırmış olabildiğini hep düşünmüşümdür.

Haberin Devamı

İKTİDARLARIN TATBİKAT ALANIDIR İSTANBUL

- İmparatorluk asrından beri, her iktidar, İstanbul’la özel olarak ilgileniyor aslında...
- Bu konuda Dalan dönemi aklıma gelir önce. Birçoklarınca çok ışıltılıdır Dalan dönemi İstanbul’da. Onun restore ettirdiği, yenilettiği Bizans surları 1999 depreminde, eski olanlar santim oynamamışken, onarıldığı söylenen kısımlar yıkıldı. Dalan bir sembol tabii burada. O ve onun sembolize ettiği insanlar gerçekten bilinçli ve muhafazakâr olsalardı, Yahya Kemal’i anımsamaları gerekirdi. 1910’larda İttihat Terakki Rumeli Hisarı’nı restore etmek ister ve bununla ilgili Yahya Kemal’e sorarlar ne düşündüğünü, “Aman sakın hiçbir şeye dokunmayın! Var olanı koruyun yeter, tek taş bile eklemeyin” der. O zaman da bu söz ciddiye alınmıyor ve yine Bizans yerli yerinde dururken onarıldığı söylenen kısımlar paramparça oluyor... Her iktidar, şehre imza atmak ister. Amaçları belki birtakım güzellikler ve sürekli bu şehirle anılmak gibi bir arzudur. Ama bu imzalar hep biraz kanlı atılıyor. İstanbul, iktidarların tatbikat alanı gibidir bence...

Haberin Devamı

- Tevfik Fikret’in İstanbul için söylediği “Bin kocadan arta kalan bive-i bâkir” sözü aslında İstanbul’u en iyi anlatan ifadelerden birisi. Sizin kitabınızda da “Yitik İstanbul” sözü yer aldığına göre, artık bive-i bâkir olarak söz etmek pek mümkün değil gibi...
- O bitmeyen bekâretin silüet açısından ne yazık ki sonuna gelindi. Bakın, Haydarpaşa Garı’nı otel yapabilirsiniz. Emek Sineması’na birtakım şeyler yapabilirsiniz, AKM’yi kendi halinde bırakabilirsiniz ama şehrin siluetini bozmak, onun bekâretini bozmaktır. Haydarpaşa Garı’nın iki yanına iki gökdelen korsanız, olmaz. ABD’de gökdelen şehirleri var. Bunu zaten planlayarak ve ona göre yapıyorlar. Gökdelenlerin kendisi gayri estetik değildir. Estetik bir açıdan yaklaştığınız müddetçe çok başarılıdır. Empire States binasına bugün binlerce ziyaretçi gidiyor, yakından, içinden görmek için. Ama siz sırf gökdelen olsun diye, Haydarpaşa Garı’nın yanına bunu yaparsanız olmaz. Siz birdenbire Roma yapısının, örneğin Vatikan’ın yanına gökdelen korsanız gülerler.

Haberin Devamı

BOZULMADA İSTANBULLULARIN DA SUÇU BÜYÜK

- Kitabınızda da altını çizdiğiniz üzere ve yaşadığımız İstanbul açısından, bozulan sadece mimarî değil. Bunun suçlusu sadece yöneticiler olamaz değil mi?
- Şehrin mimarisi, dokusu bozulduğu zaman sadece şekilde bir bozulma olmuyor. İnsan ilişkisi, komşuluk ilişkileri, sosyal ilişkiler, yaşayış şekli bozuluyor. Bu bir süre sonra çirkinliklere sebep oluyor. Aslına bakarsanız İstanbul ve İstanbullu da suçlu. 1950 sonrasında iç göç başladığı vakit, İstanbullular Anadolu’dan gelenlere affedilmeyecek kadar hain davrandı. Birincisi onları dışlayıp, sanki hiç yoklarmış gibi davrandılar. İkincisi bir arada bulunmak zorunda kaldıkları mekânlarda, örneğin toplu taşıma araçlarında onları ağır şekilde aşağıladılar. Haliyle gelenler, ne buraya dahil olabildi, ne geldikleri yöredeki gibi kalabildi. Kendilerini korumak zorundaydılar ve öyle bir savunma mekanizması geliştirdiler ki, önce kendi cemaatlerini oluşturdular, muhitlerini yarattılar, sonra İstanbul’u değiştirmeye başladılar. İstanbullu kendi burnu büyüklüğünü koruyarak şehri korumaya çabaladı ve çok kötü şeylere sebep oldu bu.

- Bugün kaybolmaya yüz tutmuş birçok kültürel unsur yaşatılmaya çalışılırken, tamamen unuttuğumuz başka olgular da var. Örneğin sizin Gelinlik Kız adlı öykünüzde geçen ‘tükenmez’ geliyor ilk akla, siz neler söyleyebilirsiniz?
- Elbette ben de önce tükenmezi sayabilirim. Artık yapan kaldı mı bilmiyorum veya hatırlayan kaç kişi kaldı tahmin etmek bile zor. Bunun haricinde Fenerbahçe-Moda sahillerine ıstakoz sepetleri konurdu. En yoksul kesimden insanın bile, avcılığı yerindeyse, sofrasında ıstakoz olabilirdi. O kadar çok vardı denizde. Doğa kirlenmesinin sonucunda birçok şey ortadan kayboldu. Bence en önemlisi ise daha farklı bir şey; Yahya Kemal’in sürekli “fethi gören şehir” olarak adlandırdığı Üsküdar ve ilerisinde insanlar kapılarını bile kilitlemezdi. Kimsenin bir korkusu yoktu, herkes birbiriyle konuşur, sokaklarda kilimler serilip oturulurdu. En önemlisi bu ortadan kalktı.

16. AYDIN DOĞAN ÖDÜLÜ İYİ EDEBİYATA EMEK HARCAMIŞ HERKESE VERİLMİŞ BİR ÖDÜL

İtiraf etmem gerekir ki beklemediğim bir ödüldü. Jüri üyesi, Doğan Hızlan arayıp haberi verdiğinde ilk aklıma gelen, “Şaka mı acaba” düşüncesiydi. Ama bir o kadar da mutlu etti beni. Son yıllarda hiçbir ödülle veya yarışmayla alakam yok, kendi adıma ne kadar uzakta durabilirsem öyle mesafeli davranıyorum ödüllere. Bunun sebebi bir kırgınlık veya küskünlük değil, yanlış anlaşılmasın. Aydın Doğan Ödülü çok saygın bir ödül ve yıllar sonra ilk defa edebiyat alanında veriliyor. Bu çok sevindirdi beni öncelikle. İkincisi her saygın ödül gibi, müracaatla değil, seçimle gerçekleşen bir şey ve seçici kurul da saygın isimlerden meydana geliyor. Kurulun benim ismimde birleşmesi ayrı bir mutluluk. Günübirlik edebiyat ortamının, çok satanın itibar gördüğü, günübirlik şöhretlerin revaçta olduğu günümüz edebiyat ortamında iyi edebiyatla ayakta kalmış kişilerin hepsine verilmiş, okurundan yazarına ‘iyi edebiyat’a emek harcamış herkese verilmiş bir ödül olarak değerlendiriyorum. 45 yıllık edebiyat hayatımda, edebiyatın öz değerlerini hiçbir zaman sarsmadım. Birtakım bireysel hatalar yapmış olabilirim ama öz edebiyatı her zaman savunmaya çalıştım. Bu ödül biraz da o yüzden sevindirdi beni...

HER DÖNEMDE FARKLI BİR İSTANBUL

1950: Umut yılları. II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan barış ortamı, ABD’nin kurtarıcı olduğu fikri ve Menderes’in ilk döneminin de etkisiyle, hem Türkiye hem İstanbul için umutlu bir dönemdi.
1960: Tatsızlıkların başlangıcı ve Yeşilçam yılları demeliyim. Her ne kadar, 27 Mayıs Demokrasi Bayramı olarak değerlendirildiyse de belirli aralıklarla tekrarlanacak ve ülkedeki birçok meselenin bugünkü hale gelmesine sebep olacak askerî darbenin yaşandığı bir dönem. Yeşilçam ise, Türkiye’yi izafi olsa da birçok gerilimden veya benzeri felaketten korumuştur. Her filmde mutlaka bir Ermeni, Rum, Musevi olurdu... Demokratik, çoğulcu ve kozmopolit bir kültür hâlâ vardı.
1970: Arabesk yılları. Göç patlamış, umut içinde büyük şehre gelenler hayal kırıklıkları ve felaketlere sürüklenmiş, İstanbul artık bugünkü manadaki bozulmasına başlamış ve ortalığın puslu bir hal aldığı yıllardır. Bir o kadar da Tamirci Çırağı şarkısıdır benim için.
1980: Karanlığın vahim biçimde başladığı yıllar. 1980 darbesiyle girilen karanlık. Desteklemesem, yakın görmesem de Turgut Özal ile beraber biraz daha ışıltılı günlerin yaşandığı dönem.
1990-2000: Birbirine çok yakın. Hırçınlaşmanın en üst seviyeye çıktığı yıllar. Artık yaşamın bir ‘yarış’ halini aldığı dönem. Birçok şey açık aydınlık olarak konuşulurken, iki tarafın birbirini anlamak isteyip de hiç anlamadığı ve artık garip bir kavganın, çıkar ilişkisinin içine girildiği yıllar.

SELİM İLERİ’NİN EN BEĞENDİKLERİ

İstanbul Romanı: Herkesin aklına ilk Huzur gelir elbette ama benim için Oktay Rıfat’ın Bir Kadının Penceresinden adlı romanı.
İstanbul Şiiri: Behçet Necatigil’in şiirleri.
İstanbul Filmi: Öncelikle Ah Güzel İstanbul ama en önemlisi Lütfi Akad’ın Vesikalı Yarim.
İstanbul Şarkısı: Müslüm Gürses’in yorumuyla Paramparça, Kibariye’nin yorumuyla Kara Kışlar, Gönül Akkor’un yorumuyla Güller ve Dudaklar, bunlara ilave olarak Sezen Aksu’nun birçok şarkısı benim için İstanbul’u anlatır.
İstanbul Ressamı: Nazmi Ziya, Avni Lifij ve onların dönemlerinin diğer ressamları.
İstanbul Öykücüleri: Sait Faik’i başta anmak boynumuzun borcu. Sonrasında, Oktay Akbal, Nezihe Meriç, Füruzan, Hulki Aktunç, Adnan Özyalçıner, Bilge Karasu...
İstanbul Yazarı: Bu konuda üç yazarım var. Samiha Ayverdi; İstanbul Geceleri ve Boğaziçi’nde Tarih adlı kitapları dolayısıyla... Bir de Sabahattin Ali. Aslında çoklukla Anadolu’yu anlatmış olmasına rağmen, örneğin İçimizdeki Şeytan romanı İstanbul’daki siyasi ve sosyal karmaşayı en iyi anlatan eserdir. Peyami Safa ise Server Bedii takma adıyla yazdığı Cingöz Recai metinleri dolayısıyla...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!