Reha Erdem: ‘Kıyamet dışımızda değil, içimizde…'

Güncelleme Tarihi:

Reha Erdem: ‘Kıyamet dışımızda değil, içimizde…
Oluşturulma Tarihi: Şubat 22, 2014 13:55

‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ vesilesiyle Reha Erdem’le filmi ve tartışmaya açtığı meseleler üzerine söyleştik…

Haberin Devamı

Ben filmi kendi algıladığım noktadan alarak meseleyi şöyle açmak istiyorum: ‘Çok alametler belirdi mi?’ Yani ‘Kıyamet’e bu denli yaklaştık mı?

Ben kıyametin dışımızda değil içimizde olduğunu düşünüyorum. Depremler ve doğal afetlerle yıkılmıyor uygarlıklar, içimizdeki depremler, ihtiraslar, bencillikler, gönül cimrilikleriyle yıkılıyor.

Çok uzağa bakmaya gerek yok. İçinde yaşadığımız ülkeye bak. Diyelim ki muktedirler arasında bir savaş var, biz de bundan mutsuzuz ve sarsılıyoruz. Ama sonuçta biz de aynı dili savaşın dilini kullanıyoruz. Savaş dili kullandığınız zaman gazeteci, sinemacı, koca, baba fark etmiyor, siz de bir kıyamet deccalı olup çıkıyorsunuz. İşte film de bu iç kıyametlerle ilgili daha çok.

Kıyamet masallarında hep bir kurtarıcı gelir, gökten... Kurtarıcılara, kahramanlara –onlar da hemen iktidara aday oldukları için- hiç güvenim yok. Dolayısıyla benim filmlerdeki kurtarıcılarım hataları, zaafları olan, habire içlerindeki cömertliği büyütmeye, fesatı küçültmeye çalışan, iktidara arkalarını dönmüş, biriktirmeyen figürler. Ağızlarında bir avuç diş, oradan oraya savrulup duruyorlar.

‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, felaket tasvirini bir adada kuruyor. Ki bu ada belki de gerçek ‘Kıyamet’lerin hemen her gün yaşandığı İstanbul’a çok yakın. Böyle bir yeni seçmenin özel bir anlamı var mı?

Ada tek başına yeterli anlama sahip zaten. İstanbul adalarıysa tabii bilinen nedenlerle, en başta zaman ötesi elemanlarıyla (mimari, sosyal, hayat ritmi vs.) bana çok çekici gelen bir yerdi. Di diyorum çünkü artık oralar da hayata uydurulmuş. Araba sokmamak iyi de araba fikri yok olmadan bir şey fark etmiyor. Yanınızdan 100 km hızla faytonlar geçiyor. Tuhaf bir turizm yaratılmış. Para kokusu gelen her yerde olanlar orada da oluyor.
Benim için özel, kişisel anlamları var, melankolisi var, o ayrı. Hazin de olsa adayla vedalaşmış oldum.

Atlar sadakatin temsilcisi olarak bilinir ama burada felaketin yayılmasına ister istemez neden oluyorlar. Biraz da bu metaforu açsak…

Metafor demeyelim. Hayvanlar felaketin yayılmasına neden olmak değil tam tersine şahitlikleriyle kötülüğe karşı duruyorlar. Hayvandan en fazla hastalık bulaşır, hastalık felaket değildir. Felaket şifayı esirgemekle başlar. Öldüren hastalık değil ki hayatta, öldüren şifasızlık...

‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, kuşkusuz ‘Reha Erdem filmografisi’ açısından genel çizginin çok da uzağında bir film değil ama ‘Yakın akrabalık’ bakımından en çok ‘Kosmos’la kan bağı var gibi. Senin bu konudaki görüşlerin neler?
Bilmem, şifacılık anlamında belki. ‘A Ay’ a benzeten de var, ya da mesela Adem’i ‘Kaç Para Kaç’ın Selim’ine benzeten de...

Fazlasıyla farkındayız ki, Reha Erdem filmlerinde kadınlar erkek egemen bir dünyanın içinde gezinirler ama asla boyun eğmezler. ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’da da erkeklerin kötücül bir dünyası var ve üç ana kadın kahraman, onlara karşı koymayı ve giderek bir dayanışma ruhuna sahip olmayı başarıyorlar. Bu konuda neler söyleyebilirsin?

Filmde bence erkeklerin kötücül bir dünyası yok. Zayıf ve zavallı bir durumdalar, güçsüzler. İçlerindeki kıyamete yenikler, diyelim. Bu yüzden öfkeliler. Hasta ya da yaralılar. Böyle büyümüşler, kötü büyümüşler. Ama yakınlarındaki ‘cömert’ insanların (ki bunlar filmde genellikle kadınlar) desteğiyle değişime yani ‘iyileşmeye’ heves ediyorlar. Belki de insandaki en umut verici yön bu, iyiye olan zaafı.

Bu sorunuyu sormanın aslında manasız olduğu kanaatindeyim ama yine de ön gösterim sonrası edindiğim izlenim, korkarım kimi seyircilere de sirayet edecek. Bu gerekçeye sığınarak sormak istiyorum. Filmin inançla olan bağı, Reha Erdem’in ‘uhreviyat’la olan bağıyla ne oranda örtüşüyor? ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ kişisel bir dönüşümün ifadesi mi yoksa aynı çizginin yeni bir halkası mı?

İnanç benim ta ‘A Ay’dan beri hemen her filmimde bulunabilecek bir mesele. İnsanı tek boyuta indiren maddi ve maddeci dünyayla insanın kavranamayacağını düşünüyorum. Materyalist dünya en muhafazakâr dünya... Muhafazakâr demek bildiğini bilinmeyene, denenmişi denenmemişe, kısıtlı olanı sınırsız olana, yakını uzağa, bekleneni beklenmeyene yeğleyen demek.. Dayatmacı, cevapcı, farklılığa hoşgörüsü olmayan bir anlayış dünyası bu. Burada dolayısıyla sanata, edebiyata, düşünceye de yer yok. Yanındakine bile inanmayan neye nasıl inanabilir ki? Ben inananlara inanıyorum.

Eleştirmenler bilirsin ki ister istemez filmleri kendince bazı raflara yerleştirir. ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ı belli bir rafa yerleştirmek gibi bir niyetim yok ama sanki Tarkovski’nin ‘Kurban’ıyla kimi akrabalıkları var gibime geldi. Sen bu konuda neler söylersin?
Ben ‘Hayır’ demek isterdim ama belki şu klasik cevabı vermek daha doğru olacak: filmler, denize atılmış ve içinde mesaj filan değil de mesela bir sürü yaprak bulunan bir şişe gibi. Kimin nerede bulacağı belli değil, bilemezsin. Onu bulan onunla istediği özgür ilişkiyi kurar. İster alır süs yapar, ister geçmişindeki ağacı hatırlar, ister fırlatır atar. Ya da istediğine benzetir. Bunları bilemezsin, hesap edemezsin. Özgürlük ancak hesabın olmadığı yerde olabiliyor.

Filmde oyunculuklar gayet iyiydi ama ben özellikle oğul Adem’de Philip Arditti’yi ve benzer şekilde baba Mesut’ta Kevork Malikyan’ı ve ‘Doktor’da Vedat Erincin’i çok çok beğendim. Bu isimleri nerden bulup çıkarttın?
Üçü de yurtdışında yaşayan ve çalışan oyuncular. Philip İstanbul doğumlu ve İngiltere’de sinema ve tiyatro oyuncusu, Kevork da öyle, ‘Indiana Jones’, ‘Midnight Express’ gibi birçok Hollywood yapımında da oynamış bir oyuncu. Vedat da Almanya’da yaşıyor ve oynuyor. Dediğin gibi hem oyuncu olarak hem de insan olarak şahaneler. Başta Binnur olmak üzere hepsi öyleydi zaten...

Doktor’un ‘işkenceci’ geçmişi konusunda neler söyleyeceksin? Geçmişin suçluları aramızda bu denli rahatça hareket edebiliyorlar, peki şimdiki zamanın suçluları gelecekte ne konumda olacaklar sence?
‘İşkenceci polis’ten çok sanki ‘işkenceci doktor’ insanın içini daha da oyuyor. ‘Piroman’ (yangın çıkarma hastası) itfaiyeci gibi. 12 Eylül’ün böyle bir sürü doktoru var, dilerim hala, gizli köşelerinde, içlerindeki kıyamette hesaplaşıyor olsunlar. Ama bunun yetmediğini düşünüyorum. Ne yazık ki bu hesaplar açık açık bütün insanlığın önünde sorulmadığı sürece suçlar yenilenerek azıyorlar. Bırak bugünün suçlularını, hatta 12 Eylül’leri, daha yüzyıllık büyük suçların hesabı sorulmamış bir coğrafyada yaşıyoruz. Yani durumumuz Apocalypse Forever!

Dış sesin bize aktardığı metinlerin kaynağı ne?

Kutsal kitaplar, İbn Arabi, Georg Simmel vs... Artık filmdeki Emin’in elinden hiç bırakmadığı kitapta ne varsa?

Bazı yönetmen (ki bunların ilk elde akla gelen örneği Hitchcock’tur) kendi filmlerinden görünmeyi sever. Sen ise bu kez sesinle katılıyorsun öyküye. Bu konuda neler söylersin...

Belediyenin adadaki anonslarının böyle tuhaf mekanik ve beter bir sesi vardı. Aynı benim sesim gibi... Şaka bir yana pilot olarak montaja ben okumuştum, arkadaşlar sonradan iyi böyle dediler, kaldı.

Son 11-12 yıldır genel bir ideolojik değişim ya da dönüşümden geçiyor ülke. Ve bu manzara sinemamızı pek de yansımıyor. Ben ‘Slogancı bir sinema’ yapılsın demiyorum ama yine de yaşadığımız dönemin meseleleri genel bir çerçevede perdede özellikle sosyolojik açıdan aksini bulamıyor. Bu görüye katılır mısın, eğer katılırsan yönetmenlerimizde böylesi bir refleksin gelişmemiş olmasını neye bağlıyorsun?

Aslında ne yaşanıyorsa o yansıyor bence. Ülkeyi bırak dünyada büyük bir devrim yaşanıyor, yeni bir çağa, dijital çağa geçiliyor. Devrimin araçlarıysa belli, akıllı telefonlar, bilgisayarlar ve türevleri. Bunların hayata verdikleri yeni yön, farklı varoluş ritmi daha önce bildiklerimize benzemiyor. Artık dijital bir ekosistemdeyiz, mutasyon geçirmiş haldeyiz. Yeni kuşaklar bununla yoğruldu. Dijital pratikteki hızları ulus ötesi, sınır ötesi bakmalarını kolaylaştırıyor. Bu zihinleri artık acı ırkçı-milliyetçi kalıplarla tıkamak çok zor. Diploma başarı simgesi olarak değerini yitirdi, onun yerine zihni zenginleştiren, kişisel farklı kapasiteleri artırıcı eğitimin önemi arttı, artıyor. Artık adapte olmak, açık olmak, en olmazsa olmaz özellik. Yıllardır tek elden, piramidal hiyerarşik yapıyla gelen tv, haber, medya, kültür vs sarsılıyor, daha da sarsılacak bu çağda. Bu kuşağın çok boyutlu bakış kapasitesi var. Bu kuşak ve sonrakiler artık başkalarının beklediği, ısmarladığı insan olmak yerine, beklenmeyen özellikleriyle ayakta duran, kitle ruhu yerine zengin ruhlu bireylerin farklılıklarını kabul ettikleri bir dayanışma toplumu olmayı arzu ediyorlar, edecekler. Biz bu şahane kuşağın ışığını geçen Haziran’da gördük.

Bu kuşağa uygun sinema işte bence ‘beklenmeyen’ bir sinema... Bak gör neler çıkacak! Bana bu kuşak kendi yolumda, yani beklenmeyen filmler yapma yolunda büyük cesaret veriyor.

Beklenmeyen dedim, beklenmeyen hayattır çünkü, tek beklenense ölüm.

‘Bir film nedir ki, hayvana eziyet etmeye hatta bir insanı kırmaya değer mi?’

Filmde kullanılan hayvanlara ilişkin sanırım bir yargı öne sürülmüş ve bu da bildiğim kadarıyla seni rahatsız ediyor. Bu konuda neler söylersin?

Korkunç bir şey! Filmlerinde hayvanların yeri ve anlamını bu kadar yücelten bir insan bunu yapıyorsa işkenceci doktordan ne farkı kalır. Benzer şeyler ‘Kosmos’tan sonra da söylenmişti. Gerçek görüntülerin acısı bu... Ada’daki atların durumu bir felaket… Turist sayısı arttıkça fayton ve at sayısı inanılmaz ölçüde artmış. Yazlıkçı faytoncuların büyük bir kısmı ne attan anlıyor ne faytondan. Bahar ve yaz aylarında hemen her gün bir fayton kazası yaşanıyor. Atlar yaralanıyor ve bu yaralı atların çoğunu ormana salıveriyorlar. Orman yaralı ve sakat atlarla dolu... Durumun vahametini çekime başladıktan sonra iyice anladık. Korkunç üzücüydü manzara. Ormanın hemen her yanında bir at yatıyor. Çoğu kere çekimleri bırakıp atların sahiplerinin ya da veterinerlerin peşine düştük. Veterinerler yetkin ve iyiniyetli fakat birincisi yetişemiyorlar, ikincisi atlar sahipli olduğundan sahipsiz müdahale yapılamıyor. Filmde futbol sahasında yatan at mesela, geçerken fark ettiğimizde çekimi bırakıp yardım aradık, yardım dediğiniz, sahibi geldi baktı gitti. Beklerken bunları çektik. Bu acıyı filme koymak, bu acıyı paylaşmak ve paylaştırmak bence... Ya da gömülen atı, neredeyse korsan çektik. Onun dışında film ve fragmandaki bayılan at, veteriner eşliğinde ineceği yer hazırlanıp yapıldı. Ada veterinerleri rutin sağlık kontrolleri için yaptıkları bir işlemi bize yaptılar ve çektik.

Kısacası bir film nedir ki, hayvana eziyet etmeye hatta bir insanı kırmaya değer mi?

*İKİNCİ YAZI*

ÇOK ALAMETLER BELİRDİ


Reha Erdem, son çalışmasında bir tür ‘Kıyamet’ tasvirine soyunuyor. Farklı okumalara açık ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, Erdem’in ‘İnanmak’ meselesine ilişkin fikriyatının yeni bir yansıması olarak da ele alınabilir.

Reha Erdem’in ‘A Ay’la başlayan uzun soluklu yürüyüşünün halihazırdaki son durağı (tam adıyla ) ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar ya da Adem’in Yakarışı’, yönetmenin geride kalan izleri bakımından en çok ‘Kosmos’la daha bir yakın ve sıkı akrabalıklar kuruyor. Bu kan bağını güçlendiren ana unsurlar ise giderek yaklaşan bir felaketin ayak sesleri ve bu kaotik ortamda, aramızda dolaşan ‘şifacı’ların varlığı. Bu tanımın ‘Kosmos’taki adresi ‘Hikmetinden sual olunmaz’ bir şekilde karşımıza çıkan ve karlarla kaplı bir sınır şehrine yolu düşmüş Battal’dı. Bir tür ‘Ermiş’, bir tür ‘Derviş’ti Battal. ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ın ‘Ermiş’i ise bir kadın: Yaşadıkları adanın sakinlerinden Mesut’un yanında gündelik işlerine yardımcı olan, yemeğini temizliğini yapan, masumiyetini hiç kaybetmemiş, saf, temiz, ormanlık arazide kapüşonuyla dolaşırken ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ efekti yayan Esma…

Erdem, ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’da bir felaket, hatta ‘Kıyamet’ tasvirine soyunurken öyküsünü bir adanın üzerine kurmuş. Bir yandan beklenmekte olan bir deprem, öte yandan bulaşıcı ‘Ruam’ hastalığı dolayısıyla adadaki atların tehlike arz eden varlıkları… Bu korkutucu arka planın önünde ise Mesut Bey ve hiçbir yere, hiç bir dala tutunamayan ve İstanbul’dan babasının yanına gelen oğlu Adem. Adem’den boşanmak isteyip elindeki evraklarla peşinden adaya gelen karısı Hale. Esma’nın sokakta bulduğu savunmasız gencecik Meryem ve geçmişi ‘sislerle kaplı’ adanın doktoru… Aslında her biri (ve toplamları), yaşanacak olası felaketlerin dışında zaten kendi yıkımlarıyla hesaplaşmak durumunda olan bir grup insan…

Erdem, bu topluluğun gelgitleri üzerinden yine metaforlarla yüklü ama herkesin kendini göre okuyacağı ve yorumlayacağı bir yapıta imza atmış. Yine belirgin bir şekilde kadınlar üzülmeye, ezilmeye, taviz edilmeye açık, yine erkekler (belki de onların bu hallerine sevgisizlikten kaynaklanan bir bilinçaltları neden oluyor bilemiyoruz ama) fazlasıyla problemli ve kötücüller… Bu genel çatı altında bazen dış seslerin, bazen bize dinsel bir metinden pasajlar fısıldayan bir sesin (Bu sesin sahibi Halit Ergenç), bazen de ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ın seslerinin eşliğinde yeni bir Reha Erdem filmine ve ‘uhrevi yolculuğu’na tanıklık ediyoruz.

Arditti’nin etkileyici performansı

Oyunculuklar açısından her biri dinsel anlamları da olan isimlere sahip kadınlar grubunda Esma en öncelikli karakter olarak dikkati çekiyor. Bu rolde Binnur Kaya gayet iyi. Karakterinin masumiyetini, naifliğini gayet başarılı .bir şekilde yansıtıyor. Genç Meryem’de Deniz ‘Jin’ Ergüder’i, Hale’de Aylin Aslım’ı izliyoruz. Benim filmdeki performanslar açısından en beğendiğim isim Adem’i canlandıran Philip Arditti oldu. Genç oyuncu, ‘Coen kardeşler’ karakterleriyle ya da ‘Guguk Kuşu’ndaki tiplemelerle akrabalıklar taşıyan Adem’in fütursuzluğunu, kaygısızlığını, çocuksu korkularını son derece başarılı canlandırıyordu. Arditti, daha çok ‘House of Saddam’ dizisindeki Uday rolüyle tanınmasının yanı sıra ‘Happy-Go-Lucky’, ‘John Carter’, ‘Red 2’ gibi uluslararası yapımlarda da boy göstermiş bir isim. Keza baba Mesut’ta da Kevork Malikyan’ı çok beğ endim. ‘Doktor’daki Vedat Erincin’in de filmdeki bir başka başarılı tiplemeye imza attığını belirtmek isterim.
Bir eleştirmen halet-i ruhiyesiyle Tarkovski’nin ‘Kurban’ıyla da akrabalıklar kurduğuna inandığım ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, belki Reha Erdem filmografisi içinde başyapıt düzeyinde seyretmiyor ama yine de kendi içinde tutarlı bir çizgiye sahip. Öte yandan yönetmenin modern (ya da ‘Post-modern) dünya tasviri içinde ‘İnanmak’ meselesine ilişkin fikriyatının yeni bir yansıması olarak da ele alınabilir.

**

Sine-Anket
Atalay Taşdiken (Yönetmen)
Hayatında izlediğin ilk film:
‘Boş Beşik’, ‘Rahmetli’ Orhan Elmas’ın…
Son film:
‘Eyyvah Eyvah 3.’
Hayatının filmi:
‘Forrest Gump.’
Hayatın filme çekilseydi seni kimin oynamasını isterdin?
Robert de Niro.
Filmlerinde, oynatmak istediğin sinema tarihinden bir isim sorsak?
Anthony Hopkins.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!