On bir ayda, tek başına, denizden devriâlem

Güncelleme Tarihi:

On bir ayda, tek başına, denizden devriâlem
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 27, 2009 00:00

Yazılarıyla Hürriyet Seyahat’e katkıda bulunan makine mühendisi ve rehber Gülin Aköz (40), Boğaziçi Üniversitesi’nde doktora yaptıktan sonra 10 yıl araştırma görevlisi olarak çalışmış, hayatını değiştirmeye karar verip 2001’de dünya turuna çıkmıştı.

Karadan dünyayı dolaşıp, dönüşte ilk kitabı “Avucumda Patikalar”ı yazdı. Geçen ağustosta, tek başına denizden ikinci dünya turuna başladı. Marmaris’ten Tayland’a giden bir yelkenlinin ekibine tayfa olarak katıldı. Akdeniz’i geçip Port Said ’e ulaştığında aynı rotada ilerleyen başka bir yelkenliyle yoluna devam etti. Tayland’dan Amerika’ya gideceği kargo gemisini beklerken karayoluyla Çin’e uzandı. Sonra dönüp gemiye bindi, Pasifik Okyanusu’nu aştı. ABD’den Honduras’a turladıktan sonra kruvaziyerle Atlantik’i geçip, İspanya’ya ulaştı. Geçen hafta mola verdiği İtalya’da, 11 aylık serüvenin hayatında bıraktığı izleri Hürriyet Seyahat için yazdı. Sonra bir yelkenliyle Yunanistan’a doğru yola koyuldu. Eylülde Marma-ris’te olacak.

İSTANBUL - PHUKET
Bir gece ufuk kayboldu, deniz gökle birleşti ölünecekse, öyle bir anda ölünmeliydi

/images/100/0x0/55eb2274f018fbb8f8ad725c

Hiç beklenmedik bir şekilde oldu. Zaten bir şeyin olacağı varsa hep öyle olmaz mı? 10 gün içinde hayatımı dertop etmiş, Marmaris’te tanımadığım insanlarla Phuket’e gidecek bir teknede buldum kendimi. Ama hayal kısa sürdü. Daha ilk durak Mısır’da kaptanla anlaşmazlığa düşüp tekneden ayrıldım. CatRynna’dan indiğimde Phuket’e hiç ulaşamayacağımı sanmıştım. Meğer inmesem ulaşamayacakmışım. Onlar Süveyş’ten sonraki ilk limanda bırakmışlar tekneyi. Hayatın kendine göre tuhaf yolları var sizi bir yere götürmek için.
Birkaç gün sonra, aynı yere giden, aynı model teknede buldum kendimi. Dört kişiydiler, yani bana yer yoktu ama özellikle ısmarlamışım gibi, biri ayrıldı. Ben de hemen yerine geçtim. Bu seferki mürettebat eğlenceliydi. Yani başta.
Doğum günümde Eritre açıklarındaydık. Tekne birden durdu. “Ne oldu” diye sordum. “Motorlar bozuldu” dediler. Al başına belayı. Sonra ortaya çıktı ki bana sürpriz yapmışlar. “Yüzmek ister misin” diye sordular. Elbette! İçeri gidip mayomu giydim. Dışarı bir çıktım, baktım çıplak bir adam poposu. Hemen kabinime geri döndüm. Bir süre sonra çıktım tabi. Neyse, hepsi suya girmişti.
Kızıldeniz’in bitiminde Henri, kaptanla tartışıp ayrıldı. O gidince dengeler bozuldu, Daniel’in davranışları çekilmez hal aldı. Bir noktadan sonra “Bu normal değil” diyorsun. Kaptan onu tekneden indirdi. Haber aldık ki Belçika havaalanında görevliler kollarını bağlayıp direkt hastaneye kaldırmışlar.
Ve ben daha çömez, hiç tecrübem yokken, korkuları susturdum; okyanusta kaptanla tek başıma buldum kendimi.
İnsan 40 küsur derece sıcakta ve kafasının dibinde motor gürültüsüyle de uyuyabiliyormuş. Önemli olan yorgun olmak. Yani uykuyu hak etmiş olmak.
Sonsuz cennet, dipsiz cehennem. Kendi cinsinden, senin boyutunda varlıkların (insanların) etrafında yaşadığında ne kadar küçük olduğunu fark edemiyorsun. Gerçek boyutunu algılayamıyorsun. Kendini önemli sanıyorsun. Okyanusta ise bir devin avucunda gibisin. O devin seninle ne yapacağını bilemiyorsun.
Sonra bir gece... Gökyüzü gri-siyah bulutlarla döşendi. Ufuk çizgisi kayboldu, denizle gök birleşti. Yıldızlarla dolu sihirli bir kürenin içinde havada asılı kaldık...
İşte o an donup kalmalı.
Ölünecekse, öyle bir anda ölünmeli. Sonsuzluğa hazırken...

ASYA
Kader yeniden yazılabilirmiş

/images/100/0x0/55eb2274f018fbb8f8ad725e

Asyalılar geçmişten çok gelecekle ilgileniyor, bu nedenle de fal önemli yer tutuyor hayatlarında. Ama kaderin değiştirilemeyeceğini de düşünmüyorlar, tam tersine, kader yeniden yazılabilir. Eğer falınızda talihsiz bir durum çıkmışsa telaşlanmaya gerek yok, gerçekleşmesine engel olabilirsiniz. Bunun iki yolu var: İyilik yapıp sevap kazanarak veya öngörülen kötü olaya görünüşte denk gelen bir durum yaratıp kaderi tatmin ederek. Örnek vermek gerekirse:
Burmalı kâhinler, ülkenin çok kötü bir kuraklık ve açlık yaşayacağını bildirmişler. Başkan Ne Win hiç vakit kaybetmeden ferman çıkarmış: “Üç gün boyunca tüm hükümet çalışanları ve aileleri, sadece muz kabuğu filizlerinden yapılmış bir fakir çorbası içecekler.” Amaç, kuraklık rolü yaparak gerçeğini önlemek. Bir anlamda sonuçları taklit edip, kaderi kandırmak. Tabii kuraklık olmamış.
Akıl dediğimiz, çoğunlukla sorgulamaya değil de inançlarımızı desteklemeye yarayan bir alet.
Çinlilere ve alfabelerine bayılıyorum! Kendimi yanlış şehirde buldum. Yantian yerine Yangjian’a gitmişim. Otobüsten indiğimde limanı sordum “Burada gemi yok” dediler. Tabii Tarzanca anlaşıyoruz; yani anlaşamıyoruz. Etrafıma bir düzine insan toplandı. İngilizce bilen tanıdıklarını arayıp telefonu elime tutuşturuyorlar ama mümkün değil. Sonunda internetten gitmek istediğim limanın adını tarattım. Çince yazısı da çıktı da beni doğru otobüse koyup yolladılar.

VIVALDI-PASİFİK
Okyanusta 22 Ocak’ı 48 saat yaşadım

Kargo gemisine yolcu olarak binebilmek biraz sorunlu. Alışılageldik bir şey olmadığı için formaliteleri fazla. Ama hiç tahmin etmediğim kadar lükstü. (Havuzu doldurdular benim için. Okyanusta giderken havuzda basket oynadım. Bir gün barbekü yaptık. Bol bol DVD izledim. Türk filmler bile vardı.)
Gemide bir iş yapılmıyormuş gibi geliyor insana. Kaptanı ne zaman odasında görsem peckman oynuyor. Ama tabi gerçek değil bu görüntü. “Bir ayağım mezarda, diğer ayağım mahkemede” diyor. Sorumluluk çok ağır.
En tuhaf şeylerden biri sürekli 23 saatlik günler yaşamaktı. Sonra bir gün 2. Kaptan anons yaptı, “Bu gece yarısı tarihi bir gün geri alacağız. Yarın tekrar 22 Ocak 2009, Perşembe.”
Kaptan köşküne çıkıp “Her gün bir saatimi çaldığın için sana kızıyordum ama şimdi affediyorum” dedim. Aynı günü iki kere yaşadım.
O koca gemi bile kış ortasında okyanustaki dalgalardan etkileniyor. Ters beşik gibi sallanıyor. Omuzlarımın üstüne yuvarlanıp duruyorum, acıyor. Sonunda çareyi yatağa dik olan koltukta uyumakta buluyorum. Bu sefer de şişe gibi bir aşağı bir yukarı çalkalanıyorum.
Los Angeles’a geldim. Geminin elektrik mühendisi ile koridorda rastlaştığımızda sordu, “Ne oldu?”
“Hiiç, aldılar içeri” dedim. Yani içeri, ülkeye oluyor, kodese değil.
“İyi, aldılar yani” diye takıldı, “O cevaplardan sonra.”
Kastettiği cevaplar şunlar. Gümrük memurlarının “Ne kadar kalacaksın, nerede kalacaksın, sonra nereye gideceksin” gibi bilumum sorularına “Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmem” şeklinde yanıtlar verdim. Yine de teveccüh gösterdiler, kabul ettiler beni memleketlerine.

ORTA AMERİKA
Meksika’da salsa dersleri aldım sonrasında başıma gelmeyen kalmadı

/images/100/0x0/55eb2274f018fbb8f8ad7260

Meksika Konsolosluğu’nda “Bugün git yarın gel”, hatta “Şimdi git öğleden sonra gel” bile demediler. Hemen, yani bir saat filan içinde verdiler vizemi ve ben de kendimi anında yolda, sonra da başkent Meksiko’da buldum. Yani yolculuk sadece 55 saatimi aldı! (Görkemli şehirler bunlar. İspanyollar, evet kolonize etmişler ama arkalarında güzel bir iz de bırakmışlar.)
İlk turda Buenos Aires’te o kadar yaşayıp tango öğrenmemiştim ama Meksika’da salsa dersleri aldım.
Belize’de Madonna’nın “La Isla Bonita” şarkısındaki San Pedro Adası’nın hemen yakınındaki Caye Caulker’a gittim. Ardından Guatemala’yı alt-üst ettim. Honduras’ta Copan’a geldiğimde içim dışım Maya kalıntısı olmuştu. Teotihuakan, Palenque, Chichen Itza, Uxmal, Coba, Coban... Say say bitmez. (Hepsi bir anlamda aynı, ama hepsinin yeri ayrı. Kimi ilk kurulduğu yer, kimi en büyüğü, kimi en iyi korunanı, kimi en geniş bitki örtüsüne, en çok hayvan popülasyonuna sahip.)
Herkes bir tek İtalya’nın Pompeii’si var sanıyor ama El Salvador’un da Jose Ceren’i var. Onu ziyaret ettiğim akşam işler ters gitmeye başladı. Orta Amerika’da bir insanın saldırmasını beklerken bir akşamüstü evime dönerken köpek saldırdı ve ısırdı. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi. Kosta Rika’da dolandırıldım, Panama sınır kapısından geri çevrildim. Teknoloji seyahati kolaylaştırırken korku nedeniyle beyinsizleşenlerin zorlaştırması ve kendilerini mühim şahıs yerine koyma meraklısı “yetkililer”in şaklabanlık yaptırmaya kalkmaları çekilecek gibi değildi. Dünyanın gittikçe yaşanmaz bir yere dönüştüğü yolundaki inancım pekişti. “Şu tur bir bitsin, evimden dışarı adım atmayacağım!” diye yeminler ettim. Ama bir gezginin en faydalı ve elzem özelliği unutkanlığı. Yoksa çektiği sıkıntıları hatırlasa, bir daha yollara düşer mi hiç!
Ama tabi güzel insanlar da çıkarıyor yollar karşınıza. Kosta Rika sınır kapısında ağlarken küçük bir kız gelip bir şişe su uzattı. Ağlamayı kestim tabi mecburen.
Daha sonra yol kenarında oturdum ağlamaya devam ediyordum. Tombul, orta-yaşlı bir kadın gelip sordu “Anlatmak ister misin? Neden ağlıyorsun? Hiçbir şeye değmez, her şey geçici.” Biliyorum ama o yorgunluk ve onca aksilik üstüne tutamıyordum kendimi. Kırılıyorsun, bütün koruyucu duvarların çöküyor.
Kadın “Yalnız mı seyahat ediyorsun” diye sordu.
“Evet” dedim, ve ardından “Çok yalnız da hissediyorum” diye iyice hıçkırıklara boğuldum. Bana sarıldı. O anda sıcak, yumuşak, canlı bir varlığa dokunmak dünyalara bedeldi.

ATLANTİK
Kruvaziyerde yemek olimpiyatı


Dominik ve Puerto Rico’da Karayip keyfi yapıp kruvaziyere bindim. Kendime geldim, toparlandım. Atlantik’i geçip Barselona’ya vardım. Kruvaziyer yorgunluk atmak için idealmiş. Tehlikeleri var tabi. Özellikle kilosu olanlar için. Gemide yemek olimpiyatları düzenlenmiş gibi. Sanmayın ki broşürlerdeki zarif çiftlere rastlayacaksınız. Gerçek farklı! Böyle bir gemide insan bir hafta sonra kendini iyice zengin hissediyor. Para harcayacak yer de bol. Tuzakları iyi kurmuşlar, sakınınız.
İlk akşam yemeğe çıktığımda bir ses duydum. “Gelsene len buraya dümbük” dedi. Uzun zamandır Türkçe duymamıştım. Gülümsedim. Sonra merakıma yenik düşüp, resepsiyona kaç Türk yolcu olduğunu sordum. Görevli, tek Türk yolcu sizsiniz, dedi. Nasıl olur? Zihnimin oyunu desem, gaipten sesler “dümbük” kelimesini kullanmazdı.
“Belki başka bir ülkedendirler ama Türkçe konuşuyorlardır” dedi görevli.
Tabi, Türklerden başka Türkçe konuşan çok millet var da! Üstelemedim tabi ama aklıma da takıldı. Ertesi gün çözdüm gizemi. Çoğunluğu mutfak ve restoranda 18 Türk personel vardı. Gemide 89 farklı ülkeden mürettebat varmış.
Çok tuhaf tiplerle karşılaşabiliyorsunuz. Sofrada “Dünyanın en yavaş hayvanı bradypus” dedim. Koreliler sordular: “Nasıl bir hayvan?”
“Koala gibi ağaca sarılan üç ayak parmaklı...” diye başladım. Sözümü kestiler: “Tadı nasıl?”
Anlayacağınız hayvan deyince onların aklına gelen, bizimkinden birazcık farklı.
Her seferinde “Zor kısmını atlattım, kolay kısmına geldim” diyorum ama biri bana “Haha, sen öyle san” diye gülüyor!
Tüm zorluklara ve eziyetlere rağmen, değer elbette. Eksik yaşadım/yaşıyorum hissi olmadan nefes alıyorum. Hayatta bazı şeylerin değişebilmesi için bir kırılma noktası gerekiyor. Ve yollar, sizi o noktaya ulaştırıyor. Attığım her adım, beni olmak istediğim insana yaklaştırıyor.

Neden yollara düştüm

Öncelikle şunu belirteyim: O ben değilim. Anlattıklarımdan, kafanızda canlanacak kadın ile tamamen farklı kişileriz.
Son yaşadığım sorunların ardından, sanki dünyayı dolaşmamış, sadece gündelik sorunlarla boğuşmuşum gibi geliyor. Ama bir an durup arkama baktığımda, gittiğim şehirleri, tanıştıklarımı anlatmaya başlayınca “Yine ne çok şey yaşamışım” diyorum. Sürreal bir süreç bu. Truman Şov’da kendimi izliyorum.
Gezginliğin getirisini anlatmak pek mümkün değil. Zaman, mekan, para, tanıdık ve yabancı kavramları boyut değiştiriyor. Gidenler, kısır çekişmelerde debelenmenin, aynı yerde aynı kişilerle muhatap olmak zorunluluğunun, kalıp kendine yabancılaşmanın ne olduğunu bilmez. Gidemeyenler ise gezginin sürekli değişen çevreye adapte olma güçlüğünü ve tanıdık yüzler, bildik şeyler özlemini anlayamaz. Her otogara gittiğimde gişede bir an duralıyorum. Bir sonraki durağım neresiydi? Adı hatırlamaya çalışıyorum. Sonra hostelde doldurmam istenen formda “Nereden geliyorsun” sorusunda yine duraklıyorum. Sadece işine yaradığı sürece hafızanda tuttuğun, kullan-at sokak, şehir, hostel isimleri... Yolda rastladığın gezgin isimleri.
Burada 24 saatin 1440 dakikası da, 86400 saniyesi de benim. Kimse isteyemiyor.Yaptığım bir anlamda “intihara alternatif”. Boğaz Köprüsü’nden atlamak yerine dünya turuna çıktığım düşünülmesin. Benimki hayatın ağırlığı ile başedemediğim için çıkılmış bir yol.
Günümüzde seyahat moda. Gezginlik prestij. Lonely Planet baştacı. Görsel zenginliklerle dolu, konforlu yolculuklar isteniyor. Oysa benimki hiçlikte, bilinmezlikte kaybolmak. Ve bu, sıradan insanın mutluluk oyununun bir parçası değil.

Bana en çok sorulan soru

Geçenlerde bir arkadaş sordu: “Ben de dünya turu yapmak istiyorum, parayı nereden buluyorsun?” Bütçeyi dengelemenin iki yolu olduğunu açıkladım: Geliri artırırsın ya da gideri kısarsın. “Herkes son model cep telefonu, makyaj malzemesi, plazma TV alacak, otomobil yenileyecek, çocuğuna bakıcı tutacak parayı nereden buluyorsa ben de oradan buluyorum. Çalışıp biriktiriyorum” dedim. Aslında soru “Parayı nereye harcıyorsun” olmalı. Örneğin en fakirimiz bile sigara içiyor. Ben o kadar zengin değilim! Çay, kahve, gazoz da içmiyorum. Lüks aramıyorum, yatakhanelerde kalıyorum. Uçak yerine otobüse biniyorum. Latin Amerika, Afrika ve Asya’da ayda 600 dolara çok rahat gezilir. Kalacak yere 9 dolar verdiğimde “pahalı” oluyordu benim için. Daha pahalı yerlere de gitmeyiverirsiniz.
Tüm bu açıklamalardan sonra hatırladım: Arkadaşım Dubai’de Oracle’da çalışıyordu, maaşı gayet iyiydi! Aşçı yamağı, çırak bile geziyor artık. Kısıtlı parayla seyahat daha renkli yollar açıyor. Düşük sezon ve fırsatları takip edebilirsiniz. Bir arkadaş Muscat’a neden gittiğimi sormuştu. “Ucuz bilet vardı” demiştim. “Ha yani cehenneme ucuz bilet bulsan, gideceksin” demişti. Elbette, Dante gibi bir yolculuk yapsam fena mı olurdu?
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!