Huysuz İhtiyar

Güncelleme Tarihi:

Huysuz İhtiyar
Oluşturulma Tarihi: Aralık 19, 1997 00:00

Haberin Devamı

İşte ben öldüm!..

Çeyrek asırlık dostum ve avukatım Nermin Aksın'a telefon ettim.

‘‘Nermin'ciğim, bana bir şey olursa kitaplarımı Karikatürcüler Derneği ve Tarih Vakfı arasında paylaştır. Boyalarımı ve resim malzemelerimi Mustafa'ya verin. Para konuları için de sana bir vasiyetname yazıp bıraktım. Ayrıca gazete ilanı ve tören mören istemiyorum!..’’

‘‘Hayrola, bu tuhaf laflar da nereden çıktı şimdi?.. Hastalandın mı, ne oldu?..’’

‘‘Bir şeyim yok, turp gibiyim. Ama bu yaştan sonra insan tedbirli olmalı.’’ deyip telefonu kapattım. Her zamanki kahramanlığımla Nermin'e belli etmemiştim, ama ölüyordum. Akşama sağ çıkmayacağım belli olmuştu.

Sabah ağrılar içinde uyanmıştım. Kafam, lunaparktaki çarpışan arabaların arasında kalmıştı sanki. Gözlerim sürekli sulanıyordu. Etrafı göremiyordum. Gırtlağımdaki bir tomar çivi yüzünden yutkunamıyordum. Kalbim, bir iki patpat'dan sonra uzun süre duruyor, sonra lütfen çalışıyordu. Göğsümden, çekilmiş sifon sesine benzer sesler geliyordu. Arada bir de arslan kükremesini andıran zırıltılar... Öksürürken raftaki bardaklar titreyip şangırdıyordu. Öyle terlemiştim ki sandalyeye otururken cork diye bir ses çıkıyordu. Birisi gece vakti gelip çekiçle bütün kemiklerimi de kırmıştı.

Kadim dostum Prof. Aydın Kargı her zamanki gibi koşup geldi ve grip olduğumu söyledi. Ama ben, Aydın'ın beni ne kadar sevdiğini bilirim. Ölmekte olduğumu saklamıştı benden. Bunca ağrı, sızı ve sancı ölüm arazası değil de nedir?.. Ben, tıp işlerinden bir hayli anlarım. Durumum, gırtlak kanseri ve siroz hastalığına tam uyuyordu. Göğsümdeki sancılar da enfarktüse ve kalp yetmezliğinin belirtileriydi. Çoluğumu, çocuğumu, Mone'nin Van Goh'un o güzel resimlerini ve televizyonda Küçük İbo'yla, Sibel Can'ı bir daha göremeyecektim. Amerika'dan apar topar niye döndüğümü anlamıştım. Vatan toprağı beni bağrına çağırmıştı. Demek, bu kadarmış diye düşündüm. Yine de çok şükür...

Onca kazayı, belayı atlatıp yatağımda paşa paşa öleceğim... Üstelik de babamdan yirmi yaş daha ihtiyar olarak!..

* * *

Hane halkı Amerika'da kızımın yanında olduğu için evde yalnızdım. Gazete'ye gitmediğimi, telefonlara cevap vermediğimi ve sokak kapısında gazetelerin biriktiğini gören dostlar şüpheleneceklerdi. Kapıyı kırıp da içeri girince cesedimle karşılaşacaklardı. Ama bu karşılama bana yakışır olmalıydı. Oysa ev dandini, yatak odası karman çorman, mutfak tepeleme bulaşıkla doluydu. Ölmek bir şey değil, dosta düşmana rezil olmak vardı.

Oflaya inleye temizliğe başladım. Ortalığı toplayıp süpürdüm. Yatak ve yorgan çarşaflarını değiştirdim. Bulaşıkları yıkayıp buzdolabındaki bütün yiyecekleri bahçedeki kedilere verdim. Hastalıklarımdan önce yorgunluktan ölecektim az kala!.. Yıkanıp sinek kaydı bir traş oldum. En fiyakalı pijamamı giyip yatağa uzandım ve ölmeyi beklemeye başladım. Ama kitapsız olmazdı. Bulanlar,

‘‘Vay bee!.. Son nefesine kadar kitap okumuş.’’ demelilerdi. Kalkıp kitap odasına indim. Hangi kitabı seçmeliydim acaba?.. Nazım 'dan olsa ölümümle ideolojik bir mesaj vermeye çalıştığımı düşüneceklerdi. Orhan Veli ve Yunus Emre arasında bir karar veremedim. Sonunda Şekspir'in Hamlet'ini seçtim. Hem içinde ölüm, üstüne en güzel şiirler vardı, hem de tiyatroculuğuma uyuyordu.

Yatağa dönerken boşuna masraf olmasın diye kaloriferi söndürdüm. Baş ucu ışığını tam yüzüme gelecek şekilde ayarladım. Yatağa uzanıp Hamlet oyunundaki mezarcı sahnesini buldum. Okurken elimden düşmüş gibi kitabı açık şekilde yatağın yanına bıraktım. Her ölmekte olan insan gibi benim de hayatım bir film şeridi olarak gözlerimin önünden hızla geçmeye başladı. Filmin bir yerinde kalkıp eski arkadaşım Selami'ye telefon ettim.

‘‘Selami'ciğim... Seni bağışlıyorum!..’’

‘‘Sen beni niye bağışlıyormuşsun?..’’

‘‘Hani, yıllar önce kafama rakı şişesiyle vurup yarmıştın ya!..'

‘‘Sen bunadın mı be!.. Ben senin kafana vurmasam, sen beni o gece öldürecektin... Önce iki dişimi kırmıştın, sonra da yatırıp gırtlağımı sıktındı!..’’

Demek insanoğlu kendine yapılan kötülükleri asla unutmuyor, ama kendi yediği haltları hatırlamıyormuş. Giderayak bunu da öğrendim. Hazır telefon başındayken Tekin'e de telefon edip helalleşeyim dedim.

‘‘Tekin ben gidiciyim... Hakkını helal et!..’’

‘‘Ne diyorsun ağbi!.. Hasta filan mısın?..’’

‘‘Sanıyorum gırtlak kanseri oldum. Sesimden de anlamışsındır. Ayrıca, sirozum da var... Bir de kalp yetmezliği...’’

‘‘Benim de akciğer yetmezliğim bugünlerde azdı. Artık, tuvalete bile üç kere mola verip gidebiliyorum. Damar ameliyatı olduğum sol bacağımda yine sancılar başladı...Tekrar tıkanma var anlaşılan. Beynimin ağrısından kulağımdaki iltihabın arttığını anlıyorum...’’

Tekin, ülser sancılarına geçtiği sırada telefonu usulca kapattım. Ahlaya oflaya merdivenleri tırmanıp tekrar ölüm yatağıma uzandım. Artık gözlerim kararıyor, sesler uzaklaşıyor, vücudumdan buz gibi terler dolaşıyordu. Ayaklarımı tuttum, soğumaya başlamışlardı bile... O sırada sokak kapısı çalındı. Demek ki Azrail gelmişti. Ama Azrail kapı çalar mıydı?.. Belki de bu kibar bir Azrail'di. Kapıyı vurmadan girmek istemiyordu. Kapı ısrarla çalınıyordu. İnleyerek ve sürünerek alt kata inip kapıyı açtım. Uzun boylu, sarışın, bir içim su bir kızın kapıda durduğunu hayal meyal farkettim.

‘‘Konsolosluk ne zaman açılacak biliyor musunuz?..’’diye sordu. Bizim evin bitişiği Bosna Hersek Konsolosluğu'dur. Her gün gelen yüz kişinin en az on tanesi bizim eve uğrar. Ya bilgi sorar, ya da kapıyı şaşırmıştır. Hatta beni konsolos sanarak içeri girip oturanlar bile olmuştur.

‘‘Herhalde öğle yemeğine çıkmışlardır... Bekleyin, birazdan gelirler sanırım.’’

‘‘Afedersiniz, içeri girip bekleyebilir miyim?.. Dışarısı bir felaket!..’’

Gerçekten de dışarıda kova kova yağmur yağıyordu. Kız, şimdiden sucuk gibi olmuştu.

‘‘Tabii buyurun, paltonuzu çıkarın hastalanacaksınız.’’

Paltosunu çıkardı, yağmur elbisesine geçmişti ve elbise en küçük girintilerine kadar bütün vücuduna yapışmıştı. Tabii bütün çıkıntılarına da... Salona geçip oturdu. O mini eteğiyle bir de bacak bacak üstüne atmaz mı?.. Isınsın diye hemen bir kahve pişirip konyakla beraber verdim. El ve ağız alışkanlığıyla iki konyak da ben içtim. Savaş nedeniyle Türkiye'ye gelmeden önce Saray Bosna Operası'nda balerinmiş. Şimdi, İstanbul Opera ve Balesi'ne girecekmiş. Ama Bosna'daki Kültür Bakanlığı'ndan gelecek olan evraklarını bekliyormuş. Çantasından çıkardığı fotoğrafları göstermek için gelip yanıma oturdu. Başbaşa bale fotoğraflarına bakmaya başladık. Baktığım yeri pek görmüyordum ama her resme en az on dakika bakıyordum. Herhalde, ölmüştüm de cennete gelmiştim. Demek ki cennetteki huriler balerindi. Türkçe'yi çok tatlı bir Boşnak şivesiyle konuşuyordu. Ne kadar güzel bir evim varmış. Yalnız mı yaşıyor muşum?.. O da böyle bir evde bir oda kiralamak istermiş... Konyak şişesi bitmişti. Konsolosluk çalışanlarının geldiğini pencereden gördü. Benim de Bosna Hersek devletine olan bütün sempatim bir anda yok oldu. Konuseverliğime teşekkür edip kalktı paltosunu giyip gitti.

Ben oturduğum kanapeden kıpırdayamamıştım bile... İnsanın eli ayağı tutarken niye başına böyle şeyler gelmez de ölür ayak şansı açılır?.. Acaba kızın konsolosluktan çıkışını kollasam, birkaç gün daha dayanıp ölmeye bilirmiyim diye kendimi yokladım. Hayır, hiç umut yoktu!.. Hele, 39 derece ateşin üstüne bir şişe konyağı da içince Arnold Şıvarzdzeneger olsa sağ kalmazdı. Tekrar yatağıma dönüp asil bir ölüm pozu alacak mecalim de yoktu. Lan, dedim kendi kendime,

‘‘Şu karı milleti adamın efendi gibi ölmesine bile izin vermiyor!..’’

* * *

Ama ölmeden önce söylenecek bir çift sözüm vardı. Söylemeden gidersem içimde ah kalırdı. O kafayla, bütün parti başkanlarını telefonla aramaya başladım. Kiminin özel sekreteri çıktı. Adımı ve gazetenin adını duyan kimi başkan da telefona kendi çıktı.

‘‘Bre hımbıllar!.. Batırdınız memleketi be!..’’ diye başlayıp ağzıma ne geldiyse veryansın ettim. Ayrıca Emniyet Genel Müdürlü'ğüne ve MİT'e de telefon ettim

Oh yahu!.. Artık gönül rahatlığıyla ölebilirdim. Sürünerek çalışma masama gittim, bir şeyler karaladım.

‘‘Son nefesini verirken yine karikatür çiziyormuş!..’’ derlerdi hiç olmazsa.

* * *

Sevgili okurum... Sen bu yazıyı okurken ben çoktan ölmüş olacağım. Benim için ağlama ve don't cray for me Arjantina!.. Ecelimle olmasa bile eve bir kamyon girer ve bana yardımcı olur. Ama yine de ölmeyi beceremezsem işte o zaman benim için ağlamaya başla... Hem de hüngür hüngür...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!