Bu anlatılan bizim hikâyemiz

Güncelleme Tarihi:

Bu anlatılan bizim hikâyemiz
Oluşturulma Tarihi: Aralık 27, 2014 01:47

Aziz Nesin 99 yaşında. Büyük hiciv ustasını Türkiye’nin önde gelen yazar ve sanatçılarının seçtiği öyküler ve anılarıyla hatırlayalım.

Haberin Devamı

Siyaset Meydanı’nda önemli bir siyasetçi hararetle konuşuyor. Karşısında oturan Aziz Nesin’e bakarak “Ne büyük bir millettir ki kendisine aptal diyen sayın yazarı multimilyarder etmiştir” diyor. Nesin cevabı yapıştırıyor: “O zaman bu da aptallığını gösteriyor. Bundan büyük işaret olmaz”.

Yalınkılıç mizahıyla hesapsız kitapsız bir şekilde bizi bize anlatan hiciv ustası Aziz Nesin 99 yaşında. Yazdığı kitaplar boyunu aşsa da onu çekemeyenler “Zaten boyu kısaydı” diyordu. Hayatı boyunca yargılandı, mahkûm oldu, sürgüne yollandı. Ama Türkiye onu çok sevdi. Ünlü yazarlarımız ve sanatçılar Aziz Nesin’in en sevdikleri öyküsünü seçti, anılarını anlattı.

Ahmet Ümit’in seçimi: Mu Ni?

Bu anlatılan bizim hikâyemiz


Gözünüzün önünde bir adamın çıldırdığını gördünüz mü?? Ben gördüm.
Ev sahiplerinin çocuğunu getirdiler. Dört beş yaşında topaç gibi bir oğlan. Gözleri fıldır fıldır. Çocuk söyleyişiyle, “Bu ne??”yi “Mu ni??” diye soruyordu.
– Mu ni?? diye sordu.
Fikri Bey,
– Kayık, dedi.
Çocuk bir daha,
– Mu ni?? diye sordu.
Fikri Bey yine,
– Kayık, dedi, bak kayık, ne cici kayık... Çocuklar bu yaşta hep böyledir, dedi, durmadan sorarlar. Hiç bıkmadan, usanmadan, onların sorduklarına cevap vereceksiniz.
Çocuk, “Mu ni” diye sordu.
– Saat...
– Mu ni??
– O mu, o burun.
– Mu ni??
– Burun. Bu-run... Bu-run... Anladın mı?
– Mu ni??
– Burun be oğlum, burun be yavrum...
– Mu ni??
– Burun yahu. Burun işte. Basbayağı burun.
– Mu?
– Burun, burun, burun, burun...
Fikri Beyin sinirden çene kasları titremeye başlamıştı. “Aaaa, yeter artık... Burun be...”
Birden yine toparlandı?. Yumuşak, tatlı bir sesle, “Burun..”. dedi.
– Mu ni??
Ne olduysa, işte o zaman oldu. Fikri Bey, birden odanın ortasında, “Mu ni, mu ni, mu ni...” diye söylenerek dolaşmaya başladı.
Çocuk kıkır kıkır gülüyor... “Mu ni??”
Fikri Bey patlar gibi,
– Ananın örekesi?! Anladın mı şimdi?? diye bağırdı. Sonra kendisi çocuğa sordu?:
– Mu ni??
O zamana kadar “mu ni?”den başka bişey söylemeyen çocuk, “Ananın örekesi...” dedi. Salonda bir soğukluk esti.

(Gözüne Gözlük kitabından)

Haberin Devamı

Perihan Mağden’in tercihi: Tatlı Betüş

Haberin Devamı

Bu anlatılan bizim hikâyemiz


Telaşlı bir günde, Avrupa’nın Akdeniz limanlarından gelen bir yolcu gemimizde külliyetli miktarda kaçak eşya bulunduğu ihbar edildi. Bizi başmüdür çağırıp, “Yolcular arasında bulunan Betül Hanıma, resmî arabanın kendisini beklemekte olduğunu haber verin?!” dedi. Az sonra da gemi rıhtıma yanaştı. Allah bağışlasın, böyle bir kadın cihana kırk yılda bir gelir, hani resmî arabanın rıhtımda beklediği kadar var. Yaz ortasında kürk, kadına başka bir özellik veriyor ve kadının Avrupa seferinden döndüğü derhal anlaşılıyor. Arabaya binince gümrük vergisi ödememek için, o yaz sıcağında üst üste giydiği iki kürkü çıkarıp, valizlerini, bavullarını arabanın içine, şoför mahalline ve bagaja yerleştirdikten sonra, “Kalan eşyalarımı gümrükte iyi muhafaza edin, ben sonra adam göndertir, aldırtırım” dedi.

Ondan sonra Avrupa seferinden dönen biçok vapur yolcuları arasında sık sık Betül Hanımı görürdüm. Ama sonradan her nasıl olmuşsa, siyasi himayeden mahrum kalmış. Yine böyle bir Avrupa seferinden dönüyordu. Üstünü başını, bavullarını iyice aramamız özel olarak emredilmişti. Betül Hanım önce itiraz edecek oldu, durumun ciddiyetini anlayınca pek şaşırdı.

– Allah Allah... Hükümet mi değişti, nedir?? Ne oluyor böyle??
– Durum değişti, o kadar, arayacağız... dedim.
Betül Hanımın koynundan, söylemesi ayıp, daha başka yerlerinden, bir kuyumcu dükkânını dolduracak kadar, mücevherat çıktı. Gizli bölgelerinden mücevherat çıktıkça Betül Hanım da hayretler içinde kalıyor,
– Çok şaştım, diyordu, bunların hiçbiri benim değil... Allah Allah, acaba hangi ahlaksız alçak bunları benim haberim olmadan orama burama tıkıştırmış??

Haberin Devamı

Müjdat Gezen’in en sevdiği öykü: Du Bakali N’olecak

Bu anlatılan bizim hikâyemiz


Hani hükümetimiz darda kalıp dünya cenneti Boğaziçi’nin en güzel tepelerini petrol zengini Araplara satıyordu ya... İşte o sıra bir Arap zengini çıktı ortaya, şeyh mi, prens mi öyle bişey... Adı da Ebul-Fatık El-Mışkî. Boğaziçi’nin seyrine doyum olmaz tepelerinden birini satın almış. Bir de Türk kızıyla evlenme sevdasına düşmüş... Ebul-Fatık’ın ayılıp bayılarak beğendiği kız, bizim hanımın uzak bir akrabasının kızı... On yedi yaşında, Kuran kursunda yetişmiş, akça pakça, yandan çarklı kalçalar... Saflığına gelince, aptaldan bir parmak yukarda saf...
Kızın, kendinden altı yaş küçük bir oğlan kardeşi var, kızın tersine cin mi cin... O, Fatık Amca diyemediğinden Fıtık Amca demeye başladı. Fıtık Amca aşağı, Fıtık Amca yukarı...
Fıtık Amca, karısını eve hapseden koca izlenimi vermek istemiyor çevresine. Karısına güvenen bir koca görünümünde... Genç kadın sinemaya gidip gidemeyeceğini soruyor.
Fıtık Amca, ‘Hazreti Ömer’in Adaleti’ adlı yerli filmi uygun bulup karısına o filmi görebileceğini söylüyor. Necmiye... Genç kadının adı. Gidiyor sinemaya... Fıtık Amcanın içi pır pır... Ertesi akşam erkenden eve dönüyor. Çok şükür Necmiye evde.

– Nacmiyaa??
– Efendim.
– Ne yaptın ben yokken??
Necmiye yana yakıla anlatmaya girişiyor.
– Ah, sorma...
– Ne oldu Nacmiya??
– Öyle bişey geldi ki başıma, şaştım şaştım kaldım.
– Ne geldi başına??
Necmiye saf saf anlatıyor?!
– Senin söylediğin sinemaya gitmek üzere çarşaflandım.
– Şok güzel.
– Çıktım sokağa.
– Avet??
– Yolda giderken bir herif sokuldu yanıma...
– Bir harif?
– Evet... Ben gidiyorum, o da yanımda gidiyor. Dur bakalım, ne olacak diye merak ettim.
Fıtık Amca çok bozulur ama, karısına belli etmemeye çalışarak o da çok şaşmış görünür?!
– Allah Allah... Ban da şok merak ettim. Du bakali n’olecak??
– Ben sinemaya girdim, adam da girmez mi??
– Ve minelgaraip... Du bakali n’olecak?? Sonra??
– Sonra ‘Hazreti Ömer’in Adaleti’ bitti. Lambalar yandı. Ben kalktım, o da kalkmaz mı??
– O harif da??
– Evet...
– Velacaip ve minelgaraip... Du bakali n’olecak??
– Çıktım sinemadan, o da çıktı.
– Aman Nacmiya, vallahi şok marak ettim. Du bakali n’olecak??
– Bizim apartmanın kapısından girdim, herif de girdi. Dur bakalım, n’olacak diye merak içindeyim.
Fıtık Amca ter içinde...
– Sonra??
– Çantamdan anahtarı çıkarıp bizim dairenin kapısını açtım, girdim içeri, o da girmez mi??
– Harif da yallah içeri...
– Evet...
– Du bakali n’olecak... Aman anlat şabuk Nacmiya...
– Eve gelince yatak odasına girip elbet soyundum. O da soyunmaz mı??
– Ne diyorsun Nacmiya... Du bakali n’olecak??
– Soyununca yatağa girdim. Olur şey değil, o da benimle yatağa girmez mi??
Fıtık Amca kızgın demirle dağlanmış gibi haykırır?:
– Ayvaaah?! Du bakali n’olecak??
– Ben de yatakta ne olacak diye merak ediyorum.
– Aman Nacmiya, vallahi meraktan şatlayacak ban... Söyle şabuk, ne oldu Nacmiya??
– Hiç canım... Bişey değilmiş, ben de boşu boşuna merak etmişim.
Boncuk boncuk ter döküyordu Fıtık Amca.
– Yok yahu... Peki, ne oldu Nacmiya?? Ne yaptı??
– Aynen senin her gece yaptığını...
Beyninden vurulmuşa dönen Fıtık Amca ne yapsın şimdi?? Karısı o denli saf ki, başına kötü bişey geldiğinden bile haberi yok ki... Erkekliğe toz kondurmamak, yiğitliğe krem sürmemek için Fıtık Amca şöyle der?: – Amaaan Nacmiyaa, ban da mühim bişey zannettim. Du bakali n’olecak, du bakali n’olecak diye boşuna merak etmişim. Velakin hiç mühim değil.

Haberin Devamı

(Nah Kalkınırız kitabından)

Orhan Pamuk’un seçimi: Toros Canavarı

Bu anlatılan bizim hikâyemiz


Söylene söylene karakola geldi.
Başkomiserin odasına girdi. Odada yalnız nöbetçi memur vardı. Memur uykulu gözlerini ovuşturdu. Gözlerini kırpıştıra kırpıştıra, Nuri Pakyürek’e baktı. Nuri Pakyürek’in ta burnunun dibine sokulmuş, inceden inceye yüzünü inceliyordu. Sonra birden masasına fırladı. Masanın gözünden bir fotoğraf çıkardı. Bir fotoğrafa, bir Nuri Pakyürek’in yüzüne bakıyordu.
Nöbetçi memur telefona yapıştı. Numaraları çevirdi. Sonra konuşmaya başladı:
– Alo... Alo... Neresi? Evet... Evet efendim. Toros Canavarı’nı yakaladık Beyefendi. Toros Canavarı efendim... Kendisi... Herhalde evrak dosyasını çalmak için gelmiş. Karakolu basmak niyetiyle... Ben bizzat kendim yakaladım... Yirmi kişi gönderseniz yeter Beyefendi. Teşekkür ederim. Teveccühünüz... Hiç merak etmeyin, kaçırmam efendim.
Nuri Pakyürek, sekiz ay cezaevinde kaldı. Cezaevindeki en azılı katiller, ipsiz sapsızlar bile ondan çekiniyorlar, korkuyorlar, ona saygı duyuyorlardı.
Sekiz ay sonra serbest bırakıldı.
Neden mi?
Çünkü Toros Canavarı en son suçunu iki yıl önce işlemişti. Geçen yıl da Af Kanunu çıkmıştı.
Nuri Pakyürek evine gitti. Evde onu herkes saygıyla karşıladı. Bu saygı sevgiden değil, korkudan geliyordu.
Karısı,
– Ah kocacığım!.. diye atıldı ama, o kadar işte... Sonra hemen geri çekildi. Yanına yaklaşamadı.
Onları evinden çıkarmak isteyen ev sahibi,
– Amanın, ocağına düştüm... Kıyma bağa Nuri Beğ... diye yalvarıyordu. Kira mira istemem canım. Aramızda teklüf mü var. Bu ev ha senin, ha benim...
Bir sabah gazeteler Toros Canavarı’nın ikinci kez yakalandığını yazdılar. Bu ikincisi gerçek Toros Canavarı’ydı. Sorgusunda şöyle dedi:
– Daha yakalanmazdım ama, isteyerek yakalandım... Baktım ki bir zibidiyi Toros Canavarı diye ortaya çıkardınız. Herif benim namımı kullanıp duruyor. Buna artık dayanamadım.
Mehpare Hanım:
– Ben o sünepenin bu işleri yapamayacağını zaten biliyordum, dedi.
Ev sahibi de haber almış, o sırada biriken kiraları istemeye gelmişti. Pakyürek ailesi ve ev sahibi, sevinç içinde Nuri Beyin odasını açtılar. Mehpare Hanım, kollarını açarak,
– Ah kocacığım!.. Sen değilmişsin... Sen canavar değilmişsin!.. diye odaya girdi.
O sırada Nuri Pakyürek, duvar aynasında yüzünü seyrederken acayip sesler çıkarıyordu. Kapıyı açanların üstüne yürüdü. Hepsi korkarak kaçıştılar. O günden sonra Nuri Pakyürek’i Toros Canavarı olmaktan hiç kimse kurtaramadı. Canavarlık çok mu hoşuna gitmişti, yoksa gerçekten canavar mıydı, burası anlaşılamadı.

(Toros Canavarı kitabından)

Haberin Devamı

Elif Şafak’ın favori öyküsü: Çok Zeki Bir Adam

Bu anlatılan bizim hikâyemiz


– Seninle ille de görüşmek istiyorlar. Evlerine çağırdılar, dedi.
– Ne münasebet? Ben onları tanımam ki...
– Evet ama biz seni öyle bir üstün zekâ diye övdük ki, göklere çıkardık...
Sonunda, yüksek zekâma uzaktan hayran olanların apartmanına gittik. Hiç bilmediği dersten sınava giren tembel, haylaz bir öğrenci durumundayım. Evin hanımı yemeğe buyur ediyor. Neredeyse ağzımın yerini bulamayacağım.
“Elinize sağlık, pek lezzetli olmuş,” diyecek yerde, evin nazik hanımına, “Nafile... Pek tuzlu olmuş!” diyorum.
Ev sahibi kibar beye döndüm:
– Kızınız, kız oğlan kız mıdır?
Damdan düşer gibi bu soruma adam utana sıkıla, “Henüz evlenmedi” diyor...
– Bu çocuklar sana hiç benzemiyor yahu...
Yüksek zekâma hayran olanların yüzlerine baktım. Hiçbirinde çıt yok. Ayağa kalktım, avazım çıktığı kadar, “Ben bir aptalım!” diye bağırdım.
– Estağfurullah... O nasıl söz? Biz sizin büyük zekânızı...
– Ben hödüğün biriyim!
Kendi aralarında konuşmaya başladılar:
– Ne müthiş zekâ!..
– Sembolik konuşuyor. Kendini öne sürüp insanlığın halini hicvediyor! diye söylendiler.

(Damda Deli Var kitabından)

Sırrı Süreyya Önder ve Met-Üst’ün başucu eseri: Bir sürgünün anıları

Bu anlatılan bizim hikâyemiz

Sırrı Süreyya Önder

Bu anlatılan bizim hikâyemiz

Met-Üst

Bursa ovasına yavaştan bahar iniyor.
İki sürgün arkadaşız. Kirayla kaldığımız evden çıktık mı, çarşı karakoluyla Setbaşı arasındaki asfalt yol üzerinde tir tir titreyerek gidip geliyoruz.
Çarşı karakoluna her akşam gidip oradaki defteri imzalıyorum.
Bir akşam karakoldan çıktım. Arkadaşımın yanında birisi var. Yirmisinde var yok. İlkin, arkadaşımın bir tanıdığı sandım. “Kim bu?” gibilerden arkadaşıma göz işareti yaptım. O da tek omzunu kaldırıp dudağını büzerek işaretle “bilmem” dedi.
Bizde de bir ürkeklik var. Yabancılarla konuşmaktan pek hoşlanmıyoruz. Neyin nesi olduğu belirsiz.
Delikanlının, karşısındakinin ciğerini okumaya çalışan derin bir bakışı var.
– Siz falanca değil misiniz? diye bana sordu.
– Evet, dedim.
Sonra arkadaşıma sordu. O da,
– Evet... dedi.
Buraya sürgün edilmişiz, bizim için de bisürü dedikodu çıkarılmış ya, bu delikanlı da bizi bir gizli örgütün şefleri sanıyor. Daha doğrusu onun gözünde, özellikle ben, Türkiye’ye dağılmış gizli çetelerin başıyım. Göğüsleri fişeklikle kaplı, bombalı komitacılar var buyruğumda.
Ne diyorsam anlatamıyorum delikanlıya.
– Tabii, diyor, sizin örgütünüz gizlidir. Siz yeraltı çalışması yaparsınız. Elbette, biz gizli çalışıyoruz diye açıklayacak değilsiniz ya... Ben de sizin örgütünüzde çalışmak istiyorum.
Yemin üstüne yemin ediyorum:
– Yok vallahi, billahi yok... Ne örgütü, ne yeraltısı bre kardeşim... Şu halimize baksana...
Bitürlü inanmıyor.
– Tabii, tabii... Elbet böyle giyineceksiniz ki, kimse sizden şüphe etmesin.
Bir bela ki, anlatılır gibi değil... Sabah erkenden, çat kapı geliyor... Biz de, onun geldiği sırada ekmekleri çaya batırıp kahvaltı ediyoruz. Soruyor:
– Para alıyorsunuz değil mi?
– Ne parası?
– Dışardan para gelmiyor mu?
– Ne parası kardeşim?
– Canım gizli örgütü yönetmek için...
– Ne yediğimizi görmüyor musun? Parası olan böyle mi yer?
– Tabii tabii... diyor, böyle görüneceksiniz ki başkaları anlamasın.
Onu istemeyişimizin asıl nedeni başka. Söylemesi ayıp ama söyleyelim. Bu delikanlı bizim yiyeceklerimize de ortak oluyor. Maşallah çok da iştahlı. Bizim dört günde yemek için ayırdığımız zeytini bir kahvaltıda silip süpürüyor.
Günlerden bigün Istanbul’dan biri geldi. Bir arkadaşımız bize, onunla bir paket yollamış. Paketi açtık ki, Allah... Bir kızarmış tavuk, bir kutu kuru baklava... Biz iştahla bunlara bakarken kapı çalındı. Ben tavukla baklavayı toparlayıp dolaba saklarken, ev sahibi kadın da kapıyı açtı. Oğlan merdivenden çıkıyor.
– Merhaba! dedi.
– Merhaba! dedik.
Durdu, dikkatle baktı:
– Sizde bişey var... dedi.
– Ne var?
– Bir haliniz var bugün. Nedir?
– Yok vallahi bişey...
– Var, var, benden saklıyorsunuz.
– Kör olayım yok.
– Siz bana güvenmiyorsunuz. Sizde bugün bir değişiklik var.
Yok mok dedikse de yutmuyor.. Benim aklım, hep tavukla baklavada, ağzım sulanıp duruyor. Hay Allah, ne etsek de oğlanı başımızdan savsak?..
Belki onuncu kez,
– Sizin benden sakladığınız bişey var! dedi.
Gerçekten büyük bir gizli örgütün şefi pozunu takınarak,
– Evet arkadaş, dedim, senden gizlediğimiz bişey var.
Arkadaşım, gözleri büyümüş, bana baktı.
– Ama bugün sana her şeyi açıklayacağız.
Suratım asık, kaşlarım çatılmış, tok tok konuşuyorum:
– Bugüne kadar sana gizli örgütümüzde görev veremedik. Çünkü şimdiye kadar örgütümüz seni kontrol ediyordu. Artık sana güveniyoruz.
– Teşekkür ederim, dedi.
Saçından tırnağa dikkat kesilmişti.
– Sana şimdi bir zarf vereceğim. Bu zarfı, Yeşil Cami’nin avlusundaki çınar var ya... O çınarın oyuğuna bırakacaksın. Arkana bakmadan dönüp geleceksin. Sakın zarfı açayım, zarfı bıraktıktan sonra arkana bakayım deme... Şakaya gelmez ha... Bu, yeraltı örgütü. Bunun ucunda ölüm var.
Sofadaki kitaplarımın arasından aldığım zarfa boş bir kâğıt koydum, kapadım, eline verdim.
– Haydi, durma, marş!.. Bu iş, saniye işi...
Zarfı aldı, uçtu. Biz hemen sofrayı kurduk, tavuğa, baklavaya yumulduk. Hayatımda böyle neşeli bir yemek yediğimi hatırlamıyorum.

(Bir Sürgünün Anıları kitabından)

Bu anlatılan bizim hikâyemiz

20 Aralık 1915’te doğan Aziz Nesin, 80 yıllık yaşamına 100’ün üzerinde eser sığdırdı. Eğitim olanaklarından yoksun çocuklar için kurduğu Nesin Vakfı’nda bugün 42 çocuk öğrenim görüyor. Nesin Yayınevi’nin kitap gelirleri de vakıftaki çocukların eğitimine yardımcı oluyor.

Hiç devrilmeyen bir cümle
Sezen Aksu

Bu anlatılan bizim hikâyemiz


Aziz Nesin gibi bir değerin doğumunun üzerinden neredeyse 100 yıl geçmesi ne tuhaf... Bir çağ... Ne kadar zamanının ötesindeydi; hepimizin hayatında hâlâ ne kadar taze...
Çok şükür ki hayattayken birçok özel ânı paylaşabildik. Ne mutlu ki bunların bazıları da Aziz Nesin’in doğum günlerinde yaşanmıştı.
Müjdat Gezen, beni yıllar önce bir 20 Aralık akşamı, Aziz Nesin’in evine götürdü. Bir tuhaf tesadüf ki doğum günleri Onno ile aynı... Hemen karşısına çıkmadım, gizlendim. Müjdat’ı görünce çok sevindi ama belli etmemek için işi tatlı bir aksiliğe vurdu:
“Yahu nerede kaldın, bu saatten sonra doğum günü mü olur?” dedi. “Eli boş gelmedim ama” diye yanıtladı Müjdat. “Ne getirdin?” diye sorunca da Müjdat, “Ne denmez, kim diye sorulur” diye yanıtladı.
Ben o sırada sahnemin geldiğini anladım ve şarkıya başladım. Tabii çok sevindi, çocuk gibi mutlu oldu. Bunu daha sonraki yıllar da tekrarladık. Gerçekten unutulmazdı. Şimdi kıymetini çok daha iyi anlıyorum. Doğumunun 100. yıldönümünde, onu yazılarıyla anma fikri bende başka tınladı bu nedenle... Yaşamımdaki cümlesini paylaşmak istedim; müsaade istedim onu kendi hatırladığım gibi anlatmak için...
Çünkü benim hafızamda, onun kendisi başlı başına bir cümle... Son derece cesur, duyarlı, zeki ve hiç devrilmeyen bir cümle...

Aziz Nesin’i bir pazar ziyareti
Doğan Hızlan

Bu anlatılan bizim hikâyemiz


Aziz Nesin’in Çatalca’daki çiftliğinden herkes söz etmişti.
Çünkü o bildiğimiz çiftliklerden değildi, içinde çocuklar okuyor, öğreniyor, çalıp söylüyorlardı.
Ben de merak ettim, bir pazar annem Fevziye Hızlan’la teyzem Mehlika Yazar’ı alıp onu ziyarete gittim.
Dostları, tanıyanlar mizah ustasının aşırı tutumlu olduğunu hep söylemişlerdir.
Ben giderken Görgülü Pastanesi’nden büyük bir çikolatalı, vişneli pasta götürdüm.
Çiftliğe girdim, ilk gözlemim şuydu:
Gerçeklerle hayaller buluşmuştu, dün onun çektiklerini bugünün, yarının kuşağı çekmesin diye kurulmuştu.
Aziz Nesin, dostlarının tutumlu olduğu iddialarını yalanlarcasına, fırında tavuk, zeytinyağlı ayşe kadınfasulyesinin de olduğu bir sofrada ağırladı bizi.
Başka yemekler de vardı, hasılı zengin bir sofra olarak tasvir edilebilecek bir sofraydı.
Ertesi günden itibaren kime çiftliğe gittiğimi söylesem, hemen “Ne yemek vardı” diye sordular. Bu sorunun altında yatan hinliği hemen anladığım için, ziyafet sofrasını daha da abartarak övdüm, yüzlerindeki kıskançlık kasılmalarını görebilmek için.
Çikolatalı pastayı yemekten sonra hepimiz yedik ama çoğunu Aziz Nesin yedi, şekeri olduğunu hatırlattığımda da “Yahu bunların içine şeker değil sakarin koyuyorlar, dokunmaz” dedi.
Sonra çiftliği gezdim, çeşitli ağaçların, bitkilerin, hayvanların ürünlerinden neler yapılacağını ve vakfın gelirlerinin böyle sağlanacağını uzun uzun anlattı.
Güzel, inanmışlığın sözleriydi.
Elbet beni en çok etkileyen de piyanoydu, o an çalınmasa hiç çalınmayacak olsa bile o buradakilere güven veren bir simgeydi.
Sonra da çalındı.
O gün çalışma odasını da gösterdi, yıllar sonra şiirlerini yayına hazırladığım Celâl Sılay’ın yayımlanmamış bir kitabının Aziz Nesin’de olduğunu söylemiştim.
Ali Nesin, bilgisayarda öyle bir dosya olmadığını söylediğinde, “mavi kapaklı dosyalara bak” demiştim. Gerçekten de oradan çıktı...

Kutlukhan Perker çizdi

Bu anlatılan bizim hikâyemiz

Bu anlatılan bizim hikâyemiz

Cem Dinlenmiş çizdi

Bu anlatılan bizim hikâyemiz

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!