Duygu özürlü değiller ki...

Güncelleme Tarihi:

Duygu özürlü değiller ki...
Oluşturulma Tarihi: Mart 06, 1998 00:00

Haberin Devamı

‘‘Gönlümde öyle bir çiçek var ki bunu kimse koparamaz.’’

Fransız yazar Victor Hugo'nun, bir şafak vaktinde kaybettiği çocuğunun ardından fısıldadığı bu sözler, artık kısa bir yaşam içinde etrafını saran somut gerçeklerden haberdar olamayacak zihinsel özürlü, ama ‘‘her biri çiçek olan’’ çocukların umudunun ifadesi.

Azımsanmayacak bir rakam, son nüfus sayımına göre iki milyon ‘çocuk insan’dan oluşan, 1960'lı yıllara kadar görmezlikten gelinen bir dünya bu. Her birinin ayrı bir öyküsü var. Kimisi doğuştan, kimisi bir hastalığın ardından başka bir dünyaya kapatmış kendisini. Gözlerinin dünyasına...

Onlar sadece sevgiyi ve acıyı hissedebildikleri bir dünyada yaşıyorlar. Somut olanı gözleri ile kavrayıp yüreklerine kabul ediyorlar ve işte o zaman bir pırıltı ortaya çıkıyor gözbebeklerinde. Bazen bu pırıltı yüreklerine iniyor ve gönüllerinde yeni bir çiçek açıyor. Aşkın ‘özür’lü çiçeği...

Zeka özürlüler belki, ama asla duygu özürlü değiller. Sevebiliyor, hissedebiliyor ve aşık olabiliyorlar; saf ve çocuksu duygularını kaybetmeden...

İLK AŞKI BİR AMERİKALI

Emine, 25 yaşında. Hayatının sağlıklı geçen iki yılından sonra tuzağına düştüğü bir hastalık yüzünden sessiz bir dünya yaratmış kendine. Hocalara, yatırlara götürmüşler, duydukları gördükleri herşeyi denemişler ama çare bulamamışlar. Emine'nin karanlık dünyasını aralayabilen tek şey, annesi Nevin Dirik'in sevgi dolu sesi olmuş:

‘‘O otistikti. Onu karanlığından koparmak, kendini içine hapsettiği dünyadan çekip çıkarabilmek için yedi sene durmadan konuştum. Herşeyi ama herşeyi anlatıyordum. Yemek yapışımı, araba kullanışımı, güzeli, çirkini... Sonunda başardım. Şimdi baharın gelişini herkesten önce hissediyor, güzel giyinmeyi, iyi yaşamayı seviyor. Hala sesini duyamadık ama artık o otistik değil. Bana ‘‘anne’’ dediğini duymayı çok isterdim.’’

Yıllar beyin fonksiyonlarını geliştirmese de, fiziksel gelişimi sürmüş Emine'nin. Ergenlik çağıyla birlikte içgüdüsel sevgi dürtüleri çıkmış ortaya. Ama farklı bir sevgi; mantıksız, hesapsız, marazsız, saf ve platonik bir sevgi.

Ablasının Amerikalı ve sarışın arkadaşına aşık olmuş ilk önce. O güne kadar annesinin dışında kimseyi yanına yaklaştırmayan Emine, Garett'sız dolaşmaz olmuş sokaklarda. Onunla aynı masada yanyana oturmak istemesi, okşaması, koluna girip gezmesi bir nebze de olsa heyecan katmış yaşamına. Ama kısa sürmüş...

Sonra yakın akrabasından hoşlanmaya başlamış. Onun da sarışın ve renkli gözlü olması, cinsel seçiminin ipucunu vermiş ailesine.

Şimdi ise Gökhan var Emine'nin gönlünde. Yine sarışın ama bu sefer kendi dünyasından, o da zihinsel özürlü.

Bir gün Gökhan'ı yanağından öpmek istemiş Emine. Hem de Gölbaşı Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı Rehabilitasyon Merkezi'nin eğitim sınıfında. Ama Gökhan şikayet edince öğretmenler tepki göstermişler ve durum anneye ulaştırılmış. Emine'nin annesi Nevin Dirik tepkiye tepkiyle karşılık vermiş: ‘‘Fiziksel ve hormonal bir bozukluğu yok. O da benim hissettiklerimi hissediyor olmalı. Zaten ben onu mutlaka okuldan yakın bulduğu bir arkadaşıyla evlendirme taraftarıyım. Niye onlar da mutlu olmasınlar?’’

Dirik bu sözleri söylerken gözlerinden hafif bir endişe görünüp kayboluyor, çünkü Türk toplumunun buna hazırlıklı olmadığını biliyor. ‘‘Eşim bile bu gerçeği hala tam anlamıyla kabullenemedi. Aklının köşesinde hala bir ümit ve beklenti var’’ diyen Dirik, kendisinin ise artık mucize beklemediğini ve kızını olduğu gibi kabul ettiğini söylüyor.

TABİİ Kİ KIZLARA BAKIYOR

Ama kabul etmek her zaman o kadar da kolay olmuyor. Her anne-baba binbir hayalle bekliyor çocuğunu. Odalar hazırlanıyor, kıyafetler alınıyor ve aile yeni bireyin gelişine odaklıyor herşeyi. Ama doğum anında ya da sonrası, hiç hesapta olmayan bir ‘‘özür’’ herşeyi tepe taklak ediyor.

Özürlü bir çocuk sahibi olmak, insana önce kocaman bir ‘ahhh’ dedirtiyor. Büyük bir bocalama dönemiyle başlıyor yeni yaşam. Genelde babaların bir türlü kabullenmek istemediği ‘‘özürlü birey’’ herşeyiyle annenin sırtına biniyor. Kendini sağlıklı bir çocuğa hazırlayan anne, anneliği yeniden öğrenmek zorunda kalıyor: ‘‘İlk karşılaştığım somut zorluk doktordan çıktıktan sonra caddeden nasıl geçeceğimdi. Oğlumla ikimiz evde yalnızız. Hiç bilmediğimiz bir dünya bu. Nasıl başa çıkarım, ne yapabilirim. Doktor yapılacak birşey olmadığını, ancak eğitimle bir noktaya gelinebileceğini söylemişti. Korkmuştum. O akşam ciddi ciddi kestirmeden bir çözüm düşündüm.’’

Ali'nin annesi Ayşe Özkök'ün düşündüğü çözüm böyle bir zorlukla karşılaşan hemen hemen her annenin aklından geçirdiği bir yoldu:

‘‘Havagazını açıp Ali'yle beraber ölmek.’’

Ama Özkök dirençli ve cesur çıktı. Ali'yi özürlü değil, birey olarak kabul etti. ‘‘Ali'yle milyonlarca saat konuşmuşumdur. Anlasın anlamasın, artık Ali bir birey olduğunu hissediyor. Ali bir birey.’’

Bu davranış, ‘‘turnusol kağıdı’’ gibi saf ve doğal sevgiyi, ilgiyi hemen algılayan Ali'yi de cesaretlendirdi. Anahtarla kapıyı açamayan Ali, yıllar sonra çok uzak noktalardan eve yalnız başına gelebilme özgürlüğünü tattı.

‘‘Artık Ali ben hatalıysam ‘Hatalısın anne' diyebiliyor. Yalnız başına banyosunu beslenmesini çok doğal yapabiliyor.’’

Ancak toplum anne kadar özverili davranamıyor ve zihinsel özürlü çocuklara ‘‘deli’’ gözüyle bakılıyor. Devletten zaten yeterli desteği bulamayan özürlülere, toplum da ‘‘hazırlıksız’’ olunca bazen tatsız olaylar yaşanıyor: ‘‘Özürlü çocuklar buluğ çağını diğer çocuklardan daha yoğun yaşıyorlar. Örneğin Ali kızlara bakıyormuş. Genç bir kadın ‘Dişlerini kırarım senin, niye bakıyorsun' deyince Ali soluğu trafik polisinin yanında almış. Ali kartını gösterince de polis bir terslik olduğunu anlayıp teskin etmiş. Ama bu tür olaylar kötü de sonuçlanabiliyor. Çocuğunuz kullanılabiliyor, zarar görebiliyor. İşte bu yüzden atmaca gibiyim. Çocuğuma birisi yanlış birşey söyler, örselerse diye...’’

Beni Nobel'e aday gösterin

Özürlü bir çocuk annesi Müge Konor, paylaştıkları ortak acıları, sevinçleri ve zorlukları bir şiirle yansıtıyor, özürlü çocuk annelerini Nobel'e aday göstererek:

Aday gösterin beni Nobel'e/ Işıklar sönüp perde indiğinde/ Çok zor bir rol verdiler/ Bu hiç dekorsuz/ Kaygan sahnede

Koşmayı oynadım/ Hiç yürümeden/ Gülmeyi oynadım/ İçim gülmeden/ Ağlamayı oynadım/ Tek gözyaşı dökmeden/

Boşvermeyi oynadım/ Dolup dolup taşarken/ Yere sağlam basmayı bile oynadım/ Dünya böylesine dönerken

Aday gösterin beni Nobel'e/ Işıklar sönüp perde indiğinde

Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı'ndaki çocukların gözlerindeki pırıltı görülmeye değer. Vakıf Başkanı Makbule Ölçen, bu neşeyi ‘‘Almanya'daki okullarda çocukların herşeyi var ama sevgiden yoksun kalmışlar. Bizim çocuklarımızın pek parası yok burada sevgi içinde yaşıyorlar’’ sözleriyle açıklıyor.

Asıl toplum eğitilmeli

Uzmanlar annelerin atmacalığının topluma da yansıması gerektiğine inanıyor. Ailenin ve zihinsel özürlülerin yanısıra toplumun da bilinçli bir eğitimden geçmesi sosyal hayattaki sorunları da bir ölçüde azaltacak. Aslında toplumun ‘‘deli’’ gözlüğünü çıkarmasını sağlayacak bu girişimlere ilk pencere 29 yıldır bu mücadeleyi veren yine bir özürlü annesi Makbule Ölçen tarafından açıldı. Artık çocuklar hayatlarını, duygularını ve kaderlerini bir araya getirip sevgiyle yoğuran bir eğitim yuvasının kapısında buluşuyorlar. Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı'nın kapısında...

Her birinin ayrı bir öyküsü var. Kimisi doğuştan, kimisi bir hastalığın ardından başka bir dünyaya kapatmış kendisini. Zeka özürlüler belki, ama asla duygu özürlü değiller. Sevebiliyor, hissedebiliyor ve aşık olabiliyorlar.






Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!