Dayanılmaz ısrarın ağırlığı

Güncelleme Tarihi:

Dayanılmaz ısrarın ağırlığı
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 15, 1997 00:00

Yasemin BORAN
Haberin Devamı

Öğrendiklerimizi hayata nasıl aktarıyoruz? Kimi zaman farkına vardığımız davranışlarımız olsa bile çoğu zaman öğrendiklerimizin alışkanlığa dönüşmesiyle, farkında olmadan neler neler yapıyoruz... Sonra bize sorulduğu zaman işin içinden çıkamayıp nedenleriyle hiçbir bağlantısı olmayan açıklamalarda bulunuyoruz. Ya da ‘‘Biz de adet böyledir'' deyip kestirip atıyoruz.

Bu adetlerden bir tanesi var ki, bu da ‘‘ısrar etmek'', daha çocuk yaşlarda beni müthiş bunaltıyordu. Tabii o zamanlar buna karşı çıkamıyordum. Ancak ‘‘Neden bu kadar zorluyorlar'' diye düşünmekten de kendimi alamıyordum.

Hiç unutmuyorum, bir Şeker Bayramı'ydı. Ankara'da yaşayan amcalarımın ziyaretine gitmiştik. Benim çocukluğumda bayram günleri, uzaklarda yaşayan akrabaları görmek için ciddi bir vesileydi. O bayram da Ankara'ya gitmiştik. Herşey çok iyi, çok eğlenceli geliyordu. Taa ki, akşam yemeğine kadar...

Yemek sırasında olanlar oldu ve benim bütün keyfim kaçtı. Amcamın karısı özenerek yaptığı yemekleri tabağıma dolduruyordu. İstemediğimi söylüyordum. Fakat o yemem konsunda ısrar ediyor ve doldurmaya devam ediyordu. Bütün sevimliliğini takınıp ‘‘Bizim evde adet böyledir. Tabağa konulanlar bitirilir'' diyordu. Babamın gözlerinin içine bakıyor ve onun yardım etmesini diliyordum. Ancak, onun da yapabileceği fazla birşey yoktu sanırım.

Ne yapacağımı bilemez halde yemeğe başladım. Fakat tabağın içindekileri yiyip bitirmem mümkün değildi. Kendimi fena halde kötü hissetmeye başlamıştım. Karşı çıkamıyor, oturduğum yerde kıvranıp duruyordum. Amcamın karısı ise hala konuşuyordu. Neler söylediğini artık duymuyordum. Giderek bulunduğum yerden kopuyordum, insanlar, oda, masa herşey kayboluyordu. Sadece ve sadece önümde duran tabağı görüyor ve bitirmek zorunda olduğumu düşünüyordum.

Zaten tabiat olarak, yemek konusunda aşırı seçici, az yiyen, narin ve zayıf bir çocuktum. Kısaca meyvenin dışında yemeklerle pek aram yoktu. Ve şimdi önümde duran tabak silme doluydu. Hepsini bitirmek zorundaydım. Yemeğe başladım. Nasıl oldu, hatırlamıyorum fakat hepsini yedim. Bütün tabağı bitirmiştim. Alkış ve kahkaha sesleriyle yeniden bulunduğum ortama geri döndüm.

Oda, masa, insanlar, annem, babam yeniden belirmişti. Bulunduğum yere geri dönmemle birlikte içimde birşeyin burgu gibi döndüğünü ve midemden yukarı doğru hızla yükseldiğini hissettim. Oturduğum yerden fırladım. Fakat, banyoya kadar yetişemeden ne var ne yok yediklerimin tümünü boşaltmaya başladım.

Bütün üstüm ve etraf batmıştı. Ben ise rahatlamıştım. Fakat ne yazık ki, fiziksel rahatlığım duygularımı etkilemiyordu. Bulunduğum durumdan çok sıkılmış ve utanmıştım. Öylesine kuvvetli bir utanç duygusu sarmıştı ki beni, artık kendimi tutamıyordum. Ağlamaya başladım. Ağlamaktan da nefret ederdim. İnsanların önünde aciz ve utanç verici bir duruma düşmüştüm. Ve bütün bunların sebebi amcamın karısıydı. O dakika ondan da nefret etmiştim.

Daha sonra annem ve babam beni yatıştırmak için çok uğraşmışlardı. Fakat pek bir sonuç alamamışlardı. Orada kaldığımız sürece iyice içime kapanmıştım. Kimseyle konuşmuyor, sorulanlara kısa cevaplar veriyor, bir köşeye çekilip olabildiğince ortalarda görünmemeye çalışıyordum. Bu sırada amcamın karısının sadece bana karşı ısrarcı davranmadığını, herkese ve herşeye karşı büyük bir ısrarla üsteleyen bir tutum içinde bulunduğunu görmüş ve rahatlamıştım. Ancak bu kez de neden böyle davrandığını düşünmeye başlamıştım.

Örneğin anneme ‘‘Kahve ister misin?'' diye sormuştu. Annem istemediğini söyleyince ısrar etmeye başlamış ve sonunda kahveyi içirmeyi başarmıştı. Bir keresinde de annem, bluzunun çok güzel olduğunu söyleyince hemen hediye etmeye kalkışmış, annem istemeyince aralarında büyük bir mücadele olmuştu. Tabii sonunda yine o kazanmıştı.

Allahtan sadece dört gün kalmış, beşinci gün İstanbul'a geri dönmüştük. Bu süre içinde ısrarlarının haddi hesabı yoktu. Babam da dahil olmak üzere hepimizi ısrarlarıyla iyice bunaltmıştı. Ve ben daha yola çıkarken buradan gidiyor olduğumuz için çok mutlu olmuştum. İyi ki, Ankara'da yaşamıyoruz, diye düşünmekten kendimi alamadım. Şayet yaşıyor olsaydık o zaman bu kadınla devamlı görüşecek ve herhalde sonunda bunalıma girecektik.

Daha çocuk yaşlarda yaşadığım bu tecrübe, dikkatimi ‘‘Israr'' konusuna yöneltmişti. Misafirperverlik adına insanların birbirlerini nasıl bunalttıklarına şahit olmuştum. Sevdiğiniz birini ziyaret ediyorsunuz. Size mutlaka birşey ikram etmek istiyor. Siz birşey istemediğinizi söylediğiniz andan itibaren ısrarlar başlıyor. Bir bardak çay içiyorsunuz. Başka istemediğinizi söylüyorsunuz, bu kez de ikinciyi içmeniz için ısrar ediyorlar. Rahatsız olduğunuzu söyleseniz bile aldırış etmeyip, ‘‘Canım bir bardak çaydan ne olacak?'' deyip ısrarlarını sürdürüyorlar.

Veya rejim yapıyorsunuz. Evin hanımı kekler, börekler ve nefis yiyecekler hazırlamış. Zaten onları görünce iştahınız kabarıyor. Fakat bütün iradenizi kullanıp yemeyeceğinizi, rejimde olduğunuzu söylüyorsunuz. Size hemen ‘‘Canım bir dilim pastayla rejimin bozulmaz, hadi ye'' diyorlar. Siz yememekte direniyorsunuz. Fakat giderek direnciniz zayıflıyor. Zaten canınız da çok istiyor. Tabii yiyorsunuz. Fakat yedikten sonra kendi kendinize kızmaya başlıyorsunuz.

Israr etmek, illa da birşeyler ikram etmek öylesine bir alışkanlık haline gelmiş ki, ne sağlık, ne de karşınızdaki kişinin damak zevkini düşünmeden iyi bir şey yaptığınızı zannediyorsunuz. Sanki ısrar etmezsek karşımızdaki kişi alınacakmış duygularına bile kapıldığımız oluyor. Ve var gücümüzle ısrara devam ediyoruz. Karşımızdaki kişinin o sırada neler hissettiğini aklımızdan bile geçirmiyoruz. Yaptığınız ısrarların kendinize yapıldığını bir an için düşünseniz, bu tutumunuzdan hemen vazgeçerdiniz.

Bazı durumlarda ısrar etmek olumlu olabilir. Ancak, ben yine de ısrarcılığın insanı bunalttığını düşünüyorum. Yasemin'ce..

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!