Ben dahil hepimiz ikiyüzlüyüz

Güncelleme Tarihi:

Ben dahil hepimiz ikiyüzlüyüz
Oluşturulma Tarihi: Ekim 25, 1998 00:00

Haberin Devamı

Kendinizi ne kadar Türk hissediyorsunuz?

- Hiç. Ben bir profesyonel yabancıyım.

Ne kadar zamandır buradasınız?

- Sanki her zamandır.

Çok satan bir gazetede köşesi olan tek yabancısınız. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

- Açıklayamıyorum! Haklısınız, tuhaf bir durum. Bu arada yakın zamana kadar ben tek değildim, biliyorsunuz, bir de Hillary Clinton vardı! Hillary'yi bilmem ama ben Türkçe yazı yazmaktan çok keyif alıyorum. Ayrıca bir avantajım var: Köşe yazarı olarak orijinal olmak zor bir iş ama ben çaba harcamadan orijinal olabiliyorum, çünkü Türk değilim.

Türkiye'de yaşıyor olmanızın sebebi ne?

- Burada olmayı seviyorum eşim de Osmanlı tarihçisi.

Yani üç yıl sonra kendinizi Bangkok'ta bulabilir, orayı da sevebilir misiniz?

- Eskiden her sene bir tartışma olurdu evde, burada kalacak mıyız, kalmayacak mıyız diye. Demek istiyorum ki, artık pek olmuyor.

Yani yaşlanıyorsunuz.

- Sanırım.

PENCEREDEN BAK YETER

Çocukluğunuzdaki Türkiye'yle bugünkü Türkiye arasındaki fark ne?

- Herşey o kadar hızlı değişiyor ki bu ülkede, nostaljik olmak neredeyse imkansız! Yıllar önce Philadelphia'ya gittim, doğduğum evi, büyüdüğüm sokağı görmek için. Yanımdaki çocukluk arkadaşım, ‘‘Ne kadar değişmiş, değil mi?’’ dedi. Değişimin ne demek olduğu hakkında hiç bir fikri yok diye düşündüm, çünkü Türkiye'de yaşamıyor! İstanbul'da pencereden baksan bile farkediyorsun bu gerçeği, ertesi gün hiç bir şey aynı değil!

Sizce Türkiye'nin en büyük sorunu ne?

- Geçen gün enflasyon diye cevap vermiştim. Sonra eve gidince, farkettim ki, yalan! Türkiye’nin en büyük sorunu, inanın enflasyon değil, benim mermer merdivenim. Bizim evin çok güzel mermer bir merdiveni var, bütün mahallenin çocuklarının bayıldığı, ölerek kaydığı, komşu kızlarının dedikodu yaptığı. Ama biliyor musunuz çok gürültü yapıyorlar ve ben çalışamıyorum. Onları kovalamak istiyorum ama yapamıyorum. Vicdanım el vermiyor çünkü biliyorum en yakın oyun alanı aşağı yukarı bir kilometre uzakta. Ve vicdanımla müthiş bir mücadeleye başlıyorum. Oysa bizim evde çalışan Fatma Hanım için böyle bir şey söz konusu değil. Onları hemencecik kışkışlayıveriyor. Demek istiyorum ki, Türkiye’nin en büyük sorunu bu: Liberal vicdan ya da vicdansızlık!

Laiklik mi demokrasi mi daha acil çözülmesi gereken bir sorun? İnsan hakları mı şeriata karşı mücadele mi?

- Sağduyu daha önemli.

İş Bankası reklamındaki gibi mi!

- Ben pek fazla televizyon seyretmiyorum. Bir vadide oturuyoruz, TRT 1'den başka hiçbir şey almıyor. Kablo filan da yok. Zaten ben de iyi bir televizyon izleyicisi değilim. CNN'e yaptığım kendi haberlerimi bile izlemiyorum. Tabii ki demokrasi lazım. Ama sadece Türkiye değil, her toplum demokrasiye, zaman zaman antidemokratik yollarla ulaşılabileceğini savunuyor. Savunuyor da, bu bir derece meselesi...

Bizimkinin derecesi ne sizce?

- Biraz fazla.

Türkiye bir üçüncü dünya ülkesi mi?

- Siz size benziyorsunuz! Anti-laik olanlardan şüpheleniyorsunuz, takiye mi yapıyorlar diyorsunuz. Aslında herkes takiye yapıyor. İkiyüzlü olmayan yok. Ben dahil. Hepimiz ikiyüzlüyüz. Elit ve anti-elit arasında bir güç çatışması var ve ben taraf olmamaktan yanayım. Ama köktendincilerin bu ülke için hakiki bir tehdit oluşturduğunu da zannetmiyorum.

TÜRKİYE YAŞIYOR

Bu ülkede yaşamak eğlenceli mi?

- Öyle ki buradayım! Yoksa giderdim. Mesela İsviçre çok sıkıcıdır. Bir perşembe günü, Zürih'e gittim. Abimle buluşacaktım. Geldi. Gece filan da değil, öğleden sonra. ‘‘Nerede herkes?’’ dedim. Bilim kurgu filmleri gibiydi, kimse yok sokaklarda! Herkes çalışıyor. Nasıl da sıkıcıydı. hareket yok, ruh yok. Oysa Türkiye öyle değil. Yaşıyor. Ve ben burada kendimi çok serbest hissediyorum. Amerikalıyım ama İsviçre'de kendimi Türkiye'de olduğundan çok daha fazla ‘‘yabancı’’ hissediyorum.

Peki siz kendinizi gerçekte nereye ait hissediyorsunuz? Yani sizin ‘‘evim’’ dediğiniz ülke neresi?

- İngiltere'de de var evim, Türkiye'de de.

Aidiyet hissi, aidiyet!

- Ben anlıyorum da, siz anlamıyorsunuz: O kimlik sorununu ben 16 yaşındayken aştım. Amerikalı'yım ama Amerika'da oturmuyorum, İngiliz şivesiyle konuşmaya başlıyorum ama İngiliz değilim. Sonunda sıkıldım bu kimlik krizinden. Şu anda, hiç bir yere ait olmak istemiyorum ya da her yere aitim. Bir Türk gazetesine yazı da yazıyorum, yani bir anlamıyla bu topluma da aitim.

EMPATİ YAPIYORUZ

Peki bu ülkede yaşamanın zorlukları neler?

- Sigara dumanı. Hava kirliliği. Bir gün gitmek zorunda kalırsam, astım olmaktan korktuğum için olacak! Aslına bakarsanız, ‘‘yabancı’’ olmak kolay bir şey. ‘‘Onların kabahati benim değil!’’ deyip işin içinden çıkmak, sistemi suçlamak, hep kolay olanı. Önemli olan yabancı olup, insanın kendini yabancı gibi hissetmemesi, olan biteni anlamaya çalışması. Zaten bir gazeteci olarak sürekli hepimiz aynı şeyi yapmıyor muyuz? Empati. Herşeyi anlamaya çalışıyoruz. Ben herşeyi ciddiye almıyorum. Ama beni ciddiye alıyorlar...

Bu hoşunuza gidiyor mu?

- Hayır. Çünkü o zaman beni gerçekten anlamadıklarına kanaat getiriyorum. Bu da fena.

Size hiç casus suçlaması yapıldı mı?

- Elbette yapıldı. Yabancı nedir? Şiş kebap yiyen rakı içen, dansözleri seyreden, Kumkapı'ya giden biri, bir nevi turist. Ben turist değilim. Turist gibi de yazılar yazmıyorum. Peki o zaman neyim? Bazen nazik bir biçimde soruyorlar, bazen daha doğrudan. Her memleketin karanlık köşeleri vardır, o karanlık köşelerin de yabancılarla bağlantılı olması gerekir diye düşünülür. Her zaman değil ama bazen ben giriyorum bir gazeteci olarak o karanlık köşelere...

Elin gavuruna mı düşmüş, bizim memleket meselelerimiz hakkında yorum yapmak, gitsin kendi çöplüğünde ötsün diyorlar mı! Yani yukarıdan baktığınızı söyleyerek sizi eleştirenler var mı?

- Evet ve bazen doğru da söylüyorlar! Ben daha yüksek bir milletten gelmiş bir yaratık gibi eleştiriler de getirmiyorum, sahte olmamaya çalışıyorum, o kadar.

Türk olmayan biri bizi gerçekten anlayabilir mi?

- Çaba sarfediyorum bunun için. Hem de çok. Dahası bu çabamla ben kendim bile alay ediyorum zaman zaman. Herkesle alay ediyorum yazılarımda ama en çok kendimle.

Türkiye'ye dair yazılarında oto-kontrolünüzü neye göre ayarlıyorsunuz? Yani The Times'a yazarken başka biri, Sabah'a yazarken başka biri mi oluyorsunuz?

- Biraz farklılaştığım doğru. Yapmamaya çalışıyorum ama bazen elimde olmuyor. Türkiye'de yazarken eleştirdiğim bazı şeyleri yurt dışına yazarken savunuyorum. Yine de ben Türkiye'de yazıyor olmayı tercih ediyorum çünkü daha zor. Çünkü çaycısından Cumhurbaşkanı'na kadar herkes bu memleketi benden daha iyi biliyor. Ben onlara, onların bildiği şeyi anlatmaya çalışıyorum. Oysa dışarıya yazarken hep basitleşmek için çaba sarfediyorum.

Yazarken ‘‘Şunun ötesine gitmemem gerekiyor, bana düşmez!’’ diye düşündüğünüz oluyor mu?

- Yapmamalıyım demiyorum ama bu konuda fikir yürütmeye hazırlıklı değilim dediğim oluyor.

Sizce bir Türk İngiltere'de köşe yazarı olabilir mi? Demek istiyorum ki, sizin burada yaptığınızı yapabilir mi? İndependet'a tavsiye edebileceğiniz biri var mı yani, bilelim!

- İngiltere'de yaşayan bir sürü profesyonel yabancı var. Mesela meşhur bir Macar yazar var: George Mikes. Türklere gelince, orada eğitim görmüş Kıbrıslı Türkler var. Tavsiye edebileceğim birileri yok ama Türkiye'de yeterince iyi yazar var.

Amerika'da yaşamanın dezavantajları...

- Bütün akrabalarım orada.

Başka?

- Başka ne olsun. Siz benim akrabalarımı tanımıyorsunuz!

AH O AKRABALARIM

Akrabalar size nasıl bakıyorlar?

- Uzaktan! Üç kardeşiz. En büyük abim Amerika'da oturuyor, Amerikan şivesiyle konuşuyor. Ortanca abim müziysen, Kanada Montreal'de yaşıyor, uzun zaman Paris'te kaldı, doğal olarak Fransızcası, İngilizcesinden daha iyi, bir tuhaf konuşuyor. Bana gelince İngiliz şivesiyle konuşuyorum, Türkiye'de yaşıyorum. Akrabalarımız bize uzaktan bakmayı tercih ediyor.

Türk gazetelerini ne kadar okuyorsunuz?

- İtiraf etmek gerekirse, ben iyi bir gazete okuyucusu değilim. Geceleri, ertesi günün gazetesine İnternet'ten bakıyorum. Yazmayı okumaya tercih ediyorum.

Okumadan yazılabiliyor mu?

- Elbette.

En beğendiğiniz köşe yazarları...

- Aynı zamanda muhabir olanları severek okuyorum. Başka ülkelerde, herkes köşe yazarı olmak istemiyor, aksine muhabir olarak kalmak istiyor. Türkiye'deyse belli bir yaşa gelince köşe yazarı ya da yönetici değilsen aç kalıyorsun. Oysa, dünyada durum böyle değil.

Yeteri kadar para kazanabiliyor musunuz?

- Yeni tekliflere hep açığım!

Yazılarınızdaki o manav yaşıyor m? Yani var mı öyle bir manav!

- O manav benim! Ben meyve satıyorum aynı zamanda. Bazı sabit karakterler var yazılarımda, manav soyut ama mesela komşu gerçek bir komşu.

Tam olarak neyin temsilcisisiniz?

- Hiçbir yayın organının tam temsilcisi değilim. The Times'ın CNN'in Türkiye temsilcisi miyim bile bilmiyorum ama onlar için çalışıyorum. Türkiye'yle ilgili haberleri hep ben geçiyorum.

Bir Türk İngiltere'de sizin mesleğinizde sizin burada kazandığınız kadar para kazanabilir mi?

- At yarışları oynayacak mı? Zannetmiyorum kazanamaz. Çünkü Türkiye'den para alıyor olacak ki, o da yeterli olmaz. Ama gazetecilik zaten hiçbir memlekette para getiren bir meslek değildir. Çünkü insan ancak isteyerek yapar, zevkli bir iştir. Zevkli işlerden fazla para kazanamazsınız.

Oralardaki tranfer ücretleri ne seviyede!

- Az, buradaki gibi değil. Çünkü Türk basını farklı, eşi benzeri yok: Burada albaylar var piyadeler var, çavuş pek yok. Oysa yurtdışında öyle değil.

Yazarken Türkçe mi düşünüyorsunuz, İngilizce mi?

- Sadece okuyucularımı düşünüyorum. Asıl iş bir şey anlatmak. Ama merak ediyorsanız, İngilizce düşünüyorum.

Türk basınını nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Büyük sesle, büyük puntolarla konuşan, kendini çok ciddiye alan ve her zaman güvenilmeyen bir basın.

ÇAKICI HİÇ ARAMADI

Çakıcı hiç aramadı mı sizi?

- Hayır.

Üzüldünüz mü?

- Çoook! Ben sıcak haber yapmıyorum zaten. Yapamam ki. Üstelik yurt dışında kimse Alaaddin Çakıçı olaylarının farkında değil. Hikayesi o kadar karışık ki, kimse anlayamaz zaten...

En sık görüştüğünüz siyasetçi kim? Mesut Yılmaz'ı arasanız telefonunuza çıkar mı?

- Çıkmaz. Zaten çıkması da gerekmez. Siyasetçilerle pek görüşmüyorum. Benim yaptığım iş Türk gazetecilerinkinden biraz farklı. Yurt dışından istenen, genel bilgi yazmam. Dolayısıyla Ankara'da oturuyor olsaydım ya da siyasetçilerle çok görüşüyor olsaydım, daha fazlasını bilecektim, bu beni ilgilendirebilir ama The Times okuyucusunu ilgilendirmiyor...

Son soru, ne olacak bu memleketin hali, Andrew Abi!

- Biz derin meselelere büyük çözümler getirmeye çalışırken, bu hal hep devam edecek!

Profesyonel yabancı

İçimize sızmış bir profesyonel yabancı o. Adı Andrew Finkel.

Herkes aksanından dolayı onu İngiliz zannediyor ama aslında Amerikalı.

Annesi Broklyn'den, babası Philedelphia. Türkiye'ye ilk gelişi 32 yıl önce. Bizim memur çocuğu hikayeleri gibi, o da babasının görevi dolayısıyla önce İsviçre'ye, sonra da Türkiye'ye geliyor. Eğitimi için İngiltere'ye gidiyor ve 81'de doktora tezini araştırmak üzere yeniden Türkiye'ye geliyor, iki sene kalıp dönüyor. 89'dan beri İstanbul'da yaşıyor ve Türkiye'de en zor elde edilen mesleklerden birini yapıyor: Köşe yazarlığı.

Yabancı olduğu için de görüşleri özellikle merak ediliyor.

Beynime çip koydular

Neden yazdığınız kadar iyi konuşamıyorsunuz? Yoksa başka biri mi yazıyor yazılarınızı?

- Türkçeme fazla güvenmediğim için biri redakte ediyor.

Kim o?

- Açıklamıyorum. Çünkü o kişi istemiyor. Kendisi iyi bir yazar. Türkiye'de herkesin yazısı redaksiyondan geçse, inanın herkes daha iyi yazardı. İngiltere'de mesela, sub-editorlük sistemi vardır. En meşhur yazarlardan, meşhur olmayanlarına kadar herkesin yazısı redaksiyondan geçer.

Yazdıktan sonra sana fakslayayım da bir bak mı diyorsunuz...

- Meslek sırrı. Bana kalmasını tercih ederim. Yatak hikayesi anlatmak gibi bir şey bu.

Türkçe'ye nasıl bu kadar hakimsiniz diye soracaktım ama redaktöre mi sorsam!

- Beyin ameliyatı geçirdim gençken. Beynime bir çip koydular da...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!