Kara paranın cennet adası

Karayip yolculuğunda, hem tembelliğin tadını çıkarmak hem de ilginç yerler görmek mümkün. Ben de öyle yaptım.

Jamaika’da bilmediğim bitkilerle tanıştım, Grand Cayman adasında da zenginlikler karşısında yutkundum, dev kaplumbağaları, dev vatos balıklarını sevdim... Dönüş yolunda ise güvertede yatıp Karayip düşleri kurdum.

Çıkan kısmın özeti: ‘Florida’nın Fort Lauderdale limanından kalkan otelim Costa Atlantica, acelesiz, telaşsız, sıcak rüzgarların okşadığı Karayip denizindeki seferine devam ediyordu. Önce ABD’nin en güneyindeki Key West adasında Hemingway’e kadeh kaldırdım, daha sonra da Meksika’nın Cosumel adlı minicik adasında, beyaz kumlu plajın keyfini çıkardım...’

Gemi Cosumel’den sonra Jamika’ya doğru dümen kırdı. Bu, bir gün boyunca dur durak bilmeden yolculuk yapacağımız anlamına geliyordu. Bunu fırsat bilip, size biraz gemi yaşamından söz etmek istiyorum. İşe yeme-içmeden başlayacağım.

Costa Atlantica, boğazına düşkün olanlar için adeta bir cennet mekandı. Sabah kahvaltısında bir kuş sütü eksikti -belki o da vardı-; çeşit çeşit peynirler, salamlar, sosisler, beykınlar, türlü çeşitli omletler, isteğe göre pişen yumurtalar, sevenler için soğuk balık çeşitleri, isteyenlere diyet yağlar, peynirler, çeşit çeşit ekmekler, tatlı hamur işleri, rengarenk tropikal meyveler... Herhangi bir kısıtlama olmadan -Yağma Hasan’ın Böreği misali-, isteyen istediği kadar yiyebiliyordu.

Öğle yemeklerinde de insanlar -özellikle Amerikalılar-, buğday ambarına düşmüş aç eşek gibi davranıyorlardı. Öylesine çok çeşit vardı ki, yolcular hangisini alacağına karar vermekte zorlanıyordu. Biraz ondan biraz bundan derken, tabaklar tepeleme doluyor ve bu yemeklerin yarısı, birer ısırıktan sonra çöpe atılıyordu. Gemi İtalyan orijinli olduğu için, restoranın bir köşesi de İtalyan mutfağına ayrılıyordu. Orada çeşit çeşit makarnayı, rizottoyu, tepsi tepsi pizzayı bulmak mümkündü. Akşam yemekleri ise iki katlı büyük restoranda yeniyordu. Burada yemekler mönüden seçiliyor, garsonlar servis yapıyordu.

Mönüyü beğenmeyenler için ayrıca açık büfeler kuruluyordu. Bir de paralı bir restoran vardı. Buraya rezervasyonla giriliyor ve kişi başına 10 dolar ödeniyordu. Aslında gemide insan elini hiç cebine atmıyordu. Gemiye binerken verdikleri kart, hem kamaranın kapısını açmak için, hem limanlarda kimlik yerine, hem de harcamalarda kredi kartı niyetine kullanılıyordu. Hesap, yolculuğun sonunda, toplu olarak size fatura ediliyordu ki yolculuğun en tatsız anı bu andı.

MEŞGALENİN HER TÜRLÜSÜ

Gemide çeşitli manzaralara sahip 5-6 tane bar vardı. Her barda canlı müzik çalınıyor, şık şıkıdım hanımlar ve saçları jöleli beyler, bu müzikler eşliğinde içkilerini yudumluyorlardı. Hoşça vakit geçirmek için her şey düşünülmüştü. İsteyen sanat müzayedesine fiyat artırıyor, isteyen tombalada çinkoları kovalıyor, isteyen film seyrediyor, isteyen havuz kıyılarında güneşliyor, isteyen spor salonunda ter döküyor, isteyen lüks mağazalarda alış veriş yapıyor, isteyen sessiz bir köşede kitabıyla baş başa kalıyordu. Yemekten sonra ise bir grup tiyatro salonunda gösteri izlerken, diğer bir grup da kumarhanede şansını deniyordu.

Bana gelince; doktorum Tuğrul Okay’ın tembihleri içimi karartıyordu. Bu yüzden sabah erkenden kalkıp, soluğu spor salonunda alıyordum. Yürüyüş bandı, kondisyon bisikleti ve diğer aletlerle bir saate yakın kavga ediyor, kan ter içinde kalıyordum. Daha sonra kahvaltı salonuna gidiyor, onca lezzetli gıdanın önünden yutkunarak geçip, bir tabak yağsız, tuzsuz yulaf lapası ile yetiniyordum. Öğle yemeklerinde de pek lezzetli şeyler yemiyordum. Bir tabak salatanın yanına ya bir tavuk budu koyuyor veya sadece salata ile yetiniyordum. Akşamları ise rolümü değiştiriyordum. Doktorumun bütün tembihlerine kulaklarımı tıkayıp, önce barlardan birine tüneyip, içkilerin tadına bakıyordum. Daha sonra da restorana geçip, şarabıyla, makarnasıyla, midyesiyle, karidesiyle tüm zararlıları mideme indiriyordum. Yani akşamları ‘kurt adama’ dönüyordum.

Gündüzleri genellikle sessiz bir köşede kitap okuyor veya boş gözlerle denizi seyrediyordum. Gemi yolculuğu beni hep tembelliğe teşvik ediyordu. Öyle zaman oluyordu ki, kitabın sayfalarını bile çevirmeye üşenip okumaktan vazgeçiyordum.

YEŞİL CENNET

Bütün gün süren bir yolculuktan sonra, gemi ertesi sabah Jamika’nın doğu kıyısındaki Ochos Rios -Sekiz Nehir- kentine halat attı. Jamaika’ya 5 yıl önce de geldiğim için, bu yeşil cennetin pek yabancısı sayılmazdım. Karaya ayak basar basmaz, rutubetli sıcak havayı ve kulağıma gelen sesleri hemen tanıdım. Jamika’nın, insanı sırılsıklam eden bir havası vardı.

‘No women, no cry...’ Kıyıdaki bir kahvenin yarı açık penceresinden, Bob Marley’in bu ünlü şarkısı sızıyordu. Reggea, rom ve Ganja otu... Bunlar Jamaika’nın vazgeçilmez üçlüsünü oluşturuyordu. Dread denen lüle lüle saçlarıyla Bob Marley de, bu ülkenin yarı tanrısıydı. Onun seslendirdiği reggea öyle sıradan bir müzik değildi. Bir başkaldırı, toplumsal hoşnutsuzluğu ifade eden, Afrika’ya dönüş özlemini dillendiren bir müzik türüydü.

Jamaika’yı reggea’siz düşünmek, dünyayı havasız düşünmekle eşdeğerliydi. Ülkenin bütün radyo istasyonlarında, 24 saat kesintisiz bu müzik çalıyordu. Herkes yürürken, yemek yerken, çalışırken, koşarken, sevişirken hep bu ritme ayak uyduruyordu.

Dört bir yandan uçuşan kıvrak nağmelere kulak verip, kıvrak adımlarla -tıpkı onlar gibi- iskeleyi terk ettim. Aklımda botanik bahçesi vardı. Önce oraya gittim. Kalabalığın içine karışıp, bir komedyeni andıran rehberin anlattıklarını dinledim. Rehber işe, kendini tanıtmakla başladı. Söylediğine göre Afrikalı bir kölenin torunuydu. Geçekten de 1655 yılında adayı işgal eden İngilizler, ağır işlerde çalıştırmak için Afrika’dan binlerce köle getirmişti. Jamaikalılar işte bu kölelerin torunlarıydı. 1838 yılında özgür insanlara dönüşen dünün köleleri, bugün de farklı bir yaşam sürmüyorlardı. Ülkenin sanayii ve toprakları birkaç zenginin elindeydi. Jamaika halkı da bunların yanında boğaz tokluğuna çalışıyorlardı.

Her şeye rağmen Jamaikalılar, gördüğüm en neşeli, en tasasız insanlardı. Bunun sırrı sanıyorum rom, reggae ve ganja otunda -bir tür esrar- yatıyordu. Gerçeklerden uyuşarak kaçıyorlardı.

SIRILSIKLAM TURİZM

Botanik bahçesi oldukça ilginç bir mekandı. Tropik bahçede ülkedeki bitki türlerinden birer ikişer örnek vardı. Burada hayatımda hiç görmediğim ağaçları ve çiçekleri gördüm. Gezideki ikinci durağım şelale oldu. Kentin ismini oluşturan sekiz nehir bir tepede buluşuyor, sonra tek bir şelaleye dönüşüp, küçük tepeyi aşarak denize kavuşuyordu. Jamaikalılar bu şelaleyi kazanç kapısına dönüştürmüşlerdi. Parka yüksekçe bir ücret karşılığında giriliyordu. İsteyenler mayolarını giyip, nehrin içinde yürüyor, şelalenin döküldüğü tepeyi düşe kalka tırmanıyorlardı.

Ben turistlerin çığlık çığlığa tırmanışlarını seyretmekle ve onların fotoğraflarını çekmekle yetindim. Ochos Rios turunu bitirip gemiye dönerken, tepemde sabahtan beri dönüp dolaşıp duran bulutun azizliğine uğradım. O bulut adadan topladığı nemi, sağanak yağmura dönüştürdü ve beni iliklerime kadar ıslattı. Buluta kızmadım. Sığınacak bir saçak altı bulamadığım için kaderime razı olup, tropik yağmurun tadını çıkardım.

Gemi Jamika’nın bu küçük cennetinden ayrılıp dönüşe geçti. Yolumuzun üstündeki son durak Grand Cayman adasıydı. Bu adanın boyutları küçük olmasına rağmen şöhreti oldukça büyüktü. Söylendiğine göre, dünyanın kara parası burada aklanıyordu. Bu küçük İngiliz kolonisinde tamı tamına 550 banka, 325 sigorta şirketi, 29 bin şirket faaliyet gösteriyordu. Ben kara para işlerine aklımı erdiremediğim için, adanın bu şöhretiyle ilgilenmedim.

Cayman zengin bir ada olduğunu, saklamadan gözler önüne seriyordu. Başkent George Town’ın sahiline birbirinden lüks evler, oteller ve kulüpler sıralanmıştı. Duyduğuma göre burada arsaların metre kare fiyatları 3500 dolardan başlıyordu. Hindistan cevizi, ekmekağacı, muz, mango, portakal, limon, maun, palmiye, bambu ağaçlarının arasına gizlenmiş evler -daha doğrusu saraylar-, 8-10 milyon dolara müşteri buluyordu.

KAPLUMBAĞA CENNETİ

Bindiğim arabayla önce ‘8 Mil Plajlarına’ gittim. Sahil göz alabildiğine beyaz kumla kaplıydı. Boncuk mavisi denizle beyaz kumların birlikteliği, tahrik edici bir görüntü oluşturuyordu. Oradan kaplumbağa çiftliğine geçtim. Cayman adası aslında bir kaplumbağa cenneti idi. 1503’te bölgeye son yolculuğunu yaparken adayı keşfeden Kristof Kolomb, her tarafta kaynayan kaplumbağaları görünce adaya ‘Las Tortugas’ adını vermişti.

Çiftlikteki dev havuzlar tıka basa dev kaplumbağa ile doluydu. Bunlardan her yıl 9 bin tanesi denize salınıyor, geri kalanın ise eti hem marketlerde satılıyor hem de ihraç ediliyordu.

Adanın bir başka turistik gösterisinde de Stringrayler -dev vatos balığı- başrolü oynuyordu. Bir tekneye atlayıp, bu balıkların bulunduğu sığlığa gittim. Denizin içinde yürürken onların bana dokunmasından, etrafımda dolaşmalarından ilk başta ürktüm. Ama sonra alışıp, koca kanatlı, uzun kuyruklu balıkları kucağıma alıp, bir kedi yavrusu gibi sevdim.

Sonra limana dönüp, gemiyi gören bir restoranda -adada 200 restoran var- kendime bir ziyafet çektim: Buz gibi bira eşliğinde, kaplumbağa kıyması ile yapılan Batabano, marine edilmiş deniz salyangozu, tuzlu yeşil domates turtası, rum keki afiyetle mideme indirdim. Demir alma vaktine doğru gemiye bindim.

Costa Atlantica limandan ayrılırken üç uzun düdük çalıp Grand Cayman’ı selamladı. Sonra hiç durmadan son durak Miami’ye doğru yol aldı. Sıcak Karayip macerasında değişik mekanlar gördüm, tembelliğin tadını çıkardım. Yaşam akülerimi yeniden doldurup, kendimi İstanbul’un soğuk kucağına attım.

Size anlattığım gemi yolculuğunu ‘Cerrahgil Turizm’ firması pazarlıyor. Daha geniş bilgi almak isteyenler şu numarayı arayabilirler: (212) 232 4700
Yazarın Tüm Yazıları