Kalem, ben ve siz...

Aklımdan geçenleri bilseniz ödünüz patlardı.

Geleceğe ait onca görüntünün, düşüncenin arasından sizi korkutmayacak bir şeyler arıyorum.

O kadar zor ki bugünlerde yazı yazmak.

Hayata, insanlara, duygulara ait her cümle, hatta her kelime, hayatın kalabalıklara ait kısımlarından taşınmış kayalarla yapılmış duvarların arasına hapsoluyor; taş çatlaklarına dudaklarını dayayan kelimelerin zorlukla nefes aldıklarını, havasızlıktan kıvrandıklarını hissediyorum.

Kalem ağır bir çekiç gibi...

Sadece taşlara ve sert bir şekilde vurmak istiyor.

Onu yatıştırıp uysallaştırmaya çabalıyorum, kutsal bir mabedin merdivenlerine bırakılan adaklar gibi ona konular sunuyorum.

Konularıma vurup kırıyor.

Hatırlıyor musun o genç adamı, diyorum kaleme, hani tehditkar bir sükünetle akan nehrin kıyısındaki o küçük şehirde, çiseleyen yağmurla ıslanan kaldırımların parlak siyahlığı üzerinde yürürken ne demişti.

"Terk edememeyi yazsana," demişti.

"Niye insan birini terk edemez?"

Yalnızdı.

Bir kadını seviyordu.

Kadın gitmişti...

Ama zihni kadını terk edemiyordu.

Yüzüme bakmıştı.

Vitrin demirlerinin çoktan indiği, insanların evlerine çekildiği bu sessiz şehirde, odasına gitmeden önce bir kadeh daha içmek istiyordu, yalnızlığını bir kadehlik daha azaltmak için.

Hemingway’in her akşam meyhaneye giden kahramanını hatırlamıştım.

Evine gitmek istemeyen adamı.

Kalem, kaba, sert ve küstah.

Beni küçümsüyor.

Laf aramızda sizi de küçümsüyor.

Sanırım sizi biraz korkak buluyor.

Belki biraz da kör.

Bıraksam sizi de beni de vura vura parçalayacak.

Aklımdan geçenleri bilseniz ödünüz patlardı.

Aslında biraz hissediyorsunuz değil mi?

Aklınızla değil belki ama bir deniz kuşu gibi sezgilerinizle... Bir tuhaflık var, bazı işaretler, alışkın olmadığınız bir serinlik, ufukta pek sık rastlanmayan bir kararma, suların kabarması.

Korkuyor musunuz?

Henüz değil.

Şimdilik sadece huzursuzsunuz.

Büyük ve boş lafların içine girip saklanmaya çalıştığınızı görüyorum.

O laflar sizi korumaz ki...

Aykırı sözler söyleyemezsiniz değil mi kalabalıkların içinde.

Ben, sizin için üzülüyorum.

Kalem, sanırım benden daha öfkeli, o size kızıyor düpedüz.

Buna çok şaşırıyorsunuz, biliyorum.

Siz, kızmanın sadece sizin tekelinizde olduğunu, kalemlere ve yazarlara kızabileceğinizi ama kalemlerle yazarların size kızamayacağını sanıyorsunuz.

Kim soktu bunu sizin aklınıza?

Kendinizi "okuyucu" denilen ve kimliği belirsiz bir kalabalığın içine sıkıştırıp oradan "Okuyuculara böyle şeyler söyleyemezsin" diye bağırmak istiyorsunuz.

Sakın...

Sakın yapmayın.

Bu kalemi bir bırakırsam parçalar sizi.

Aklımdan geçenleri bilseniz ödünüz patlar.

Benim gördüklerimi görseniz, uykularınız kaçar.

Alışkın değilsiniz sertliğe.

Kalem de çok haksız sayılmaz, biraz korkaksınız.

Öylesiniz.

Ama ben size başka şeyler anlatmak istiyorum.

O genç adamı.

"Terk edememeyi yazsana," diyen adamı.

İnsanın yabancı bir şehirde yapayalnız yaşamasını, unutamamasını, içinde sürekli bir başka insanı gezdirmesini, onun sesini, görüntüsünü, kokusunu kendi sesinden, görüntüsünden, kokusundan bile daha yakın bulmasını.

Özlemesini...

Ulaşmayı hayal bile edemeden özlemek, hayallerle yatıştırılmayan, çıplak, dikenli bir özlemle sürekli kanamak, anılarının arasına saklanmaya çalışırken o anılarla yaralanmak.

Issız ve ıslak caddelerde yorgun bir gölge gibi kendini taşımaktan bıkarak yürümek...

İnsan niye terk edemez?

Nasıl olur da bazen bir başka insan ruhumuzu ele geçirir, bizi kendi ruhumuzdan çıkararak oraya yerleşir ve biz, canımız ne kadar acırsa acısın, onu oradan çıkartamayız, hatta çıkartma fikrine bile tahammül edemeyiz?

Yazı yazmak ne kadar zor bugünlerde.

Kalem bir çekiç gibi.

Duygularla, ruhlarla, hayallerle pek ilgili değil.

Ölüm, onu hayattan daha fazla ilgilendiriyor şimdilerde.

Ölen çocuklar.

Ölen genç insanlar.

Tehlikeli vadilerde, sarp yamaçlarda, tozlu köy yollarında...

Bir yerde çocuklar, gençler ölüyorsa onların ölümünden yaşlılar sorumludur.

Hangi genç bir savaşı başlatabilir, hangi genç bir savaşı durdurabilir?

Savaşları başlatanlar da durduranlar da yaşlılardır.

Ve ben yaşlı bir adamım.

O çocukların ölümünden ben sorumluyum.

Benim gibiler sorumlu.

Benim yaşlarımda olanlar.

Ve ben onların hepsi için üzülüyorum, biliyor musunuz?

Çocukları birbirinden ayırmıyorum.

Ya siz?

Acınız ölen çocukların kimliğine göre değişiyor mu?

Benimki değişmiyor.

Ben çocukları birbirinden farklı görmem.

Doğrusunu isterseniz çocukları vatanımdan da çok severim.

Bu, beni hain yapıyor mu?

Çocukları vatanımdan çok sevmek.

"Evet," diye bağıranlarınız olduğunu duyuyorum.

Bağırmayın.

Kolay ve çabuk cevaplar vermeyin.

Bir düşünün bakalım, vatanın çocuklardan daha kıymetli olduğunu size ilk kim söyledi, bu sizin fikriniz mi yoksa bunu size ezberlettiler mi?

Size başkalarının ezberlettiği sözler söylemeyin.

İsterseniz söyleyin tabii de, bu, sizi çok zeki biri yapmaz.

Vatanı çocuklardan çok severken, kendinizi ya da çocuğunuzu düşünün, tozlu bir köy yolunda biraz sonra patlayacak bir mayına doğru giderken ya da bir dağ kovuğunda biraz sonra bir baskına uğrayacakken...

Ölümü hissediyor musunuz?

Size dokunmak üzere olan ölümü?

Sizi toprağın altına sokacak o kemikli elin teninize değişini?

Çocuklara o el dokunuyor.

İstiyor musunuz bunu gerçekten?

Çabuk cevap vermeyin.

Olduğunuzdan daha insafsız, olduğunuzdan daha vicdansız görünmeye çalışmanın size de bir yararı olmaz.

Aklımdan geçenleri bilseniz ödünüz patlardı.

O genç adamla bir meydanda ayrılmıştık.

Arkasından bakmıştım.

Başını önüne eğmiş, kendi gölgesiyle kararmıştı.

Unutmak istediği bir kadını seviyordu, niye unutamadığını anlamaya çalışıyordu, niye onu sevmekten vazgeçemediğini.

"Terk edememeyi yazsana" demişti bana.

Onun terk edemediği, onu terk etmişti.

Kendini bırakan birini bırakamıyordu.

Yabancı bir şehirde, yapayalnız, hayalsiz bir özlemle kıvranıyordu.

Onun yürüyüşünü anlatmak isterdim size, adımlarını, içe çökmüş omuzlarını, öne eğilmiş başını, kamburlaşmış sırtını, küçülmüş bedenini, bomboş bir meydanda gölgelerle nasıl ezildiğini.

Kalem bir çekiç gibi.

Öyle zor ki bugünlerde yazı yazmak.

Nerdeyse kendine bile düşman kalem, incelikli bir cümle yazsa o cümleyi parçalayacak.

Benden hoşlanmıyor.

Sizden de hoşlanmıyor.

"Kutsal" okuyucuya kızan bir kalem.

Bıraksam size öyle şeyler anlatacak ki korkacaksınız.

Bir şeyler seziyorsunuz, değil mi?

Henüz korkmuyorsunuz belki ama huzursuzsunuz.

Tuhaf, alışkın olmadığınız bir şeyler var havada.

İçine saklandığınız kocaman laflar eskisi kadar sıkı korumuyor sizi, üşüyorsunuz.

Küçük, sıradan cümleleri deneyin.

Ezberlettiklerini değil, hissettiklerinizi söylemeyi...

"Terk edememeyi" siz anlatmak ister misiniz?

Siz de biliyorsunuzdur o duyguyu.

Ya da ölümün çocuklara nasıl yaklaştığını?

O duyguyu bilmiyorsunuz.

Başkalarına ait bir gerçek o, değil mi?

Ya sadece başkalarına ait değilse, ya hepimize aitse artık?

Aklımdan geçenleri bilseniz ödünüz patlardı.

Çok zor bugünlerde yazı yazmak.

Kalem çekiç gibi.

Galiba yalnızca çocuklardan bahsetmek istiyor.

Bıraksam sizi parçalayacak.

Kızıyor sanırım size.

Çocukları sevmediğinizi düşünüyor.

Bıraksam, ben de dahil bütün yaşlılara "Çocukları öldürmeyin alçaklar" diye bağıracak.

Ben onu bırakmıyorum.

O da beni başka bir şey yazmaya bırakmıyor.

Zor günler bunlar.

Aklımdan geçenleri bilseniz ödünüz patlardı.
Yazarın Tüm Yazıları