Hz. Musa’ya düşmanlıkta ileri gidiyordu. Firavun’un akıl hocası konumundaydı.
Ona, övünme, Allah seni de malını da bir gün yok edebilir dense de oralı olmazdı. Bu mal ve güç benim kendi imkânlarımla kazandıklarımdır derdi. Hem imansızdı ve hem de kurnazdı. İnsanların çoğu onun yerinde olmak isterlerdi. Öyle ya, hem firavunun sırdaşı ve hem de dokunulmaz bir güç sahibi olmak kolay mı!
Ama bütün bunların hiçbiri Karun’a yetmedi. Bir gün Firavun’a dedi ki, Musa’yı etkisiz hale getirmenin yolunu biliyorum. Firavun büyük bir heyecanla “Bana bu yolu göster” deyince, Karun, Firavun’a çirkin bir plan sundu. Şöyle dedi: “Mısır’ın yoldan çıkarılmış hayat kadınlarının patronu olan bir kadın var. Bu kadın, son derece kurnaz, dilli, para göz ve meşhur bir kadındır. Para için yapmayacağı hiçbir şey yoktur. Ben bu kadınla konuşup onu ikna edeceğim ve Musa ile zina yaptığını söyleteceğim. Sen de Musa’yı büyük bayram günü halkın huzuruna davet et. Kadını çıkarırız, kadın da Musa ile zina ettiği iftirasını atar, böylece Hz. Musa’yı halkın gözünde itibarsız yaparız. Senin ilahlığının önündeki en büyük engel olan Musa böylece etkisiz hale gelmiş olur.” Bu kurnazca fikir, ilahlık iddiasındaki zavallı Firavun’un hoşuna gider.
Karun, Mısır’daki bu bilinen kadınla konuşur. Ona der ki, bayram günü halkın huzurunda Musa ile zina ettiğini söylersen seni ağırlığınca altın ile mükafatlandırırım. Kadın der ki, “İstersen bütün Mısır’la zina ettiğimi söyleyeyim. Bu benim mesleğim neticede. Kimden korkarım ki...”
Nihayet o gün gelir. Her şey kurgulanmıştır. Kadın perdenin gerisindedir. Halk platformun önünde Hz. Musa’yı beklemektedir. Hz. Musa ise, Firavun’un daveti üzerine -konunun ne olduğunu bilmeden- gelir. Firavun büyük bir vakar ve ihtişamla gelen Hz. Musa’ya şöyle sorar: “Musa! Senin dininde zina haram mı?” Hz. Musa tereddütsüz “Evet haramdır” der. “Peki” der Firavun; “zina işleyen Musa olsa da bu böyle midir.” Hz. Musa “Evet, İmran’ın oğlu Musa da olsa bu böyledir” cevabını verir.
Bu cevabı bekleyen Firavun perde gerisindeki kadına seslenir: “Çık ve Musa ile zina ettiğini ilan et!” Bir anda koca meydanda büyük bir çalkantı oluşur. Öyle ya, sıradan herhangi bir insanın dahi altından kalkamayacağı bir fiil ve isnadı, bir peygamber nasıl karşılayabilir. Hz. Musa’nın o anki hali, elbette her türlü tahminin üzerinde bir durum arz eder.
Denir ki Hz. Musa dönüp kadına bakmaz bile. Elindeki bastonunu yukarıya doğru kaldırır ve kadına sorar: “Allah’ın adına sana soruyorum ey kadın. Seninle zina ettim mi?” Firavun, Karun, Haman ve etrafındaki peygamber düşmanları büyük bir iştahla kadının cevabına odaklanırlar. Halk büyük bir şaşkınlık içinde olayı anlamaya çalışmaktadır. Herhalde orada kendinden emin olan tek kişi Hz. Musa idi. Hz. Musa’nın bu büyük sözüne, yeminine muhatap olan meşhur kadın yutkunur ve sonra bütün meydanda yankılanan şu cevabı verir. “Allah’ın adına diyorum ki ey Musa, sen elbette benimle zina etmedin. Ve sen ey Musa, gökten inen yağmur suyundan bile daha temizsin.”
Yüce Allah kıyamet günü şöyle buyuracak.
- Ey insanoğlu ben hastalandım. Fakat sen beni ziyaret etmedin.
- İnsan der ki: Ya Rabbi! Ben seni nasıl ziyaret edebilirim. Sen âlemlerin Rabbisin.
- Allah buyurur: Bilmez misin ki falan kulum hastalandı da sen onu ziyaret etmedin? Ve yine bilmez misin ki, eğer sen onu ziyarete gelseydin and olsun ki, beni onun yanında bulacaktın.
- Yüce Allah yine soracak: Ey Ademoğlu! Ben senden yiyecek istedim. Sen vermedin.
- İnsan diyecek ki: Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbisin, ben sana nasıl yemek verebilirim.
- Yüce Allah buyurur: Bilmez misin ki falan kulum senden yemek istedi de sen onu doyurmadın. Yine bilmez misin ki, eğer sen onu doyursaydın and olsun ki, beni onun yanında bulacaktın.
Kuran-ı Kerim sınırsız zevklerin, teraziye konmamış güzelliklerin yaşanmasında ölçüyü kaçırmamayı ister. “Bütün güzelliklerinizi dünya hayatında tükettiniz. Ve onlardan açgözlülükle yararlandınız.” (Ahkaf, 20) Bu ayet-i kerime nefsani arzularını ilahlaştırmış olanlara ahrette söylenecek bir sözü hatırlatıyor.
Siz iki gün üst üste et yemenin teraziye konacağını hiç düşündünüz mü? Veya bir günde, iki defa et satın almanın sorgulanabileceğini. Hayır diyorsanız o zaman şu satırları benimle beraber takip edin.
Dönem Hz. Ömer (r.a.) dönemi. Hz. Ömer’in halifeliği dönemi genellikle bolluk ve refahla geçer. Ancak hicri 18. yılda zor bir yıl yaşanır. Bu yıla kıtlık yılı adı verilmiştir. Bu yılda Hz. Ömer aynı öğünde iki çeşit yemek yememiştir. Hatta uzun süre kuru ekmek ve sirke yiyerek halkın yaşam zorluğunu paylaşmıştır. Yani halk gibi yaşar. İdaresi altındakiler istediklerini yiyemiyor diye o da yemez. Az yer. İstediğini tüketmez.
Medine’de Avvam’ın oğlu Zübeyr’e (r.a.) ait bir mezbaha vardı. Medine’nin tek mezbahasının burası olduğu da söylenir. Hz. Ömer zaman zaman buraya gider, kesimlerde ve alım satımda bir usulsüzlüğün olup olmadığını denetlerdi. Bu mezbahada alışveriş yapanları gözetlerdi. Bir gün şöyle bir olay meydana geldi. Hz. Ömer mezbahadan et satın alan bir adama dikkat etti. Bu adam bir gün önce de et satın almıştı. Hz. Ömer adama doğru yürüyerek elindeki kırbacı salladı ve şöyle dedi: “Midene biraz sahip olsan da, komşuna ve amcaoğluna yardım etsen olmaz mı. Her gün et yiyeceğine onun parasını muhtaç olan komşuna ve amcan oğluna versen olmaz mı” (İbnül-Cevzi, Tarihu Ömer, s. 96, Ali Tantavi, Ahbaru Ömer, s. 6)
Kıtlık yıllarıdır. Herkes et yiyemiyor. Ama bazı insanlar bu tür nimetleri fazlasıyla tüketiyor. Hz. Ömer’in hassasiyeti bu noktada yoğunlaşıyor. İslam âlimleri Hz. Ömer’in bu tavrını helali haram kılma olarak algılamamışlardır. Bu tavır, ayetlere (A’raf, 157; Bakara, 172) aykırı değil derler. Zira olağanüstü bir dönemde olağanüstü bir yöntemle, siyasi etik gereği böyle davranmış derler. Bunu hukukçular ‘maslahatı amme’, genelin yararını gözetmek için özel tasarrufta bulunabilme kapsamında değerlendirir.
Benzeri bir olay da şöyle gelişir. Medineli bir işverenin yanında çalışan işçiler başka bir adama ait bir deveyi çalarlar. Deveyi keserler ve etini yerler. Devenin sahibi suçluları ararken bu işçileri bulur. Benim devemi çaldınız diye onları Halife Ömer’in (r.a.) huzuruna getirir. Hz. Ömer, işçilere deveyi çalıp çalmadıklarını sorar. Adamlar çaldıklarını itiraf ederler. Kıtlık yıllarıdır ve insanlar sıkıntı içindelerdir. Hz. Ömer neden deveyi çaldınız der. Derler ki, işverenimiz bizim hakkımızı vermedi, ücretlerimizi alamadık. Aç kaldık. Bu adamın ağılından devesini alıp kestik ve yedik. Cezamıza razıyız.
Hz. Ömer işvereni çağırtır. İşçilerin ücretini neden vermediğini sorar. Adam, değişik bahaneler ileri sürerek kaçamak cevap verir. Hz. Ömer, kesilen devenin parasını bu işadamına ödetir. Sonra da işçilerin parasını ödemesini emreder, işveren işçilere de haklarını verir. Devenin sahibi ve işçiler gittikten sonra Hz. Ömer işverene döner ve şöyle der: “Allah’a yemin ederim ki, bir daha işçilerin veya çalışanların senden haklarını alamadıkları için başkasının malına zarar verirlerse onlara değil ama sana ceza uygularım. Ve seni hırsız olarak hesaba çekerim. Hadi işinin başına dön ama mazlumların parasını gasp etmeden işini yap.”
Her şey böyle. Sağlık, gençlik, boş zaman, yetki, güç gibi bütün imkânlar böyledir. Elimizden yitince fark ediyoruz ama yapacak bir şey kalmıyor artık.
Elimizden yitip gidecek en önemli nimetlerden birisi de kutsal kitabımız olan Kuran-ı Kerim’dir. Bu hususu Hz. Peygamber (s.a.v.) bazı hadislerinde anlatıyor. Kıyametin kopmasına az bir zaman kalınca meydana gelecek bu ürpertici bilgiyi Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle haber veriyor: “Elbisenin nakışı eskiyip gittiği gibi, İslamiyet de eskiyip gider. Hatta, oruç nedir, namaz nedir, hac ve umre ibadeti nedir ve sadaka nedir bilinemeyecektir. Allah’ın kitabı Kuran-ı Kerim de bir gecede kaldırılıp götürülecek ve yeryüzünde ondan tek bir ayet bile kalmayacaktır. Çok yaşlı erkekler ve pek ihtiyar kadınlardan oluşan birtakım insanlar kalacak ve ‘Biz babalarımızın öğrettiği şu La ilahe illallah kelimesi üzerine yetiştik de dinden sadece bu kelimeyi biliyoruz. Ve sadece bu kelimeyi söyleriz diyeceklerdir” (İbn-i Mace, terceme ve şerhi Haydar Hatipoğlu, Fiten, Hd: 4049) bu hadis şüphesiz çok sarsıcı bir hadistir. Kıyamete yakın bir dönemde bu olay meydana gelecektir. Kuran-ı Kerim’in içindeki ayetlerin silinmesi iki şekilde olabilir. Ya gerçekten de bir sabah kalkıldığında ve Kuran-ı Kerim açıldığında dünyadaki bütün Kuran sahifelerindeki ayetlerin kaybolduğunu göreceğiz... Çünkü insanlar O’nu yaşamadılar. Onun gereğini yerine getirmediler. Yüce Allah da kitabını hak etmeyenlerden kaldıracak. Ondan sonra da kıyamet kopacak. Sanki Yüce Rabbimiz, kelamının bulunduğu kainatı yok etmiyor da, kitabını kaldırdıktan sonra kıyamete müsaade ediyor.
Veyahut da, insanlar Kuran-ı Kerim’i yaşamadıkları için Kuran ayetleri sanki gönüllerinden silinmiş olacak. Dünyalık için okunacak, ders almak için değil. Kuran-ı Kerim’den doğru ve hayati mesajlar çıkarılacağına içi boş yorumlar ve şifremsi hezeyanlara mahkûm edilmeye başlanacak.
Aslında Kuran’ın kendisi bu yorumu güçlendiriyor: “Peygamber, ey Rabbim, kavmim şu Kuran’ı terk edilmiş bir şey haline getirdi dedi”. (Furkan, 30)
Hz. Peygamber de (s.a.v.) başka seferde Kuran’dan uzaklaşmayı, şöyle ifade ediyor: “Gün gelecek elbisenin eskidiği gibi, Kuran da bu ümmetin bir kısmının göğsünden alınıp eskiyecek. Onlar Kuran’dan başka şeye daha çok itibar edecekler. İnsanlar ölçüsüz bir açgözlülüğe yakalanacaklar. Allah’ın hakkını çiğnediklerinde hiçbir endişe ve korku hissetmeyecekler. Bir günah işlediklerinde ‘Allah elbette beni affeder’ diyecekler. Onlar kuzu postu, deri elbise giyecekler ama kalpleri kurt gibi olacaktır. (Acımasız ve toleranssız olacaklar, görünüşte uysal görünseler bile) en iyileri, kötülüğü emredip iyiliği yasaklayanlar olacaktır.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) vahye dayalı ilmin günün birinde yok olacağını söylediklerinde, sahabeden Hz. Ziyad anlamak için sorar: Ama biz evlatlarımıza Kuran’ı okutuyoruz. Onlar da evlatlarına okutacaklar. Bu vahiy ilmi nasıl yok olacak ki?
Hz. Peygamber: “Hayret sana Ziyad! Ben seni anlayışlı bilirdim” dedikten sonra ehli kitaptan yararlanamadıkları gibi Müslümanların da Kuran’dan ders almayacaklarını anlatır... (İbn Mace, Fiten, Hd. 4048)
Dünya hayatına sadece sefa ve zevk için gelmediler. Varlık gerekçeleri, Yüce Yaratıcının farkında olmaları, O’nu bilmeleri ve iman etmeleridir. Onur ve şereflerinin korunması hakları vardır. Biri diğerinden farklı olabilir ama üstün değildir. İmtiyaz sahibi değildir. Biri diğerinin hizmetkârı ve kölesi hiç değildir.
Bütün bunlar doğru ve güzel tespitler. Ama gerçek hayatta bu ölçüler geçerlilik arz ediyor mu? Büyük bir oranda uygulama maalesef böyle değildir
Ülkemizde yaşayan, her yaştan kadından yıllardır sıkıntılarını aktaran telefon ve şikâyet mail’leri alıyorum. Kadınlarımızın şikâyet ettikleri sıkıntıların bir kısmını şöyle sıralayabilirim:
Kadınlar dövülüyor: Birçok kadın ya dövülüyor veya şiddete maruz kalıyor. Bunun temelinde erkeğin kadını kendinden daha aşağıda ve eksik olarak görmesi anlayışı yatıyor. Erkek kadının kendisine hizmet için yaratıldığını zannediyor. Onun için de isteğini elde edemeyince işi zorbalığa döküyor. Kadının dövülmesi, onun onurunu zedeler. O’nu hayattan koparır. Kendisine saygısını yitirtir. Kocasına karşı da sevgi ve saygısını kaybeder. İslam kadının dövülmesini ahlaki erdemlilikle bağdaştırmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) eşini dövenleri: “Gündüz döversiniz, akşam da utanmadan yanına yatağına girersiniz” diyerek kınamıştır. Toplumumuzda bırakınız dövülmeyi, başı kesilerek, işkence edilerek öldürülmüş o kadar ürpertici hadise var ki, ne yazık ki artık bu tür cinayetler ‘vaka-yı adiye’den -sıradan olay- sayılmaya başlandı.
Kadınlara ailesiyle görüşme yasağı konuluyor: Kadınlarımızı en çok yaralayan hususlardan birisi de, eşinin ailesiyle yaşadığı bazı maddi veya manevi anlaşmazlıkları bahane ederek eşinin, ailesiyle görüşmesine sınır ve yasak koymasıdır. Erkek, karısının babasına veya ağabeyine kızıyor ve karısına onlarla görüşmeyeceksin, gitmeyeceksin diyor. Bu, zulümdür. Haksızlıktır. Sıla-i rahim denilen aile birliğini zedelemektir. Erkek, hanımını babasından, annesinden, ailesinden koparamaz. Koparırsa zalim olarak adlandırılır. Ben, yirmi yıldan beri babasıyla görüşemeyen kadınlar biliyorum. Ufak bir gerekçeden dolayı kocası onu baba ve annesinden koparmıştır. Bu noktada şu soruyu somak istiyorum erkeğe: Birisi sizden babanız ve annenizle görüşmemenizi isterse siz ne yapardınız?
Son yıllarda dikkatimi çeken önemli bir tespiti yapmak istiyorum. Her din mensubu peygamberine iman eder ve sever. Museviler Hz. Musa’ya, Hıristiyanlar Hz. İsa’ya bağlılardır. Severler. Biz de bu tertemiz peygamberlerin peygamberlik sıfatlarına iman ederiz. Amentümüzdür bu bizim. Peygamber ayırmayız. Ama söz konusu Hz. Peygamber (s.a.v.) olunca, elbette sevgi ve bağlılık tansiyonu yükselir. Bu hassasiyet bunun da ötesine geçer. Bence milletimiz Peygamberimize (s.a.v.) aşk derecesinde vurgun. Biz O’na âşığız. O’nun Mekke’de kuru ekmek yiyen bir kadının oğlu olduğunu unutmadan, O’nun kul Peygamber olduğunu unutmadan, O’nun Yüce Yaratıcıdan herhangi birimizden daha çok tövbe ve bağışlanma dilediğini unutmadan, O’na işte öylece bağlanmışız. Sözüm elbette böyle inanana ve iman edenedir. Nasipsiz olana diyecek sözüm elbette olmaz.
Bu yazımın bundan sonraki bölümünü, O’ndan yansıyan ölümsüz hatıralara terk ediyorum ve oradan sessizce çekiliyorum.
Hz. Ömer anlatıyor: “Bir gün Resulullah’a (s.a.v.) gittim. Öğle sonrasıydı. Odasında uzanmış dinleniyordu. Ben içeri girince doğruldu. Dikkat ettim. Üzerinde uzandığı hasır, böğründe derin iz yapmıştı. Uzanacağı kalın bir döşeği yoktu. Bu hali görünce ağladım. Benim ağladığımı görünce ‘Neden ağlıyorsun Ömer’ dedi. Dedim ki ‘Ey Allah’ın Resulü! Kisralar -İran kralları-, Kayserler -Roma imparatorları- kuştüyü yataklarda uzanırken sizin bu mütevazı haliniz beni hüzünlendirdi. Zoruma gitti.’ O, gülümsedi ve şöyle buyurdu: ‘Ömer! Allah’a yemin ederim ki, isteseydim Allah benim için şu Uhud Dağı’nı altına çevirirdi. Ama ben, bir gölgede dinlenip yoluma devam eden bir yolcu gibiyim. Ötesine ihtiyacım yoktur’.”
Bir çarpışma sonrasıdır. Çarpışma sahasından geçince atların altında kalmış bir çocuk cesedi görür. Muhtemelen annesi tarafından getirilmiş bir çocuk. Kimin çocuğu olduğu belli değil. Nasıl geldiği, nasıl öldüğü de. Ama bu manzarayı görünce, birdenbire irkilir. Yüzünün tümüne derin bir hüzün yansır. Herkesin duyacağı bir sesle haykırır. “İnsanlara ne oluyor ki, kadın ve çocuk öldürüyorlar. Ya Rabbi! Bil ki Muhammed bundan haberdar değildir. Ya Rabbi Muhammed bundan razı değildir.” Bütün bir gün boyu bu hali devam eder. Nihayet arkadaşları O’nun kızgınlık ve hüznünü dindirmek için araştırırlar ve bu çocuğun annesi tarafından savaşa getirilmiş ve mücadele arasında serseri bir darbeyle hatayla öldürülen bir müşrik aileye ait olduğunu öğrenirler. Gelirler ve Hz. Peygamber’e bunu söylerler. “Efendimiz” derler, “bu müşrik bir ailenin çocuğuymuş. Üzülmeyiniz!” Sakinleşeceği umulurken hiddeti daha da artar. Ve şöyle buyurur: “Öyle mi! Demek ki müşrik bir ailenin çocuğu! Ya siz neydiniz. Sizler de müşrik birer ailenin çocukları değil miydiniz?” Hatayla öldürülen bir çocuk karşısında bunca rahatsız oluyordu. Hem de çocuğun ve ailesinin dinini, ırkını hiç merak etmeden, sorgulamadan. Ya bugün: Medeni dünyanın yağdırdığı tonlarca bomba altında, ateşli silahların cehenneme çevirdiği coğrafyada, hayatını kaybeden binlerce masum çocuk! Ya onların adına kim haykıracak. Ya onların adına: Ya Rabbi bunlardan ben sorumlu değilim diye kim söylenecek. Kendilerinden medeniyet, insanlık, adalet, tarafsızlık ve rahmet beklenenler onca kahır sunarken kim, kimi, kime şikâyet edecek?
O’na en büyük düşmanlığı yapan Ebu Cehil ölmüş. İslam’a karşı şiddetli muhalefeti yapanlardan birisi de bu zatın oğlu olan İkrime’dir. Ve İkrime babasının yolundan devam eder. İkrime daha sonraki yıllarda Müslüman olur. Hatta Hz. Peygamber’i ziyarete gideceğini haber verir. Peygamberimiz azılı düşmanının oğlunu ayakta karşılar. Karşı karşıya gelince de kucağını açar ve “Hoş geldin ey yolcu” der. Sevgiyle kucaklar. Hz. İkrime’nin mahcubiyetten dudakları titrer. Ama sonraları iyi bir mümin olur. İşte tam o günlerdir. Hz. Peygamber bir ara sahabesinin Ebu Cehil hakkında ileri geri konuştuklarını duyar. Konuşmaların yapıldığı topluluğa süratle girer. Ve hemen müdahale eder. “Neden Ebu Cehil’in aleyhinde konuşuyorsunuz. Ölüyü çekiştiriyorsunuz. Bu kelimelerin ne faydası var. Siz bu sözlerle sadece sağ olanları -Hz. İkrime’yi kastediyor- üzmekten ileriye gidemezsiniz.” Dengeleri öyle hassas bir çizgiye oturtuyordu ki, en küçük bir ibre kaymasına müsaade etmiyordu.
Bir ağaca bağlanmış, güneşin altında susuz ve aç bırakılmış devenin yanından ayrılmaz. Su ve yem getirtir. Deveyi doyurur, sıcağa karşı da başına su döker. Ve sahibini buluncaya kadar oradan ayrılmaz. Sahibi gelince de: “Sen bu can taşıyandan dolayı Allah’tan korkmazsın. O’nun da senin üzerinde hakkı vardır bilmez misin” buyurur. Deve rahata kavuşunca odasına çekilir.
Çağımızda insanlar ahlaka, felsefeye ve erdemli tavırlara pek kulak kabartmıyorlar. Teknolojide ileride olanların inancı derme çatma da olsa revaçta oluyor.
Öğle namazına hazırlanmış Peygamberimizin (s.a.v.) kabrini de içinde bulunduran ‘Mescid-i Seadete’ gitmek üzereydim. Kapıyı kapatıp bir müddet oturdum. Her ölüm haberini duyduğumuzda söylememiz gereken ayeti hatırladım. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun”, “Şüphesiz Allah’tan geldik Allah’a döneceğiz.” Bu ayeti kendi kendime, öğle namazını kıldıktan sonra Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kabrinin karşısında gıyabında selamını Hz. Peygamber’e(s.a.v.) arz ettim. Bunun bir vefa borcu olduğuna inandığım için.
Merhum Erbakan’la birkaç kez görüşmüştüm. Bütün bu görüşmeler siyasi mülahazaların dışında başka vesilelerle olmuştur. Bu görüşmelerin sonucunda gözlemlediğim bir özelliğinden bahsetmek istiyorum. Bazen siyasi mücadeleler kişilerin karakterlerindeki zenginlikleri gizlerler. Şayet imanınız, kişiliğiniz, karakteriniz, iç âleminiz siyasi görüşlerinizin ve dünya görüşlerinizin önünde değilse samimi olamazsınız, bir mana ifade edemezsiniz. İnandırıcı olamazsınız. Hakk’a yönelen tarafınızla halka yönelen tarafınız farklı olur. O zaman da münafıklardan olursunuz. Allah korusun.
1995 yılında babam Medine’de vefat ettiğinde merhum Erbakan evimize iki defa taziyeye gelmişti. İkisinde de mütevazı bir mümin gibi oturdu ve Fatiha’sını okudu. Bir yıl sonra vefatın sene-i devriyesinde davetimiz üzerine yine evimize teşrif ettiler. Hatimden sonra dua okunacaktı. Merhum hocamız duayı benim okumamı istedi. Duanın bir bölümünde şöyle bir cümle kullandığımı hatırlıyorum: “Ya Rabbi! Ölürken bizleri, Medine’de Hz. Peygamber’e (s.a.v.) yakın mekânda ölmüşlerin maneviyatından yararlanmış olanlardan eyle.” Buna yakın bir cümleydi. Bir ara gözlerim merhum hocaya kaydı. Medine adını duyunca yanaklarından gözyaşları sızmaya başladı. Sırf Medine’yi duymak bile duygulandırıyorsa, derinlere nüfuz etmiş, mermer üzerine kazınmış bir aşk var demektir. Bunun anlamı buydu. Ve bir inananı değerlendirirken bu son derece önemliydi. Hele çevremizde, belli makamlara gelmiş, okuduğu ayetlerin inkâr derecesine, kıskançlık kumkumasıyla çırpınıp duran, nefsinin Everest’ine çöreklenmiş bazı sözde din erbabını görünce böyle müminlere hasret kalıyorsunuz.
Merhum Erbakan’ı başbakanken bir de Diyanet’teki ‘Kutlu Doğum’ programında dinlemiştim. Kürsüde Hz. Peygamber’i (s.a.v.) anlatıyordu. Bir ara John Davenport’un Hz. Peygamber’le (s.a.v.) ilgili tespitlerini anlattı. Özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Mekke fethinden sonra Medine’ye döndüğünde hayat tarzını hiç değiştirmediğinden, hayatının sonuna kadar tabanı kum, tavanı ise hurma dallarıyla örülmüş mütevazı odasında hayatına devam ettiğinden bahsetti. Merhum Erbakan, bu konuşmasının sonunu şöyle getirdi. “Ve Hz. Peygamber (s.a.v.) bu mütevazı odasında Rabbine kavuştu.” İşte orada sesi buğulandı. Kürsüde ağladı. Orada seçmen yoktu. Ekran yoktu. Propaganda yoktu. Dinin siyasete alet edilmesi, yalan yoktu. Orada mümin bir adam vardı. Hz. Peygamber’ine (s.a.v.) aşkını ve hasretini dillendiren bir Müslüman vardı. Merhum hocaya saygım o günden sonra daha da arttı.
Tanınan bir kişilikti. Saygınlığı olan bir zattı. O, Hz. Peygamber’le (s.a.v.) olan karşılaşmasını şöyle anlatıyor:
Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’ye geldiğinde onu yakından izledim. Konuşmalarına, hareketlerine, yüzüne dikkat ettim. Kutsal metinlerde geleceği bildirilmiş olan son peygamberde bulunması gereken bütün işaretler onda vardı. Ancak iki özellik vardı ki, henüz onları test edebilme imkânı bulamamıştım. Bu iki özellik şunlardı: Yumuşaklığı katılığın önündedir, kendisine karşı cahilce davranılsa bile affedicilikle karşılık verir. Bir gün ben, bu iki özelliğini test edebilme şansı buldum.
Bu olay şöyle gelişti.
Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) yanında Hz. Ali olduğu halde mescitten çıktı. O esnada köyden geldiği belli olan biri Hz. Peygamber’in yanına geldi ve “Ey Allah’ın Resulü! Ben falan köydenim. Köylülerim İslam’a yeni girdiler. Ben onlara İslam’a girerlerse rızıklarının bollaşacağını söylemiştim. Bu yıl ise ciddi bir kıtlık yaşadılar. Ben, bu insanların cahilce hareket ederek dinlerinden vazgeçeceklerinden korkuyorum. Zira onlar maddi endişelerle dine girmişlerdi, yine maddi endişelerle dinlerini bırakabilirler. Acaba onlara maddi yardımda bulunabilir misiniz?” dedi.
Dilin ikiyüzlülüğü, bunu eskiler münafıklığın işareti saymışlar. Güçlü olan, maddi imkanları bulunan, siyasi imkanı fazla olan insanların etrafında bu türden insanlar daha çoktur. Hz. Ömer’in oğluna diyorlar ki: “İdarecilerimizin yanına geldiğimizde başka, dışarıda başka konuşuyoruz. Günaha girer miyiz” Hz. Ömer’in oğlu; “Biz Peygamberimizin zamanında bunu münafıklık sayardık” cevabını veriyor.
- Kötülüğü emretmek, iyilikten sakındırmak
Kuran-ı Kerim bunu münafıkların alameti sayıyor. (Tevbe, 67) Halbuki iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak dinin farz kıldığı işlerdendir. Bazı insanların şahsi beklenti veya yatırım için kötülükleri veya şer olan şeyleri reklam ettiğini görüyoruz. Bundan sakınmak gerekir. İyi ve güzel olanı öne çıkarmak hem dini hem vicdani bir sorumluluktur.
Hz. Peygamber (s.a.v) eski milletlerin kötülüğe seyirci kaldıkları için helak olduklarını anlatıyor. Bunu duyan sahabeden biri soruyor. İçlerinde iyi insanlar olduğu halde mi helak oldular? Hz. Peygamber ‘evet’ cevabını veriyor. Gerekçesini ise şöyle belirliyor. “İyiler kötülere sessiz kaldılar. Allah’a isyana seyirci oldular. İyiliğe teşviki önemsemediler. Böylece helak oldular.”
- Ağır ve çirkin söz
Muhatabımız kim olursa olsun, ağır ve çirkin sözü hak etmemektedir. Yumuşak ve dengeli söz ibadettir. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Cennette öyle köşkler var ki, dışından içi görülür.” Arkadaşları sorarlar: Bu köşkler kimin için? Peygamberimiz şöyle cevap verir: “Güzel söz söylene, fakirlere yardım edene, insanlar uykuda iken kalkıp namaz kılana ve güler yüzlü olana.”
Size karşı çirkin söz söyleyene aynı ağırlıkta cevap vermemek nefsinize ağır gelir. İslam bu nefis imtihanını başarmamızı istiyor.
Onlardan Arapçayı ve dini ilimleri öğrenmişti. Otoriter bir kadındı. Kimseye eyvallahı olmazdı. Fakirlere günlük erzak dağıtırdı. Saygındı. Söyledikleri uygulanırdı. Bazen bizleri oturtur, bizlere kitap okur ve okuduklarını tercüme ederdi. Bir gün çok ilginç ve unutamadığım bir örnek aktarmıştı. Hayvanların hayatından ilginç bilgileri konu alıyordu bu kitap.
Bu ilginç bilgiyi sizinle paylaşayım dedim.
Bir kuş varmış. Bu kuşun adını da yazıyordu kitap ama unuttum. Bu kuş gagasıyla yerden yem toplarken çok itinalı davranırmış. Yutacağı yemi gagasına aldıktan sonra şöyle bir tartarmış. Yere koyar, bir sağa bir sola çevirirmiş. Enine, boyuna, sertliğine, yumuşaklığına bakarmış. Yemeğe niyetlendiğinde de gagasına alırmış ve sonra da kuyruğunun altına doğru götürüp bakarmış. Ben bu yiyeceğimi rahat hazmedebilir miyim, rahat hazmedemez miyim diye hesaplarmış. Rahat hazmedebileceğine kanaat getirince de o yemi yutarmış. Hazmedemeyeceği hiçbir yemi yemezmiş.
Şerife ninem bu hikâyeyi aktardıktan sonra şöyle derdi: Söyleyeceğiniz sözü söylemeden evvel, önce iyice tartın. Bakın bu kuş bile bir yemi nasıl hazmedeceğini tartıyor. Siz de hesabını veremeyeceğiniz sözü kullanmayın, boş laf etmeyin. Çünkü söz kullanılmadan önce sizin esirinizdir, siz onu kullandıktan sonra da siz onun esiri olursunuz. Ben bu örneği duyduktan sonra, kuş kafalı sözünü çok anlamsız buldum.
Bu örneği neden verdim; şundan dolayı, birçok sıkıntının sebebi dilimizden çıkan hesapsız sözlerdir. Çoğu kez tartmadan konuşuyoruz. Sözlerimiz tartılınca da terazinin bozuk olduğunu söylüyoruz.
Buna çağımızda ‘dilin şehveti’ diyorlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında bu konuda uyarmıştı. Çevresindeki arkadaşlarından biri soruyordu: “Ey Allah’ın Resulü! benim hakkımda en korktuğunuz şey nedir”. Hz. Peygamber (s.a.v.) eliyle dilini tutup “İşte şu” cevabını verdi. (Tirmizi, Zühd, 6)
Başka bir seferinde ise “Allah’a ve ahret gününe inanan kimse ya hayır konuşsun veya sussun” buyurdu. (Tirmizi, kıyamet, 51: hd. 2502)
Bir kısmımız kandillere bid’at demeye devam edeceğiz. Her şeye bid’at derken, her türlü güzelliği ve imkanı tepmenin en büyük bid’at olduğunun farkına varmadan çok bilmiş fetvalar vereceğiz. Entelektüel Müslüman olarak anılmanın, doyumsuz zevkiyle, halkı ve hakkı hiçe sayıp ifsad edici benliğin salıncağında sallanmaya başlayacağız. Kandili kutlayanlara yukarıdan, küçümseyerek bakacağız.
Bir kısmımız abdest alıp geceyi güzel bir şekilde ihya edeceğiz. Bu geceyi ihya edin emri olmasa da, bu bir fırsattır, değerlendirelim diyeceğiz. Bir kısmımız her gece içki içiyor olsa da bari bu gece sevgili Peygamberimizin hatırına içmeyelim diyerek O’na aidiyetimizi yineleyeceğiz. Bir kısmımız evlerde toplanıp “Kayyumu seversen uyuma bu gece” sırrına ulaşmak için, sırrın kapısında sabaha değin nöbet bekleyeceğiz. Velhasılı, her birimiz kendi meşrebimize göre kandilleneceğiz bu gece. Biz kandilin bütün güzelliğiyle, tövbe kapılarını aralayan ışığıyla, hiç kimseyi dışarıda bırakmayan kuşatıcılığıyla kutlanmasını arzu ediyoruz. Mevlam, bu kandil sabahı bizleri günahı affedilenlerden eylesin.
Bu yazımda, kandil muhasebesi ışığında, medyada görülen bazı manevi hastalıklara işaret edeyim istedim.
GÜNDEMDE KALMAK: Genellikle geçer akçe budur. Bu hafta kaç habere veya yazıya konu oldun. İstatistiklerde kaçıncı sıradasın. Medyada insanların başarısı buna göre değerlendirilir oldu. Tabii böyle olunca da aykırı ve dikkat çekici polemiklerle gündemde kalmak yolu seçiliyor. Ne kadar faydalı şey yaptı değil de , ne kadar bahsedildi. Bu nedenle de yazılar ve değerlendirmeler yaralayıcı olabiliyor. Tabii ki kendini bu anafordan koruyanlar hayli kişi var.
HALİF TU’RAF: Meşhur bir Arap atasözüdür. Herkese muhalif davran, böylece gündeme gelirsin. Her kesin demediğini de. Böylece tanınan birisi olursun. Neye muhalefet ettiğin, neyi yıktığın, neyi yaraladığın önemli değil. Önemli olan aykırı söylem geliştirmektir. Bunu yaparsan, farklılığın anlaşılır! Ve aranan, muteber olan daha doğrusu iyi veya kötü önemli değil konuşulan insan olursun. Marifet, muhalefetten geçer. Nasıl muhalefetse?
Bu arkadaşım herkes hakkında kötü zan besler. Ona göre herkes potansiyel günahkârdır... Herkes potansiyel tehlikedir. Arkadaşım kendisini herkesten daha temiz görür. Ona göre günah işlemek çok da ciddiye alınmamalıdır. O işlediği büyük günahları küçük görür. Yaptığı küçük iyilikleri ise büyük görür. Başkasının küçük günahını abartır, büyük iyiliklerini ise küçük görür.
Benim bu arkadaşımın ölçüsüz bir ‘kıskançlık’ huyu var. Etrafındaki hiç kimsenin kendisinden daha mutlu olmasını istemez. Daha çok para kazanmasını arzu etmez.
Bu arkadaşımın bankalarda parası var. Her gün iki defa banka hesaplarına bakar. Toplar, çıkarır, çarpar. Sürekli hesap yapar. Hatta gece uyurken banka cüzdanını yastığının altına koyar. Onsuz yaşayamaz.
Benim bu arkadaşım, herkese tepeden bakar. Kimseye değer vermez. Daha doğrusu parası olana, makamı olana itibar eder. Sıradan kişileri insan yerine bile koymaz. Bir gece namaz kılmıştı. Ertesi gün bu ibadetini öyle ballandıra ballandıra anlattı ki, onu Allah’ın en seçkin kulu zannederdiniz. Sanki o bir gecelik ibadetiyle ermiş insan makamına ulaştı. Kendini öyle zannetmeye başladı.
Bir gün benden yardım istedi. Yardım ettim. Yarım ağızla bile olsa teşekkür etmedi. Sanki ben ona yardım etmek zorundaydım. Zaten o herkesi kendisine hizmetçi gibi görüyor. Başka bir gün yine yardım istedi. Yardım edemem dedim. Birdenbire ağzını bozdu, kötü sözler söyledi, neredeyse beni paralayacaktı. Yaptığım bütün iyilikleri bir anda unuttu. Halbuki kendisi hayatı boyunca kimseye zor zamanında elini uzatmamıştı.
Arkadaşım alışveriş delisidir. İhtiyacı olması da bol bol elbise alır. Bir gün, bari giymediklerini dağıtsan dedim, şiddetle tepki gösterdi. Yakarım da vermem dedi. Peki ne yapacaksın bu kadar elbiseyi dedim. Sana ne, ben kazandım ben harcarım dedi.
Bir gün bir göreve talip oldu. Bir yere genel müdür olmak istedi. Kendisine dedim ki, bu makama uygun değilsin. Ama çok arzu ediyorsan, gereken girişimlerde bulun, sonucunu da tevekkülle bekle. Bana öyle bir tepki gösterdi ki şaşırdım. Hayretle kaldım. Öyle şey olur mu dedi, bu makama gelmek için herkesi ezip geçerim. Evet aynen böyle dedi. Sadece bununla da yetinmedi, o makama talip olan diğer insanlarla ilgili ne iftiralar, ne tezgâhlar hazırladı bilemezsiniz.
Ben bu arkadaşla yıllardır beraberim. Bazen ben ona, bazen o bana katlanıyor. Onun birçok zafiyeti var. Biliyorum. Kötü huyları var, yakından şahit oluyorum. Ama ne yapayım ki ben ona mahkûmum. Onu bırakamıyorum.
Benim arkadaşım kendi aklını herkesin aklından daha çok beğenir. Onun bir yanlışını söylediğimde kabul etmez. Siz beni anlamıyorsunuz der. Ben her şeyi daha derin ve akıllıca düşünürüm der. Kendisinin yanılabileceğini hiç kabul etmez.
Benim arkadaşım arzu ettiği her şeye ulaşmak ister. Bunları gerçekleştirirken hiçbir ilke tanımaz. Kaygı hissetmez. Önemli olan isteğine ulaşmasıdır.
Benim bu arkadaşım ibadeti hiç sevmez. Onu ibadete teşvik ettim. Dedim ki; günde beş kez Allah’a secde et. Başka işin yok mu, beni kendi halime bırak dedi. Ben daha da üstüne gidince; Aman be, her gün namaz, her gün bitmiyor ki dedi. Dedim ki ama her gün kahvaltı ettiğinde ‘Aman be’ demiyorsun. Her gün uyurken, daha dün uyumuştum, bugün uyumayayım demiyorsun. Sen de amma mücadeleyi seviyorsun dedi. Dedim ki, hadi bugün cumaya gidelim. Peki dedi. Cumaya geldi benimle, ama çıkıncaya kadar sağa-sola baktı, cemaatin veya hocanın, bulamazsa caminin açığını kulağıma fısıldamaya çalıştı. Camideyken zindandaki adam gibi bir oraya bir buraya döndü durdu.
Benim arkadaşım çok kindardır. Kendisine yanlışlık yapanı hiç unutmaz. Kin beslediği kişinin açığını bulduğunda onu buldozer gibi ezip geçer. Bir gün dedim ki affetsen. Bana cevaben dedi ki; affetmek zayıfların işidir. Güçlüyken güçsüzü ezeceksin. Ezeceksin ki ezilmeyesin. Dedim ki ezmeden ve ezilmeden yaşamak mümkün değil mi? Dedi ki; bırak böyle ahlaki vaazları. Baksana; reziller, satılıklar daha çok itibar görmüyorlar mı? İyilik ettiğinden zarar görmedin mi hayatın boyunca. En yakınındakiler hep kuyunu kazmaya çalışmadılar mı? Seni iki kuruş menfaat için pazarlamaya çalışmadılar mı? Dedim ki, öyle olsa da onların hesabını Allah’a bırakalım. Dedi ki, ben hesap sorayım, Allah da bana hesap sorsun.
Benim bu arkadaşımın maddi durumu iyidir. Ama parasını kimseyle paylaşmaz. Zekâtını versen dediğimde, ben kazandığımı fakirlerle niye paylaşayım ki! O da çalışsın kazansın dedi. Ben, Allah sana bu imkânları verdi ki sen de paylaşasın, seni bununla imtihan ediyor. Senden daha zeki insanlar var ki ticarette kazanamıyorlar. Bütün başarı senin değildir. Zenginlik de, fakirlik de kendi içinde bir denenme vasıtasıdır desem de o hiç yumuşamıyor. Kapısına gelenlere ‘Allah versin. Başka kapıya’ diyor.
Geçenlerde bu arkadaşımla bir lokantada yemek yiyordum. O arada çöp tenekesinden bir şeyler toplamaya çalışan birini gördüm. Şu insana baksana, şükretmemiz lazım halimize. Üzerimizde Yüce Allah’ın o kadar çok nimeti var ki dedim. Dudaklarını büktü. Hiç önemsemez bir tavırla “Ne var canım bunda. Düşene acımayacaksın. Altta kalana değil, senden daha çok kazanana bakacaksın. Bir araban mı var, ikincisini alacaksın. Lüks dairen mi var, villa yaptıracaksın. Hayat bu hayat. Ötesi var mı, çal-oyna-ye. Bir daha mı geleceksin bu hayata” dedi. Dedim ki, şu çöpleri karıştıran senin kardeşin olsaydı böyle mi konuşurdun? Bana cevaben dedi ki; Ben rahat bir yaşam için ne baba, ne anne, ne kardeş bilmem. Herkes kendi yağında kavrulur. Ne kadar uğraştımsa da dudaklarından ‘merhamet’ sözcüğünü alamadım.
Peki, duayı sevdiğimiz kadar bedduadan sakınmayı seviyor muyuz? Dua için gösterdiğimiz hassasiyeti beddua için gösterebiliyor muyuz? Veya soruyu şöyle soralım: Sizce dua almak mı önemli, beddua almamak mı? Bir an olur ki dua kabul olur, ama bir an olur ki beddua da kabul olur.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle uyarmış bizleri:
“Zulme uğrayanın bedduasından kork. Çünkü mazlumun bedduası ile Allah arasında hiçbir engel yoktur.” (Buhari, Zekât, 41, 63; Tevhid, 1; Müslim, İman, 31; Tirmizi, Zekât, 6)
Duası kabul edilenler kadar bedduası kabul edilenlere de dikkat etmemiz gerekir. Daha doğrusu bedduayı hak etmemek lazım. Bedduanın muhatabı olmamak gerekir.
İslam Tarihinde önemli bir yeri olan ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) baba ve anne tarafından akrabası olan hem de cennetle müjdelenmiş on kişiden biri sayılan Hz. Sad bin Ebu Vakkas’ın hadisesi bu konuda bizim için dikkat çeken bir örnektir.
Hz. Sad, Kufe valisidir. Dönem Hz. Ömer’in halifelik dönemidir. Bir ara Kufe halkından bir grup halifeye, valileri olan Hz. Sad’ı şikâyet ederler. Şikâyet konuları: Hz. Sad’ın namaz kılmayı bilmediği, askerin başında harekâta katılmadığı ve adil hareket etmediği şeklindeydi. Hz. Ömer, bu şikâyetleri duyunca Mekke’de 7. Müslüman olarak İslam’a girmiş bu kutlu insanı daha fazla yıpranmasın diye hemen Medine’ye çağırır. Medine’de Hz. Sad’la bir araya gelir. Hz. Ömer şikâyet konularını sıralar. Hz. Sad elbette çok üzülür ve adil davrandığını, namazı ise Hz. Peygamber’den (s.a.v.) gördüğü ve öğrendiği gibi kıldırdığını anlatır. Hz. Ömer, Sad’ı görevden alır. Yıpransın istemez. Yerine Hz. Ammar’ı gönderir. Diğer yandan da iki müfettişini Kufe’ye olayı incelemesi için görevlendirir. Hz. Sad bu yolculukta ve inceleme sırasında müfettişlerle bulunmayı ister. Hz. Ömer de görevden aldığı bu sevdiği valisinin isteğini reddetmez. Sen de şahit ol hakkında konuşulanlara der.
Nihayet Hz. Ömer’in görevlileri ve Hz. Sad, Kufe’de cami cami dolaşırlar. Herkes Hz. Sad hakkında hayırlı şeyler söyler. Sadece bir mescitte (Benu Abs yurdu adlı mescit) Usame adlı biri ayağa kalkar ve şöyle konuşur: “Evet, Sad hakkındaki şikâyetler doğrudur çünkü O,
İslam ülkelerinde kadın olmak üzerine
BUNDAN yıllarca önceydi. Adını vermeyeceğim bir ülkedeyiz. Kitap fuarına gitmişiz. Yanımda birkaç arkadaşım var.
Fuara yaklaşırken ileride bir bağrışma duyduk. Sesin geldiği yere doğru yöneldiğimizde iriyarı birinin bir hanımı tokatladığını gördük. Kadıncağız bir oraya bir buraya savruluyor, adamda ise ne edep, ne insanlık, ne de vicdan belirtisi yok. Ha bire yumruklarını, tokatlarını savuruyor. Gayriihtiyarı ben ve bir arkadaşım hamle yaptık. Bu ani bir refleksti. Niyetimiz herhalde önce adamın elini tutmak, direnirse aynı tokatları ona iade etmekti. Ama bizim gibi düşünen çokmuş ki, bizden önce birileri adama müdahale etti. Bu utanmaz adamın elinden eşini kurtardılar.
Tabii ki utanılacak ve unutulmayacak bir manzaraydı benim için.
Ülkenin adını vermedim. Çünkü herhangi bir ülke insanının böyle bir manzarayla hatırlanmasını istemiyorum.
Bu ülke Arap-İslam ülkesi de olabilir, bir Avrupa ülkesi de. Şiddete uğrayan genellikle kadındır, şiddeti uygulayan erkek veya siyasi otoritedir. Uygulanan şiddet ise bazen fiziksel, bazen de psikolojik şiddettir. Yani değişen bir şey yoktur.
Dünyanın her tarafında kadın ayrımcılığa uğruyor. Ya çok dindar olduğu ya da hiç dindar olmadığı için, ya cinsel bir obje olarak görüldüğü için ya da “erkeğin yedek parçası” olarak algılandığı için.
İslam ülkelerinde kadın söz konusu olduğunda iki sivri ve zıt anlayış çarpışır. Bunlardan birincisi şudur: Birileri kadının aile içinde ve dışındaki konumunu iyileştirecek, geleneklerden kaynaklanan baskıları düzeltecek tenkitler yönelttiğinde, karşı taraftaki insanlar bunu ‘dine saldırı’ olarak niteleyebiliyor ve bu türden iyi niyetli tenkitleri bile hoş karşılamıyorlar. Bu kesimin derdi, dini korumak değil geleneği devam ettirmektir. Veya -en azından dini böyle tanıdığı için- kendince dini korumaktır. Böyle düşünen insanlarımıza göre kadının İslam ülkelerindeki konumunu sorgulayan her tenkit dine saldırıdır. Bu anlayışla aynı paydayı taşımıyorum. En azından olgun ve iyi niyetli her türlü tenkidi hoş görmemiz gerektiğine inanıyorum. Ayrıca İslam ülkelerinde, geleneklerden veya benzeri yanlış yorumlamalardan kaynaklanan ve kadına ayrımcılık olarak yansıyan hiçbir olumsuzluğu kutsal kabul etmiyorum. Benim iman ettiğim kutsal metinlerimde bir problem yoktur. Problem bu metinleri kendi heva heves ve kafalarına göre yorumlayanlardadır.
İkinci kesim ise kadının İslam’la barışık olduğunu, İslam’ın kadını yücelttiğini ihsas ettiren her hareketi ‘yobazlık ve bağnazlık’ olarak niteleyen kesimdir. Onlar da baş edemedikleri, aşamadıkları, kendilerince kurdukları dünyalarına set oluşturabilecek her engelin hesabını dine kesmeye çabalarlar. Bunlarla birinci kısımdaki gelenekçiler arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü iki taraf da çözüm üretmiyor. İki tarafın da derdi kadını korumak değildir. Sadece birbirlerine kıyasıya tenkit yöneltmek ve birbirlerini karalamak. Bir kesim ‘dinsiz’ olarak nitelendirilirken öteki kısım ise ‘yobaz ve gerici’ olarak yaftalanıyor. Arada ezilen ise yine kadın oluyor.
İslam ülkelerindeki bazı kadın yazarların yaşadıklarına veya tecrübelerine dair yazdıkları eserler çoğu kez Müslümanlar arasında ‘mahremi ifşa’ gibi görülmektedir. Bu anlamda ifşa edilecek çok mahrem yok aslında. Çünkü dünyada mahrem diye bir sınır kalmadı. Ama olayın mahremi ifşa gibi takdim edilmesi bir kesimin İslam’a saldırı iştahını kabartmakta, diğer yanda ise karşı tarafın her ne olursa olsun o mahremi koruma içgüdüsünü tetiklemektedir. Burada da arada kalan yine kadın oluyor.
Kadına uygulanan baskıyı dinle ilişkilendirmek, son derece sakıncalıdır ve çözümsüzlüğü getirir. Çözümsüzdür, çünkü bunu yaptığınızda ya yüce yaratıcıya taraf tutmakla itham etmiş olursunuz, ki bunun safsata olduğu bellidir veya dinin yanlış uygulandığını ve yorumlandığını iddia etmiş olursunuz. Bu ikinci bakış açısı belki daha makul ve makbul olabilir. En azından boyutları açısından tartışılabilir.
Bazı İslam ülkelerinde maalesef kadın istenilen konumun çok gerisindedir. Belki erkeğin insafına terk edilmiştir. Belki ayrımcılığa uğramaktadır. Belki kendisine uygulanan şiddete rağmen ekonomik açmazı ve hanesindeki evlatlarından ötürü zulüm uygulayan kocasına katlanmak zorundadır. Belki.. belki bu belkileri çoğaltabiliriz. Aslında bu anlamda ülke de çok önemli değil. Çünkü bazı İslam ülkelerinde veya Avrupa ülkelerinde durum aynıdır. Başka gerekçelerden dolayı olsa da ikisinde de ayrımcılığa uğrayan genellikle kadındır.
Biz Müslümanların İslam’ın daha doğru anlaşılması için kadın konusunu sık sık konuşması gerekir. İslam’a zıt gelenekleri, Kuran-ı Kerim ve sahih sünnetten uzaklaştırmamız lazım. İslam’ın kadına verdiği haklarını gasp etmememiz lazım. İslam beldelerinde kadına uygulanan bir ayrımcılık veya baskı varsa onu tenkit etmekten çekinmememiz gerekir. Bu gibi yanlışlara herkesten önce bizler tavır koymalıyız. Çünkü ev sahibi biziz ve evimizin önünü bizim temizlememiz gerekir.
Bu konuda şu tespitin önemli olduğu kanaatindeyim. Hiçbir İslam ülkesi İslam’ın aynası değildir. Hiçbirisi İslam’ı temsil etmez. Hiçbirisi bizim için örnek ülke değildir. Hiçbirinin kırmızı çizgileri bizim için fay hattı değildir. Bizim için fay hattı sadece Kuran-ı Kerim’dir. Ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sahih sünnetidir.
SORALIM ÖĞRENELİM
- İçinde bulunduğumuz safer ayının uğursuz olduğunu duydum. Böyle bir şey doğru mu?
(Oktay Irk/Muş)
Safer ayı hicri ikinci aydır. Eskiden Araplar bu ayı uğursuz ay olarak anarlardı. Hatta bu ayda umre bile yapmazlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu anlayışı kaldırmak için şöyle buyurmuştur: “Uğursuzluk yoktur. Baykuş ötüşünün olumsuz etkisi yoktur. Safer ayının hayır ve şerle bir ilgisi yoktur. Bunlar cahiliye hurafeleridir.” (Buhari, tıbb, h: 1927). Böyle söylentilere itibar etmeyin.
Bütün bunlara rağmen gerek safer ve gerekse de diğer zamanlarda psikolojik olarak rahatlamak için şu dua okunabilir:
Bismillahirrahmanirrahim
Allah’ım hamd sanadır. Minnet sanadır. Ben senin kulunum. Ve bundan memnunum. Nefsimi, dinimi, dünyamı, ahretimi, işlerimin sonunu ve bütün amelimi sana emanet ediyorum... Bu duayı her zaman okuyabiliriz, manevi yönden rahatlama vesilesi olur.
- Ali İmran suresinin 64. ayeti ne anlatıyor? (Sena Bilen/Ankara)
Bu ayetin anlamı şöyledir:
“De ki, ‘Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilah edinmesin.’ Eğer onlar yine yüz çevirirlerse deyin ki, ‘Şahit olun biz Müslüman’ız’.”
Bu ayeti tam olarak anlamak için 62. ayeti ve tefsirini okumanızda fayda vardır. Zira orada Necran Hıristiyanlarıyla peygamberimizin görüşmesi ve o arada konuşulan mübahale denilen olay vardır... Bu ayette ise Hıristiyanların yanlış yönelişlerine, özellikle Hz. İsa’nın konumuna işaret vardır. Kuran burada Hıristiyan ve Yahudileri asgari tevhit -Allah’ı birleme- çizgisine davet etmektedir.