İkinci fotoğraf

DÜN gazetenin birinci sayfasını hazırlarken önümüzde iki haber vardı.

Biri, bütün dünyanın gündemindeki Orhan Pamuk.

Kendi kendime söz verdiğim için artık bu konuda yazmıyorum.

Çünkü, önceki gün Şişli Adliyesi önündeki o vandal manzarayı görünce, artık ‘Türkler 30 bin Kürt’ü öldürdü’ kuyruklu yalanını içime sindirmem gerektiğini anladım.

Arabalara saldıran, yabancıları dövmeye kalkan o barbar kalabalık ne yazık ki bizi, Orhan Pamuk’un bu kuyruklu yalanını, akıl almaz iftirasını yalayıp yutmak zorunda bıraktı.

Çünkü hiçbirimiz, bu yargılamanın ve sokaktaki barbarlığın yanında görünmek istemiyoruz.

Biz o mahallenin sakini değiliz.

* * *

O nedenle daha önce de yazdığım gibi, bu dosya benim için kapanmıştır.

Bir millete atılmış bu ağır iftiranın cezasını Allah’a emanet etmekten başka çarem yok.

Ama şunu da yazmazsam huzur bulamayacağım:

Yayınevinin Fransız Sokağı’nda düzenlediği yemekten gelen fotoğraflarda gördüğüm o gülücükler, o tuhaf mutluluk ifadelerini de hayatım boyunca unutmayacağım.

Bu neyin mutluluğuydu?

‘Amaç’ hasıl mı olmuştu?

Her ne ise, o mutluluk ifadesi, büyük yalandan bile daha çok yaraladı beni.

Bir de kendi kendime şunu düşündüm:

Bizde de kabahat vardı.

Varsın ‘Türkler, 30 bin Kürt’ü öldürdü’ yalanını söylesin.

Bu millet hakkında bir iftira fazla, bir yalan eksik ne fark eder...

Meğer kendimizi savunmaya kalkmakla ne büyük aptallık etmişiz.

‘Megalo ego’ların ateşine ne benzinler dökmüş, şahsi mutluluklara ne akılsız hizmetler sunmuşuz.

Fazla ciddiye almamak, yalana cevap vermemek gerekirmiş.

* * *

Dün masaya oturduğumuzda önümüzdeki manzara ve içimizdeki duygu buydu.

Amerika’dan Çin’e kadar bütün dünyanın gazeteleri sokaktaki barbarlığın fotoğraflarıyla doluydu.

Oysa aynı saatlerde İstanbul’da otobüsten gencecik aydınlık çocuklar iniyordu.

Şanlıurfa’dan Sabancı Müzesi’ndeki Picasso sergisini görmeye gelen gencecik çocuklardı bunlar.

Yüzlerindeki aydınlık, kılık kıyafetlerindeki çağdaşlık, davranışlarındaki sempatiklikle, medeni dünyanın umut veren yeni üyeleriydi bunlar.

* * *

Onlar da Türk’tü.

Yüzlerce kilometre uzaktan sergi gezmeye geliyorlardı.

Picasso sergisini görmek istediklerini müze yetkililerine bildirmişlerdi.

Ben bunu yazımda küçücük bir cümle olarak geçirmiştim.

Beşiktaş Belediyesi, bu küçücük cümleyi ciddiye almış ve onları alıp İstanbul’a getirmişti.

Ne yazık ki Türkiye’nin bu aydınlık fotoğrafı önemli bir dünya yayın organının hiçbir sayfasında, hiçbir televizyon programında yer almayacaktı.

Çünkü ünlü bir yazarımızın iftirasını, onu eleştiren samimi insanlara emanet etmek yerine, hemen dava açmaya kalkan yargı, arabalara saldıran o güya Türkiye sevdalısı üç beş kendini bilmez ve doğru dürüst önlem almayan polis, hep birlikte ellerine boya kovasını alıp aydınlık Türkiye’nin üzerine kapkara bir zemini geçirip bırakıverdi.

* * *

Dün karşımızda bu fotoğraflara bakıp duruyorduk.

Dakikalar geçiyor, bir türlü karar veremiyorduk.

Hangisini manşet yapalım.

Türkiye’nin karanlık yüzünü mü, yoksa içimize su serpen aydınlık yüzünü mü?

Dünya basınının karanlık korosuna mı katılalım; yoksa tek başımıza kalmayı göze alıp bu bir avuç aydınlık çocukla birlikte parti düzenleyip ülkemizin aydınlık yüzünü mü kutlayalım?

İkincisini seçtik.

Çok da iyi ettik.

Fransız Sokağı’ndaki partiye katılmaktansa, bu çocuklarla birlikte olmak bize daha iyi geldi.

Hem de çok daha iyi...
Yazarın Tüm Yazıları