İki kıtanın ortasında

Eminönü’nden binip, iskele iskele Anadolu Kavağı’na kadar süren vapur yolculuğunun ilk bölümünü geçen hafta anlatmıştım.

Hep karadan bakıp, övgüler dolu cümleler kurduğumuz Boğaz’ın ortasından kıyılar nasıl görünüyordu acaba? Yolculuğun geçen haftaki bölümü Beşiktaş’ta bitmişti. Bu hafta kaldığımız yerden devam edeceğim.

Beşiktaş iskelesinden sonra vapur, iki yaka arasında vızır vızır çalışan dolmuş motorlarına düdük çala çala aralardan sıyrıldı. Vapuru o an, yaramaz çocuklara öfke savuran bir ağabeye benzettim. Halbuki bu motorlar da, vapurlar kadar buranın eskisiydi. Kalabalıktan kurtulan vapur, kıyıya yakın bir rotadan yoluna devam etti. Görüntüye giren Serencebey tepeleri de tıklım tıklım bina dolmuştu. Aynı Cihangir gibi, bu evlerden Boğaz’a bakmakla, Boğaz’dan bu evlere bakmak insanı değişik duygulara itiyordu. Balkondan bakınca hayranlık, vapurdan bakınca öfke uyandıran iki karşıt duyguydu bu. Boğaz, Yıldız Parkı’nda derin ve temiz bir soluk alabiliyordu.

Sonra kıyıdaki sahil sarayları göründü. Çırağan Sarayı ve bitişiğindeki Kempinsky Oteli, ilk gençlik yıllarımın anılarını hatırlattı. Çırağan Sarayı bir harabeydi. Serseri takımının ikametgáhıydı. Ot bürümüş sütunlarının arasına girmek cesaret isterdi. Tüm tehlikesine rağmen kaçak aşıklar bu sütunların arkasına saklanırdı. Otelin bulunduğu yer ise Şeref Stadyumu idi. O toprak sahada, hem maç seyreder hem de top peşinde koşturup dururduk. Sonra şimdiki Galatasaray Üniversitesi, hemen bitişiğinde dirsek çürüttüğüm Kabataş Erkek Lisesi, Ortaköy İskelesi, kıyısında yüzmeyi öğrendiğim Ortaköy Camii, sonra yine saraylar sıralanmaya başladı. Hanedanın kadın üyelerinin, eşlerinin, yani sadrazam, kaptan-ı derya ve eyalet valilerinin saraylarıydı bunlar. Kimi yanmış, kimi yıkılmış, kimi de güçlükle ayakta durabiliyordu. Bu sarayların birinde ilkokulu, birinde de ortaokulu okumuştum. Bu vapur gezisi benim için bir bakıma geçmişe de bir yolculuk gibi olmuştu.

KAPTAN DÜDÜK

Vapur, sonra yavaş yavaş Anadolu kıyılarına yaklaştı. Yaklaştıkça Beylerbeyi Sarayı tüm güzelliğini ortaya döktü. Boğaz’ın bu mücevherini II. Mahmud yaptırmıştı. Üç senede tamamlanan ahşap saray, sarı boya ile boyanmıştı. Beylerbeyi semtinde Hıristiyanların ikamet etmesi yasaklanmıştı. Buraya daha çok din adamları ve medrese hocaları yerleştirilmişti. Bu semtte bunun izleri bugün de görülüyordu. Vapur, kıyı restoranlarda balık yiyenleri, kahvelerde çay içenleri selamlayıp, dümeni tekrar karşı kıyıya çevirdi.

Boğaz’ın bu bölümü dere gibi akıyordu. Buradaki akıntılardan akıp gidebilmek için diplomaları duvara asmak yetmiyordu. Boğaz’da kaptanlık, Boğaz’ın akıntılarını, kıvrımlarını, yalılarını, lokantalarını, kahvelerini, balıkçılarını iyi tanımayı gerektiriyordu. Bir kaptan, tüm kıyıdakilerin dostu olmalıydı. Nerede ‘kaptan düdük’ diye bağırılacağını, nerede düdüğün ipine asılacağını bilmek lazımdı.

Akıntı kah direndi, kah üstüne alıp götürdü ve vapur bu kez Arnavutköy kıyısına yakın bir seyir tutturdu. Amatör balıkçılar Akıntıburnu’na doğru sıra sıra dizilmişler, çaparilerinin dolmasını bekliyorlardı. Çoğu istavrit peşindeydi ama, bu mevsimde bir iki tane sarıkanat sürprizi de fena olmazdı. Arnavutköy eskiden Rum zenginlerin oturduğu bir semtti. Kıyıda sıralanmış olan Nikola’nın, kardeşi Yelya’nın, Mavridi oğlunun, Delibeyzade oğullarının yalıları dillere destandı.

Vapur Mısır Konsolosluğu’nun muhteşem binasının önündeki balıkçı kayıklarını uyarıp, Bebek iskelesinin açığından geçti. Bebekle ilgili olarak sadece kendi gençlik anılarımı yazsam sayfada yer kalmazdı. Hele buradaki sahil saraylar, korular, geçmişin hikayeleri ise kitaplara sığmazdı.

Vapur Küçük Bebek sahilinde önce Yılanlı Yalı’nın, sonra Tevfik Fikret’in Aşiyan’ının önünden geçip, karşı kıyıya Kandilli’ye doğru dümen kırdı. Baharda erguvan ağaçlarının pembe pembe boyadığı Kandilli Korusu, Küçüksu Kasrı, Göksu, Anadolu Hisarı, Çengelköy... Boğaz yalılarının en güzelleri bu sahilde sıralanmıştı. Karadan yüzlerini göstermeyen bu güzeller, denizden bakınca geçmişin ve şimdinin gözdeleri olduklarını belli etmekten çekinmiyorlardı. Bu yalılar her devrin sevgilisi olmuştu. Refik Halid 1939 yılında bu yalıların korunması için şu uyarıda bulunmuştu: ‘Eskiliğin en çok yaraştığı ve yeniliğin hiç de hoşlanmadığı yer Boğaziçi’dir. Orada çimento kalıbı modern inşaatı yasak edecek bir kanun maddesini bakalım hangi zevk ehli ve tabiat sahibi devlet adamımız başaracaktır.’

GÜNLER KISALDI

Vapur Kanlıca iskelesine yanaşırken, aklıma Yahya Kemal’in dizeleri geldi:

‘Günler kısaldı, Kanlıca’nın ihtiyarları

bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları’

Tabii ki pudra şekerli yoğurdun tadı ve o tadın üşüştürdüğü anılar da bir anda sarıp sarmaladı etrafımı.

Boğaz vapuru akıntıları yara yara, bir o kıyıya bir bu kıyıya gitmekten yorulmuyordu. Öylesine dalıp gitmiştim ki, çevremde bir bu yana, bir o yana koşturup duran, tüm bu güzellikleri görüntülemeye çalışan turistleri fark etmiyordum bile. Ben, bazen Yahya Kemal’i, bazen Tevfik Fikret’i, bazen Nedim’i, Halit Ziya Uşaklıgil’i, Mehmet Rauf’u, Abdülhak Şinasi Hisar’ı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı düşlüyordum. Eserlerinde Boğaz’ı ne güzel, ne sevinçli, ne hüzünlü anlatmışlardı. Emirgan sahillerine doğru bakarken aklıma Ahmet Haşim’in iki yaka hakkındaki kıyaslaması geldi. Haşim şöyle yazmıştı: ‘Rumeli sahili musikili, parıltılıyken, Anadolu yakası her gece gamlı bir karanlığa dönüşüyordu. Rumeli yakasında oturanlar hemen karşılarında uzanan bir bahçeyi seyretmekte, Anadolu sahilindekiler ise karşılarında inşa edilmiş Osmanlı siyasi ve toplumsal düzenini izlemekteydiler.’

Emirgan, İstinye ardından yine sıra sıra yalılarıyla Yeniköy göründü. Vapur bu sessiz iskelede de müşteri alışverişi yapıp, bu kez iki kıyının tam ortasından yol almaya başladı. Sol yanda adını burada üretilen çubuk lülelerinden alan Çubuklu, mütevazı Paşabahçe, Beykoz akıp gitmeye başladı. Sağ tarafta ise Tarabya koyu göründü.

Tarabya bir zamanlar şifalı havası ile ünlüydü. 18. asırda burası yerli Rum zenginlerinin ve yabancıların yazlık mekanı oldu. Yalılardan yükselen batı müziği, danslar ve partiler dillere destan oldu. III. Selim’in Fransız sefaretine bir yalı hediye etmesiyle, diğer elçilikler de yazlıklarını bu semte taşıdılar. Vapur koyun önünden geçerken, yine gençlik yıllarıma uzandım. Tarabya Plajı’ndaki, Tarabya Oteli’nin barlarındaki, kıyıda yan yana sıralanmış restoranlardaki anılarımı bir kez daha yaşadım.

ŞİFALI SULAR

Daha sonra Büyükdere’yi seyrettim. Bir zamanlar sahil sarayları, kasırlar, vilallar ve yalılarla süslü olan bu semtin, çarpık yapılaşmaya teslim olmasını çaresizlikle izledim. Rotasını Sarıyer’e doğru döndüren vapuru önce Karadeniz’den kopup gelen soğuk rüzgar karşıladı. Sonra da tepelere kadar tırmanan evler. Aslında ben bildim bileli Sarıyer böyleydi. Ama geçmişini bilenler başka şeyler söylüyorlardı. Mesela Haluk Şehsuvaroğlu şöyle anlatıyordu: ‘Bahçelerde serinlenir, şifalı sular içilir ve saz dinlenirdi. Saatler ve bazen bütün bir gün bu bahçelerde şad ve handan geçilirdi...’ Evliya Çelebi’ye göre, ‘köyde yedi bin bağ vardı ve cümle dağları, bağlarla kaplıydı.’ Ahmet Rasim ise şunları yazmıştı: ‘Sarıyer denildi mi sular hatıra gelir. Fakat kaç su! Fındık suyu, Fıstık suyu, Kızılcık suyu, Çırçır, Hünkarsuyu, artık sayın... İtikadımca oraya Sarıyer denileceğine, Suluyar denmeliydi.’

Vapur Sarıyer’i arkada bırakıp, son durağı Anadolu Kavağı’na yöneldi. Tepede Yoros Kalesi, asırlardan beri İstanbul’un en güzel manzarasını seyrediyordu. Boğaz’ın bu son köyünde yolcular sokaklara dağıldı, kimi ayaküstü balık ekmek yedi, kimi lokantalarda yolculuğun tadın çıkardı, kimi hediyelik eşya peşine düştü. Köyün sakinleri bu koşuşturmayı alışık gözlerle seyretti.

Dönüşte vapurdan Sarıyer’de inip, poyrazla el ele tutuştum ve kıyı kıyı Tarabya’ya kadar yürüdüm. Hem Boğaz’ı seyretmiş, hem anılarımda yolculuk etmiş, hem de kentin orta yerinde kentten kaçmıştım. Önümüz bayram, tatilin bir gününü böylesine güzel bir gezi ile değerlendirebilirsiniz.
Yazarın Tüm Yazıları