İçinden tren geçen deniz yazısı

Kars’tan yola çıkınca ortalık derya deniz.

Yemyeşil bir deniz. Temmuz’un 1’i olmasına rağmen, göz alabildiğine uzanan hálá yemyeşil çayırlar.

Haberin Devamı

Mera değil; çayır. Bomboş çünkü. Kars arkamızda kalırken, küçük köyler ve büyükbaş hayvan sürüleri birbirinden öylesine uzak ki, Kars sanki yeşil bir deniz ile çevrili gibi. Köyler, dağınık sürüler o yeşil denizin üzerindeki benekler; Gökova’da sert havada masmavi denizin üzerindeki kuzucuklar gibi, burada danacıklar.

Ama sayıları az; çok az. Milyonlarca hayvanın büyük ekonomik değer yaratabileceği ama bomboş bir ot denizinde ağır ağır gidiyoruz.

Hürriyet Hakkımızdır, Tren Özgürlüktür Treni’nin uzun macerasına henüz başlamış olmanın hafif tedirginliği, başlangıcın geride kalmasının keyfi ile birleşti. Aylardır süren planlamanın, ’kervan yolda düzülür’ atasözü ile harmanlanmasının yaratabileceği ilk gün risklerinin tamamı geride kaldığı için bayağı rahatım. Ve, gençliğinde Türkiye’nin doğusuna ve batısına 2 uzun tren yolculuğu yapmış olmanın sağladığı uzak bir alışkanlıkla, trenin temposunu biliyor gibi davranmaya çalışıyorum.

Gece de uzun, yol da.

Yolda iki kısa tünel arasında koskoca katarı durdurup olağanüstü güzel fotoğraflar çekiyoruz. Hava serin, ortam sıcak.

Hürriyet Gazetesi ile Devlet Demiryolları’nın yöneticileri sanki birbirlerini yıllardır tanıyormuşçasına yakın. Kolay değil tabii; 12 vagonluk büyük bir treni 45 gün boyunca Türkiye’de dolaştıracak projeyi gerçekleştirmek. Bunu sağlamak ancak yakınlaşarak mümkün olurdu; öyle de oldu.

*

2 gün sonra... Tren artık bize kaldı. 80 kişilik bir seyyar kumpanyayız artık; insan hakları kumpanyası.

Erzurum’dan Erzincan’a giderken küçücük ama çok rahat kompartmanın penceresinden bakıp, nasıl bir deniz yazısı yazacağımı düşünürken, gençliğimin tren yolculukları geliyor aklıma. Sonra o küçük kompartmanların aslında tekne kabinlerine ne kadar çok benzediğini fark ediyorum birden.

Sağdan sola dönerken ayağa takılan çanta, ranzanın üstüne çıkmış uyuyan kızım Ütay’ın merdiveni ve onun yarattığı hareket sınırlaması, kenardaki küçücük lavabo ve yüz yıkarken ortalığa saçılan sular. Aynı Halki gibi. Halki gibi çünkü kızım da kompartmanı hemen benimsedi, köşesini oluşturdu, ortalığı topladı, kendileştirdi.

Henüz çiçeği burnundaki Fırat Nehri ağır ağır akıyor; güneydeki coşkusu ile kıyaslandığında daha çocuk o. Ve yine yemyeşil bir ot denizi. Birkaç sığır; elinde bir değnekle bir çocuk geçen trene el sallıyor. Bomboş, bomboş.

Bu trenin temposu da, kompartmanları da bana tekneleri hatırlatıyor.

Varmak değil, gitmek önemli sanki; aynı yelken yapar gibi. Yoksa Kars - Erzurum arasında 7.5 saat kolay kolay geçer miydi?

*

Tüm tekne severler tren de sever mi acaba? Özellikle yelkenciler arasında trencilerin oranı kaçtır?

Başkalarını boğan hacim sorunları, yelkenciler için sorun olmaz. Hızlı gitmek çoğu yelkenci için pek de önemli değildir.

Ve sanırım bu yüzden, daracık mekanlarda sıkılmadan yaşama uzmanları olan yelkencilerin çoğu trenleri sever. Temposunu, kişiselleştirilebilen dar hacmini, otomobilin tersine, ücra yerlere götürme özelliklerini sever.

Seyyar insan hakları kumpanyamızın üyelerine baktıkça, pekçoğunun kendi küçük alanında yaşama uzmanı olduğunu görüyorum. Çoğunu çeken de zaten projenin tren odaklı olmasıydı.

Hepsine soracağım; yelkenle araları nasıl diye. Ama sanırım sonucu biliyorum; çoğu yelkeni, denizi seviyor çıkacak.

Görürsünüz...

Mutlu bir evlilik gibi BOZBURUN

Haberin Devamı

Bu hafta da Yacht Türkiye dergisinin Temmuz sayısında yayınlanan bir yazıyı sayfamıza taşıyoruz. Ali Boratav’ın kaleminden Bozburun güncesini, kısaltarak yayınlıyoruz. Türkiye’de 480 millik mükemmel mavi yolculuk sahil şeridinin, kendinizi en iyi şımartabileceğiniz 150 metrelik sahili, sanırım Bozburun’dadır.

Demirlediğimiz veya iskelesine bağlandığımız her küçük koy bir aşk misalidir. Bozburun’un ise bu küçük koylar içinde ayrı bir yeri vardır. Uzatmalı bir aşkı bile geride bıraktı. Artık handiyse "mutlu bir evlilik kıvamında" bir ilişkimiz var. Her mutlu evlilik gibi emek isteyen bir sevgi bu... Uzun zamanlarımı verdim o mutluluğun sırrını çözene dek; ama artık eminim, Bozburun bir denizci için sadık bir dost, mutlu bir yuva.

BOZBURUN’A YAKLAŞMAK

Bozburun’a mavi yolculuğumuzda ya Bodrum tarafından ya da Fethiye-Marmaris yönünden yanaşırız. Geliş asla kopamadığınız bir sevgiliye yaklaşmak gibi huzur ve heyecan ile doludur.

Kuzeyden gelmek kolay bir yoldur. Yaz aylarının vazgeçilmez aksesuvarı Meltem’i arkanıza alıp hava sert bile olsa dalgalarda hafiften yalpalayarak pupa yelken girersiniz Yeşilova Körfezi’ne. Yine de Apostol Burnu’nu döndükten sonra Yeşilova’nın girişi sert havalarda beter olur.

Eğer Marmaris ve hatta Fethiye tarafından geliyorsanız, maalesef durum biraz daha komplike olacaktır. Öğle saatlerini geçirdiyseniz, Serçe ve Çatal adaları geçip de Marmaris-Rodos Boğazı’nın deli rüzgárıyla karşı karşıya geldiğiniz anda dünyanız şaşar. Bozburun Yarımadası’nın en uç noktası olan Alaburun’a kadar kafadan çok sert dalga yersiniz. Simi’yi bordalayıp Yeşilova Körfezi’ne döndüğünüz noktada Oğlanboğuldu Burnu (bir denizci geleneği, bayat ekmekler denize atılır) vardır. Sonrası nispeten daha rahattır.

Bozburun 2 bin nüfuslu bir beldedir. Nüfusun önemli bir bölümü turizmle uğraşır, ama esas gelir kaynağı gulet yapımı ve işletmeciliğidir. Marmaris ve Fethiye’de çalışan guletlerin 200’ü Bozburunlu ailelerindir. Ekonomik kriz yaşanmayan zamanlarda Bozburun’un her köşesinde köy işi tersanelerde 15-20 guleti kızakta inşa halinde görürsünüz.

ŞIMARTILMA NOKTASI

Orfoz, Saros’da 10 yıl otelcilik yaptıktan sonra kendilerini emekliye ayırıp Bozburun’un en güzel köşesini yaratan Güneş-Selçuk Bozçağa çiftinin beş yıl önce açtıkları bir butik deniz restoranıdır. Alt kat mutfak ve altında 10 kadar masa bulunan çardaktan oluşur. Üst kat Bozçağa Ailesi’nin minik taş evi, verandası dahil taş çatlasa 60 metrekarelik bir cennet parçasıdır.

Orfoz’da adı üstünde her zaman orfoz ve benzer bir lezzet olarak lagos bulunur. Selçuk Bey bunları Bozburunlu eski bir sünger avcısından tedarik eder. Ona talimat vermiştir, 1.5-2 kilodan ufak balık avlanmaz. Balığı salamanderde ızgara yapar, suyu asla kaçmaz. Domateslerini, Marmarisli bir pazarcıya iki kat ücret ödeyerek tarlanın en güzellerinin sabah serinliğinde toplanması şartıyla, 40 kilometre mesafeden bizzat getirir. Orfoz’un bahçesindeki küçük tandır fırınında yaptığı füme yılan balığı eşsizdir. Ahtapot ızgarasını ancak, tel dolapta güneşte kurutma şampiyonu Kuzey Yunanistan yöntemiyle kıyaslayabilirim. Selçuk Bey pişirmeden önce her ayağından on kere kayalara sallayıp ahtapotun sert liflerini pamuğa dönüştürerek ızgaraya hazırlar. Tabii düğmeli olarak... Dünyada bugüne kadar yediğim en lezzetli güveç midye Selçuk Bey’inkidir. Brükselli ünlü midyeciler Chez Leon, Chez Vincent halt etmiş... Hakikaten halt etmiş! Selçuk Bey’in midye formülünü de öğrendim: Midyeler günlük ihtiyaca göre temizlenip bir kova deniz suyunda, sipariş anı gelene kadar bekler. Sonra tereyağı, az sarımsak, maydanoz, soya ve istiridye sosu... 300 derecelik fırın, üç dakika... İddiası olan yapsın o güveci!

SABRINA’S HOUSE KEŞİFLERİ

Yelken tatillerimiz öncesinde Bozburun’a karadan gider ve Sabrina’s House’da kalırdık. Sabrina’dan otelin işletmesini 10 yıl kadar önce eşi Aynur ile birlikte devralan Tobias Knorle, ilk ziyaretimizin ilk öğleden sonrasında yanımıza geldi "Adalara yüzmeye gelir misiniz?" diye sordu. Tabii... Tobias’ın meşhur salına bindik, Kiseli Ada ile Kızıl Ada arasındaki mavi yolcuların uğrak yeri iç denize beraberce gittik. Gerçekten inanılmaz bir coğrafyaydı. 0,5-20 metre derinlikte bir tuzlu göl. Mavinin her tonu... Berrak bir deniz... Balıkçı kayıklarının pancar motor patırtısı dışında mutlak bir sessizlik...

Daha sonraki tatillerimizde Nihat Kaptan’ın balıkçı kayığı ile Kızıl Ada’dan Apostol Burnu’na giderken yarım mil mesafedeki Tavşan Adası Bükü’nü ve Söğüt Adası’nın ardındaki Üç Taş mevkiini de keşfettik. Nihat Kaptan o aralar yaz tatillerinin belli bir bölümünü Sabrina’s’da geçiren rahmetli Erdal İnönü’nün vazgeçemediği eski bir balıkçı idi. Her gün kahvaltıdan sonra Erdal Bey ve arkadaşları Nihat Kaptan’ın balıkçı kayığına doluşur, genellikle Tavşan Bükü Adası’nın ardındaki küçük koyda deniz banyosuna giderlerdi.

BİR YAZ RÜYASI

Geçen ağustosta yine Bozburun’daydık. Bu kez afrasız tafrasız, maceradan uzak, doğrudan Orfoz’un önündeki tonozlardan birine bağlandık. Sabrina’s’ın incir ağaçlarıyla kaplı siesta mekánı önümüzde... Arkada rıhtımı, palmiyeleri, hurmaları gökyüzünü tırmalıyor...

Akşam yemeği için sahile geçmeden önce, CD’de Asturd Gilberto, elimde bir kadeh beyaz şarap, sanki uyumuşum. Rüyamda da Bozburun’un o meşum 150 metrelik sahili var. Ama o günkü hali değil, Bozburun’un eski günlerindeyiz...

Rüyamda deniz pırıl pırıl, berrak... Bozburun’un boz kayalıklarından yansıyan renklerle camgöbeği mavisi. Selçuk Bey ve Güneş Hanım küçük taş evlerinin restorasyonunu yeni bitirmişler, bahçelerinin tefrişatını yapıyorlar. Küçük terasta saksılar içinde palmiyeler, begonviller, sardunyalar, melisalar...

Asım, Sabrina’s’ın rıhtımında fırından yeni çıkmış pastasını konuklarına ikram ediyor. Tobias kanoya binmiş, ufka yaklaşan güneşin pırıltıları arasında Kiseli Ada’ya doğru gidiyor.

Halbuki... Geçen yıl Sabrina’s House el değiştirdi. Maldivler’deki yedi yıldızlı otellerden birine dönüştü. Bahçesindeki dev palmiyeler ve hurmalar bir ahşap heykel gibi tıraşlandılar. Beton rıhtım yerine tik ağacından daha geniş bir rıhtım yapıldı. Tobias’ın külüstür salı yerine mavi yeşil tüllerle sarmalanmış bir saltanat kayığı peydahlandı. Denizin üstündeki beyaz-minimalist odaların balkonuna jakuzi bile konuldu!

Bozburun Körfezi’nin hemen girişindeki kepaze balık çiftlikleri nedeniyle koyun iç bölgelerinde suyun rengi de bir hayli değişti. Deniz berrak değil. O da biraz bozlaşmış (veya yozlaşmış) bir mavi...

Teknenin kıç havuzluğunda günbatımına az kala kapıldığım rüya ise, üç beş yıla yayılan bu ayrıntıların tümünü silip atmıştı. Sonra fark ettim bu bir rüya değil, ben uyumuyorum, geçmişi özlemişim.

Yazarın Tüm Yazıları