GeriSeyahat İber Yarımadası’nın vakur güzeli Madrid
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
İber Yarımadası’nın vakur güzeli Madrid

İber Yarımadası’nın vakur güzeli Madrid

Bitmek bilmeyen gece hayatı, lezzetli tapasları, damak çatlatan jambonları, sıcakkanlı insanları ile konuklarını sımsıcak sarmalıyor, kendine aşık ediyor.

Mehmet YAŞİN
 
Madrid, meydanları, sarayları, parkları, müzeleri ile güzel bir kent. Bitmek bilmeyen gece hayatı, lezzetli tapasları, damak çatlatan jambonları, sıcakkanlı insanları ile konuklarını sımsıcak sarmalıyor, kendine aşık ediyor.

Madrid’de gökyüzü masmavi olursa ve bu maviliğin üstünde beyaz bulutlar oynaşırsa, İspanyollar bu görüntüye “Velazquez Gökleri” derler. İspanya’nın başkentine gittiğimde işte böyle bir gökyüzü beni karşıladı. Velazquez’in tablolarındaki gibi beyaz bulutlu, masmavi, insana neşe, yaşama sevinci veren bir gökyüzüydü. Bir meydandaki kahvede otururken, bakışlarım bu maviliğe çivilenip kalmıştı.

Madrid’e ilk kez geliyordum. İspanya’nın kuzeyini, şarap bölgelerini, kıyı kentlerini neredeyse adım adım gezmiştim ama yolum başkente hiç düşmemişti. Belki de bazı dostlarımın burayı Ankara’ya benzetmesi yüzünden görmeyi pek canım istememişti. Öyle demişlerdi: “Her yanı taş binalarla dolu memur kenti...” Madridlilerin, “Herkes Madrid’e gelir ve gider” dediğini, İspanyolların buraya, “çok çalışmak ve çok eğlenmek” için gelip işleri bitince gittiklerini bilmiyordum.
Madrid’de kaldığım sürede, Ankara’ya hiç benzemediğini gördüm. Bina gerçekten çoktu ama, hepsinde bir estetik vardı. Tahta panjurlu pencereler, ferforje balkonlar, tuğla kaplı ön cepheler, süslü kapılar... Caddeler, Belle Epoque, Art Nouveau, Art Deco tarzlarının sergilendiği birer vitrini andırıyordu. Geniş bulvarları, katedralleri, parkları, sarayları, heykelli meydanları da bu görüntülere ekleyince Madrid’in, Avrupa’nın en güzel kentlerinden biri olduğu gözler önüne seriliyordu.
Onun için burada yaşayanlar haklı olarak, “Madrid cennetin bir basamak altıdır” diye övünüyorlardı.

MEYDANLARDA ŞENLİK VAR

Bu kentte çok kalmadım ama, kaldığım sürede her yanını görmeye çalıştım. Özellikle meydanlarına hayran kaldım. İlk tanıştığım meydan Santa Ana oldu. Kahvelerinde yer bulabilmek için uzun süre beklemek gerekiyordu. Sokak çalgıcıları, meydanın çeşitli köşelerinde konser veriyordu. Meydanın bir köşesinde de, elinde güvercinle şair Lorca’nın heykeli duruyordu. Kuşlar onun ününe aldırmadan, başından aşağıya pislemişlerdi. Bekledim ama oturacak yer bulamadım. Çaresiz, meydana bakan bir kahveye sığınıp, lezzetli tapaslarla karnımı doyurdum.
Dışarıya çıktığımda siesta bitmiş, dükkanlar açılmış, kalabalıklar sokaklara doğru akmaya başlamıştı.
Madrid’de en sevdiğim meydan Puerto Del Sol (Güneşin Kapısı) oldu. Meydan, kentin sembolik “sıfır” noktasıydı. Bütün caddeler buradan başlıyor, burada bitiyordu. Burası yüzyıllardan beri kentin ticaret merkezi olmuştu. Madridliler yeni yıla bu meydanda giriyordu. Yılın son günü burada toplananlar saat 24.00’ü gösterince, ellerindeki bir düzine üzümü yemeye çalışırdı. Puerto Del Sol’u ilk kez görüyordum ama daha önceden biliyordum. Nâzım Hikmet’in “Karanlıkta Kar Yağıyor” şiirinde okumuştum burayı. Nazım, İspanya İç Savaşı’nın isimsiz bir kahramanının portresini çizerken, “Belki Puerto Del Sol’da küçük bir dükkanın vardı / renkli İspanyol yemişleri satardın” diye tahmin yürütmüştü.
Bu şiir de nereden aklına geldi, diye sorarsanız, kahve içmek için girdiğim pastanenin vitrininde gördüğüm renkli şekerler çağrıştırdı.

Bu meydana ilk gittiğimde kendimi bir şenliğin ortasında buldum. Sanki tüm Madrid burada toplanmıştı. Heykel gibi hareketsiz duranlar, kafasını elinde tutanlar, canavar kılığında sağa sola saldıranlar, sudan balon yapanlar. Tüm bu hercümerce sokak çalgıcıları neşe katıyordu. Meydanın ortasındaki havuzların etrafında oturanlar ise şenliği neşe içinde seyrediyordu. Bu kalabalığın ortasında yükselen bir kaidenin üstünde ise atının üstünde etrafa gururla bakan Kral III.Carlos’un küf yeşili heykeli duruyordu.

Madrid’in diğer önemli meydanı da Plaza Mayor’du. Güneşli bir günde gittiğim alanda kendimi bir şenliğin ortasında buldum. Şarkıcılar, sihirbazlar, canlı heykeller, ressamlar, yerde sarmaş dolaş yatanlar, öpüşenler, yemek yiyenler, koşuşturan çocuklar, köpekler, etrafı arduvaz çatılı binalarla çevrili bu alanda toplanmıştı. Sütunların süslediği pasajlarda, her şeyin satıldığı dükkanlar sıralanmıştı. Meydana açılan sokaklar ilginç isimler taşıyordu: Bıçakcılar, Maydanoz, Çilek, Düğmeciler, Kasaplar, Ekmekçiler.

İKİ BİN ODALI SARAY

Size turistlerin akın akın gittiği Kraliyet Sarayı’nı (Palacio Real) detaylı anlatamayacağım. Çünkü bu süslü saraya gittiğimde, burada tam 2 bin oda bulunduğunu öğrendim. Şaşırdım kaldım. Her odaya girip çıkmaya ne dermanım ne de vaktim yeterdi. Onun için Taht Salonu’nu, Gasparini Salonu’nu, Porselen Odası’nı, Törensel Yemek Salonu’nu görmekle yetindim. Bu dört salon sarayın görkemini anlamama yetti de arttı bile.

Gezerken beni çok mutlu eden yerlerden biri de “Hamon Müzeleri - Museo del Jamon” oldu. Tavandan sarkan domuz butlarının, baharatlı çorizoların ve diğer sosislerin, çeşit çeşit peynirlerin, şarapların, şerilerin, balık konservelerinin, deniz böceklerinin satıldığı bu büyük şarküterilerden canım hiç çıkmak istemedi.

Madrid’deki en sevdiğim mekanlardan biri de, 1915’te kurulan yiyecek pazarı Mercado de San Miguel oldu. Çatısı dövme demir sütunların üstünde yükselen bu eski pazar yeri, şimdi yeme-içme mekanına dönüştürülmüştü. Binanın kenarlarına sıralanmış küçük dükkanlarda çeşitli tapaslar, içkiler satılıyordu. Oradan tabaklarını dolduranlar, orta yerdeki masalarda veya buldukları bir boşlukta yemeklerini yiyordu. Öğle saatlerinde buraya adım atmak bile imkansızdı. İspanyollar yemek yerken hiç aceleci değillerdi. Konuşa konuşa, kahkahalar atarak, yudum yudum, yediklerine saygı duyarak, ibadet edercesine yiyorlardı. Onun için mekanlar kolay kolay boşalmıyordu.

Madrid sadece damağımda unutulmaz tatlar bırakmadı. Müzelerindeki kıymetli eserlerle de ruhumu da şenlendirdi. Prado Müzesi’ne gittiğimde kuyruk uzamış, binanın arka tarafına uzanmıştı bile. Halbuki uyarılara kulak verip, sabah erkenden otelden çıkmıştım. Çaresiz kuyruğun en sonuna takılıp, sıramın gelmesini bekledim. Dünyanın en zengin İspanyol ressamları koleksiyonuna sahip olan bu müze Madrid’in gururuydu.

PRADO’NUN ÜNLÜLERİ

Salonları gezmeye başlayınca, kuyruğun niye bu kadar uzun olduğunu anladım. Duvarlarda sadece İspanyol ressamlarının değil, İtalyan, Flaman ve diğer ülke ressamlarının da eserleri sergileniyordu. El Greco, Tiziano, Rembrant, Rubens, Raphael, Dürer, Velazques, Goya, Caravaggio, Van Dyck, Murillo... Salonları girip çıktıkça müzeyi dolaşmak için saatlerin yetmeyeceğini anladım. Onun için elimdeki plana bakarak en sevdiğim ressamların eserlerinin bulunduğu salonlara odaklandım. Bazı tabloların karşısından ayrılmakta zorlandım. Örneğin mahkeme ve saray ressamı Valezques’in, Nedimeler, Breda’nın Teslimi, İplik Eğirenler, Sarhoşlar adlı tabloları aklımı başımdan aldı. Goya’nın Çıplak Maya’sının karşısından da uzun süre kalıp, Alba Düşesi’nin güzelliğini seyrettim. El Greco’nun siyah, sarı ve leylak tonlarıyla yaptığı tablolarını hayranlıkla izledim.

HAYAT GECE BAŞLIYOR

Müzeden çıktığımda ruhum şenlenmişti ama ayaklarım isyan bayrağını açmıştı. Onun için bir kahveye oturup, gördüklerimi hazmetmeye çalıştım. Biraz dinlendikten sonra soluğu, kentin diğer ünlü müzesi Reina Sofia’da aldım. Niyetim her tablonun önünde durmak değildi. Hedefimde tek bir eser vardı: Picasso’nun anıtsal tablosu Guernica’nın karşısından uzun süre ayrılamadım. Savaş karşıtı düşüncenin evrensel simgesini bu kadar yakından görmek beni oldukça heyecanlandırdı.
Madrid’de kaldığım birkaç günde, bu kentin geceleri yaşadığını öğrendim. Tüm Akdenizliler gibi, İspanyolların da hiç acelesi yoktu. Yemekler geç yeniyor, dükkanlar geç açılıyor, hayat gece yarısı başlıyordu. Gecenin geç saatlerine doğru caddeler ve sokaklar azgın nehirlere dönüşüyordu. Bu nehirlerde Madridliler gecenin karanlığına doğru akıyorlardı. Karanlık basınca sanki tüm dürtüler ayaklanıyordu. Ta ki ertesi günün ilk ışıklarına kadar. Güneş Madrid’de bir sakinlik taşıyordu.

GENÇLER HUERTAS’A

Madrid’de bölgeler paylaşılmıştı. Ağırbaşlı takılmak isteyenler, Santa Ana meydanının etrafındaki birahanelerde geceye başlıyorlardı. Şık bayanların ve süslü beylerin tercih ettiği mekanlar ise Paseo de la Castelana’da sıralanıyordu. Gençler, Huertas semtindeki mekanlarda geceye merhaba diyorlardı. Bar tezgahlarında sohbet etmeyi sevenler soluğu Plaza Dos de Mayo’nun çevresindeki sokaklarda alıyordu. New York’taki Soho’yu andıran Chueca ise herkesin yeriydi. Lokantalar, barlar, gece kulüpleri, bu semtin her tarafına dağılmıştı. Chueca, her yaşa ve cinse kollarını açan Madrid’in en renkli semtiydi.
Sözün özüne gelirsek, Madrid kendini özletmesini beceren kentlerden biri. Ayrılırken ruhunuzun bir parçasının orada kaldığını hissediyorsunuz.

İSPANYOL LEZZETLERİ

Madrid’de, tüm İspanyol mutfağından örnekler bulabilirsiniz. Yemek yemeye düşkün İspanyolların damakları her türlü tada açıktır. Klasik, geleneksel, uluslararası ya da modern mutfağın en lezzetli örneklerini bu ülkede tatmak olasıdır. Moleküler gastronomi de İspanya sayesinde ünlenmiştir. Örneğin, bu türün en önemli aşçısı Ferran Adria, “eserlerini” küçük bir sahil kasabasındaki El Bulli adındaki restoranında yaratmıştır. Bütün dünyanın damak düşkünleri, burada yemek yiyebilmek için bir yıl önceden rezervasyon yaptırmak zorunda kalmışlardır. Bu yoğun ilgiden yorulan Ferran Adrian, El Bulli’nin kapısına bir süreliğine kilit vurup, kendini yaşamın içine atmıştır.

Madrid’de her ne kadar Bask bölgesinin bol sarmısaklı, lezzetli balıklarını, Endülüs’ün Mağribi esintili yemeklerini ve yahnilerini, Valencia’nın ünlü Paellası’nı bulma şansına sahip olsanız da, bu kentin en rağbet gören yemeğinin Tapa’lar olduğunu unutmamanız gerekir. Öğle ve akşam yemeklerinde tapa yemek vazgeçilmez bir gelenektir.
Tapa, küçük mezelere verilen addır. Tapa çeşitlerini saymakla bitmez. Kimi küçük bir dilim ekmeğin üstünde gelir, kimi küçük bir tabakta sunulur. En aranılanlar zeytinli, acı sucuklu, sarımsakla kızartılmış mantarlı, peynirli, köfteli, sardalyeli, tava kalamarlı, jambonlu, salamura morina balıklı, midyeli olanlardır.

YEMEK GEÇ YENİR

Ayrıca İspanyol zeytinyağında kızartılmış İspanya usulü patatesli omlet, Madrid usulü işkembe de (Callos Madrilenos), aranan yemeklerin başında yer alır.

İspanyollar öğle yemeklerine saat 14.00’den önce başlamaz. Bu, acelesi olmayan bir yemektir; sohbet, şarap veya bira eşlik eder. Onun için uzun sürer. Akşam yemekleri ise en erken 22.00’de başlar. Ondan önce restorana giderseniz, masaların boşluğu dikkatinizi çekebilir. Tapas barlarında, özellikle hafta sonunda yer bulabilmek mucizedir. Çoğunda rezervasyon yapılmaz. Ben ilk tapas bar tecrübemde dehşete düşmüştüm. Yan yana dizili barların kapısından girmek olanaksızdı. Uzun uğraşlardan sonra birinde kalabalığı yarıp, içeriye girmeyi başardım. Girdim ama kalabalığın arasına sıkışıp hareketsiz kalakaldım. Ne kenarda, ayakta durulan küçük masalara ne de sipariş vermek için bara ulaşabiliyordum. Uzun beklemeden sonra önce bir masanın kenarına iliştim. Orayı masa arkadaşlarıma emanet edip, uzun uğraşlardan sonra bara ulaşabildim. Dolu tabakları ve içki bardağımı, dökmeden masaya taşıyabilmek için epey ter döktüm. Madrid’deki her tapas maceram böyle mücadeleyle geçti.

Size geceyi, Chocolate con Churros yiyerek bitirmenizi öneririm. Çünkü Madridliler böyle bitiriyor. Bu, yağda kızarmış uzun, tulumba tatlısı görüntülü hamurların, sıcak, siyah çikolataya batırılarak yendiği bir gece yarısı ziyafeti. İnsanı hemen ayıltıyor ve gecenin devamı için ekstra bir enerji sağlıyor.

 

False