GeriSeyahat Hiva’dan Buhara’ya Özbekistan
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Hiva’dan Buhara’ya Özbekistan

Hiva’dan Buhara’ya Özbekistan

Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırları, çölleri kadar nadir yeraltı zenginliklerinden de fazlasıyla payını alan bir ülke Özbekistan. Henüz bu zenginlik başkentin dışındaki halkın yaşamına pek yansımasa da ülke hızla değişiyor. Hiva, Buhara, Semarkand geçmişin gizemini korurken, Taşkent sıradan bir kente dönüşüyor.

Sadece Buhara, Semerkant, Taşkent şehirlerinin adını anmak bile heyecan veriyor. Özbekistan bu efsanevi şehirler sayesinde bir turizm ülkesine dönüşüyor son yıllarda. Orta Asya’nın bu çekici ülkesine hava yoluyla doğrudan Taşkent üzerinden ulaşmak mümkün. Türkmenistan’la başlayabilecek daha geniş bir Orta Asya gezisinin parçası olabilir. İpek Yolu güzergahını takip ederek Türkmenistan’dan Özbekistan’a geçilebilir.
Sınır konusu bugün her zamankinden daha hassas Orta Asya’da. Genellikle pek çok yerde dağlar, nehirler, çöller sınır oluştururken, Sovyetler Birliği döneminde bu ülkelerin birbirlerine bağımlılıklarını artıracak şekilde düzenlenmiş sınırlar.
Afrika veya Ortadoğu’da cetvelle dümdüz masa başında çizildiği söylenen sınırların yerini burada çok girintili çıkıntılı çizgiler almış. Nehirler, karayolları, demiryolları bir o ülkeye, bir bu ülkeye geçiyor. Bu arada komşuların arasının pek iyi olduğu söylenemez.
Özbekistan’ı gezmek için en elverişli güzergah bir zamanlar kervanların izlediği “İpak Yuli” hattı olsa gerek. Bu tarihi yolda bir zamanlar köle avcıları cirit atıyordu. Rota Karakum ve Kızılkum çöllerinin arasında, önce Amuderya Irmağı boyunca sonra da Sirderya Irmağı’na doğru uzanıyor.

HİVA, KÖLE PAZARIYLA BÖLGEDE NAM SALMIŞTI

İlk durak bir zamanların en zengin köle pazarı: Hiva. Önemli bir su kaynağına sahip olduğu için bu tarihi şehir ticaret yolunda vazgeçilmez bir etap oluşturmuş. Galiba Özbekistan’ı keşfetmeye gelenler için en şaşırtıcı ve hoş sürprizi burası sunuyor.
Yaklaşık 2200 metre uzunluğundaki kerpiç surların çevrelediği şehrin kapısı adeta bir zaman tüneli. Birkaç adımda birkaç yüzyıl öncesine, bir doğu masalına giriliyor! Yeşil, mavi çinilerle kaplı medreseler, camiler, saraylar büyüleyici güzellikte. Bir zamanlar Hiva hanlarının dünyanın en büyük minaresini dikme iddiasıyla yapımını başlattıkları ancak sadece 25 metrelik kısmı bitirilebilmiş “Kalta Minor” en dikkat çekici yapılardan.
Geçmişle bugünün birbirine karıştığı bu müze kentin tarihi bölgesi öğleye doğru kalabalıklaşıyor, panayır yerine dönüşüyor. Şehrin bir bölümünü işgal eden çarşı doğal canlılık yaratırken, Özbekler sokaklara kurulan süslü tahtlara kral, kraliçe, prenses edasıyla oturarak poz vermek için yarışıyor. Kukla tiyatrosu, el sanatları merkezi ve müzeler gezginler için başlıca uğrak yerleri.

KADINLARIN DİŞİ ALTINLI GİYSİLERİ ÇOK RENKLİ

Günümüzde Hiva’da karşılaşılabilecek en bildik görüntülerden biri Pehlivan Mahmut Türbesi’ndeki yeni evli çiftler. Ailece mutluluk ve bol çocuk duası etmeye gidiyorlar.
Özbekistan’ın nüfusu pek çok farklı etnik unsurdan oluşuyor. Özbeklerin yanı sıra Türkmen, Tacik, Kazak, Kırgız, Karakalpak, Rus ve Koreliler başlıcaları. Halk güler yüzlü, yabancıya saygılı. Türkiye’den gelenlere sokakta ayrıcalık gösteriliyor. Yerel giysi merakı Türkmenistan’dakinden az. Kadınlar olabildiğince renkli giyinmeyi seviyor, dişleri altınlı. Bu bölgede halkla Türkçe az da olsa iletişim kurmak mümkün. Güneye ve doğuya gidildikçe bu zorlaşıyor. Çoğunluk tarımla geçiniyor. Pamuk üretimi çok önemli. Yol boyunca görülen dut ağaçlarına bakılırsa ipek böceği yetiştiriciliği de. Toprak mülkiyeti devlete ait ancak isteyene küçük araziler kiralanıyor veya satılıyor. Çiftçi sebze ve meyve yetiştiriyor.
Şehirleri birbirine bağlayan yollar pek bakımlı değil. Konforlu araçların neredeyse tümü turizme ayrılmış. Zengin petrol kaynağına sahip olduğu halde bunu değerlendiremeyen ülkede yakıt ikmali koşulları şaşırtıcı.

BUHARA
Çölün ardındaki vaha

Karakum ve Kızılkum çöllerinin arasından geçen uzunca bir yolun ardından yemyeşil vahaya varıyoruz. Çok uzaklardan minareleri ve kubbeleriyle Buhara’nın silueti beliriyor. 2600 yıl önce Persler tarafından kurulmuş. “Ateşe tapanların şehri” diye ün yapmış. Arapların bu şehri Müslümanlaştırmakta çok zorlandığı söyleniyor. Cuma Camii’ne gidenlere ödül dağıtarak halkı namaza alıştırmışlar. Nihayet Buhara, medreseleriyle İslamiyetin Orta Asya’daki üssü olmuş. İmam el Buhari, Hoca Ahmet Yesevi, Bahauddin Nakşibendi gibi isimlere ev sahipliği yapmış. Bu dönemde “Ruhun güzelliği”, “İslamın kubbesi”, “Soylu”, “Kutsal” gibi isimlerle anılmaya başlayan Buhara galiba İpek Yolu üzerindeki şehirlerin bugün de en mistik havaya sahip olanı.
Bundan bin yıl önce Samaniler Hanedanı döneminde en parlak günlerini yaşarken dönemin en ünlü bilim adamları ve entelektüelleri El Biruni, İbni Sina, Nurşaki, Rudaki burada himaye görmüş.

CENGİZ HAN’IN VAHŞETİ
 
12’nci yüzyılda “çekirge sürüsü” gibi gelen Moğolların başındaki Cengiz Han, Cuma Camii’ne sığınanlara “Sizler günahkar olmalısınız, ben Tanrı’nın size gönderdiği cezayım” derken burada binlerce kişiyi katlettirmiş. Yine binlerce Buharalı’yı, Semerkand kuşatmasında canlı kalkan olarak kullanmış.
Timuroğulları döneminde bu hanedanın gözdesi olan Semerkand’ın gölgesinde kalan Buhara nihayet Şeybaniler yönetiminde bugünkü etkileyici görünümüne tekrar kavuşmuş. 19’uncu yüzyılda Orta Asya’da hakimiyet kurma sevdasıyla başlayan Rus ilgisi en sonunda 1920’de Buhara Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar giden bir sürece dönüşmüş.
Eski Buhara’yı çevreleyen surların hemen önündeki “Registan” bir zamanlar şehrin en önemli olaylarının yaşandığı büyük bir meydan. Şenlikler düzenlenmiş, idamlar infaz edilmiş. Bir dönem Lenin heykelinin süslediği bu meydan 1952’de başörtüsü takan son Buhara’lı kadının örtüsünü çıkararak yakması törenine de tanık olmuş.
Dev boyutlarıyla Cuma Camii ve önündeki Kalon Minare, masmavi kubbelere sahip Mir-i Arap medresesi olağanüstü bir bütünlük oluşturuyor. Pek çok sayıdaki medrese ve diğer tarihi yapıların tamamına yakını müze veya el sanatları sergileme yerine dönüşmüş. Renkli Buhara halıları ve suzaneler çıplak duvarları süslüyor. Yalnız geçmişin bu heybetli yapıları sanki biraz ruhlarından arındırılmış gibi. Sovyetler Birliği döneminde tüm bu tarihi mekanların işçi ve öğrencilere yönelik toplantı ve kültür merkezi olarak kullanıldığını söylüyor Özbekler.

SOKAKLAR CIVIL CIVIL

Tarihi yapılar biraz “ruhsuz” görünse de sokaklar cıvıl cıvıl. Şehrin tarihi bölgesindeki en gözde, hayat dolu mekanlarından birisi Kukeldaş ve Nadir Divanbegi medreselerinin arasındaki Liab-ı Hauz. Bu arada bitişikte farkedilen Hoca Nasreddin heykeli onun sadece bizim tarafımızdan sahiplenilmediğinin kanıtı.
Genişçe bir alanın ortasında etrafı bol gölge sağlayan ağaçlarla çevrili bu havuzun kenarı Buharalıların tercih ettikleri buluşma yerlerinden. Açık havada zaman geçirmeyi seven halk “çayhana” ve “aşhana”ları dolduruyorlar. Rahat, geniş tahtların üzerine kurularak yiyip içerken sohbet ediyor, zaman zaman burada düzenlenen gösterileri izliyorlar.
Turkuvaz renkli çinileri ile Çar Minor (Dört Minare), ahşap sütunları ve renkli süslemeleri ile Bolo Hauz Camii ve Buharalı’ların sıklıkla maruz kaldıkları sıcak günlerde sığındığı Samaniler Parkı mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Parktaki El Buhari anıtı, Eyüp Çeşmesi, özellikle de İslam uygarlığının ayakta kalmış (Cengiz Han’a rağmen) en eski mezar yapılarından İsmail Samani türbesi ilginç yapılar. Yine bu parkın içindeki geniş su birikintisinin hemen kenarındaki uyarı levhası dikkat çekiyor: Arak içip yüzmek tehlikelidir!
“Eğer bir iyilik tohumu dikilirse, yedi yılda büyür ve yedi yüz iyiliğe vesile olur” sözünü söyleyen Bahauddin Nakşibendi Buhara’da yaşamış. Şehrin yakınlarındaki külliye ve türbesi dünyanın dört bir yanından ziyaretçi çekiyor. Günün her saatinde dolu. Ziyaretçiler ellerini sürerek mezarı tavaf ediyor. Biraz ilerideki havuzun kıyısındaki dev ağaç kütüğü ise aynı ölçüde ilgi çekiyor. İnanışa göre Bahauddin Nakşibendi’nin yere bıraktığı asası bir süre sonra toprağa kök salarak bu ağaca dönüşmüş. Bugün ağaç kütüğünün önünde sıraya girenler ya dibine para bırakıyor dilekleri gerçekleşsin diye ya da kütüğün altından geçmeye çalışıyor.
Bir taraftan tarihten gelen kutsallığı ve manevi atmosferi yaşatıyor Buhara, diğer taraftan da çağın gereklerini.

EN POPÜLER YEMEK PLOF

Şaşlık (şiş kebap) ve plof (Özbek pilavı) en gözde yiyecekler. Buraya kadar gelip bu pilavı tatmamak olur mu? Çarşı, pazarda veya kaldırım lokantalarında karşılaşabiceğiniz “plof” görüntüsü her zaman iştah açıcı olmayabiliyor: Dev kazandaki yağ denizinin ortasında yükselen pilav yığını... Ama neyse ki bizlere farklı ölçek kullanılarak yapılmış pilav daha zarif bir şekilde sunuluyor. Tereddüt etmeden tadına bakıyoruz. Çok lezzetli.
Tüm Orta Asya ülkelerinde olduğu gibi burada da arak denilen votka gözde içeceklerden. Ve yine Özbekistan’ın özgün tatlarından bir diğeri: Ömer Hayyam şarabı...

BİNBİR İSİMLİ SEMERKAND

“Dünyanın aynası”, “Ruhun bahçesi”, “İslam’ın mücevheri”, “Doğu’nun incisi”… Şairler ve gezginler adeta birbirleriyle yarışmışlar Semerkand’a isim yakıştırmada. Kızılkum Çölü’nün eşiğinde yemyeşil ve upuzun ağaçların sardığı bir doğanın içinde gizlenmiş şehir. İpek Yolu’nun en çok anılan durağı olmuş asırlar boyunca. Bugün de büyülemeye devam ediyor. Efsaneler, tarih ve sanat birbirini bütünlüyor, günışında “Doğu Rüyası” böyle yaşanıyor.
26 asır önce Orta Asya’yı Akdeniz dünyasına bağlayan Perslerin kurduğu bu şehirden Büyük İskender’den Cengiz Han’a kadar dünyaya hakim olmak isteyen herkes geçmiş. Çin, İran, Hindistan arasındaki Semerkand, İpek Yolu’nun adeta merkezi olurken 14’üncü yüzyıldan itibaren Timur İmparatorluğu’na başkent olmuş. Güç ve zarafet sembolüne dönüşmüş. “Bizim gücümüzden şüphe edenler yarattığımız eserlere baksın” diyen Timur ve ondan sonra gelenler bu şehri olağanüstü yapılarla donatmış.
Semerkand’ın ortasındaki “Registan” dünyanın en çarpıcı meydanlarından birisi. Üç tarafı dev medreselerle çevrili. Rengarenk çinilerle süslü dev taçkapılara sahip Uluğ Bey, Tilia Kari ve Şir Dor medreseleri. Hem sabah, hem öğleden sonra hem de akşam yıldızlı gökyüzünün altında tekrar tekrar görülmeye değer.

GÜZELLİKTE SAMANYOLU’YLA YARIŞAN BİBİ HANIM CAMİİ
 
Döneminde dünyanın en büyük imparatorluğu kuran Timur’dan kalma iki önemli eser var bugün Semerkand’da. Şehrin merkezinde cuma namazlarının kılınması için yaptırılmış olan Bibi Hanım Camii kısmen harap olmasına rağmen o ihtişamlı geçmişi bugüne taşıyor. Dönemin yazarlarından birisi caminin kubbesinin yükseklikte ve güzellikte samanyolu ile yarıştığını söylemiş. Caminin avlusundaki dev mermer rahleye bir zamanlar Timur’un buraya getirdiği Hazreti Osman’ın kanıyla lekelenmiş Kur’an-ı Kerim konulurmuş. Bugün ise çocuk sahibi olamayan kadınlar rahlenin altındaki iki taş ayağın arasından sürünerek üç kere geçip kolay çocuk sahibi olmayı ümit ediyor. Tarihçiler Timur’un Hindistan seferinden elde ettiği zenginlikle bu camiyi yaptırdığını söylerken Semerkand halkı öyküyü farklı anlatıyor:
“Timur’un Hindistan seferi sırasında eşi Bibi Hanım sürpriz bir hediye hazırlamak ister. Sefer dönüşünde tamamlanmak üzere Asya’nın en büyük camisinin yapılmasını emreder. Görevlendirilen İranlı mimar teftişe gelen Bibi Hanım’a aşık olup çalışamaz duruma gelir. Bir kerecik olsun öpmek istediğini söyler. Bibi Hanım sarayın en güzel kızlardan birisini sunmayı önerir. Mimar ona önündeki biri su diğeri beyaz şarap dolu iki kupayı gösterir. Bak Hanım’ım bunların ikisinin de rengi aynı ama birisini içtiğimde beni sadece serinletiyor, diğeri sarhoş ediyor, cevabını verir. Çaresiz kalan hanım bir öpücüğe izin verir. Fakat mimarın öpücüğü öyle bir iz bırakır ki silinmez. Dönüşte izi gören Timur’a durumu anlatır Bibi Hanım. Minareden atılarak cezalandırılır. Timur o günden sonra tüm kadınların yüzlerini örtmelerini emreder. Peki ya mimar? Dediklerine göre yakalanmamak için çıktığı minareden atladığında birden kanatlanıvermiş ve Mekke’ye kadar uçmuş...”

TİMUR’UN MEZARI AÇILDI NAZİLER SSCB’YE SALDIRDI

Timur döneminden kalma bir diğer eser “Gur Emir” yani hükümdarın mezarı. Yüksek kasnak üzerinde soğanı andıran kubbe masmavi çinileriyle çok güzel bir görünüme sahip. Timur gibi türbesi de sıradışı. Oniks taşından süslemeler içeriye gizemli yeşil bir ışık veriyor. İçi yıldızlarla süslü kubbe burada yatanların üzerini örtüyor. Ortada 1.8 metre uzunluğundaki yeşim taş bloğun etrafında yedi mermer taş sıralanmış... Timur ve ardılları... Timur hocası Mir Said Baraka’nın da buraya gömülmesini istemiş. Dünyayı titreten, sınırsız bir şiddet uygulamasıyla nam salan hükümdar hocasının arkasına gömülmüş, yani onu başının üstünde tutmuş.
Asıl mezar odası aşağıda ve Timur bir mermer lahitin içinde. 1941’de Sovyet bilimadamları açıp incelemek istemiş. Özbekler savaşçı ruhun lahitten çıkmasından korkup karşı çıkmış. Büyük ısrarlar sonucu razı olmuşlar. Mezarın açıldığı gün Naziler Sovyetler’e saldırmış! İncelemeden çıkan sonuç:Timur’un bir bacağı diğerinden kısa...
Bugün ise Amir Timur Özbek ulusal kimliğinin oluşturulmasında en ön planda. Lenin heykellerinin yerini dev Timur heykelleri alırken yakın geçmişin Lenin cadde ve meydanları da “Amir Timur”un adını taşıyor artık...

BURSA’YI ÇAĞRIŞTIRIYOR

Bilime, özellikle astronomiye meraklı Timur’un torunu Uluğ Bey’in rasathanesi, medreseler bir zamanların bilim yuvası Semerkand’ını anlatıyor. İslam dünyasının en görkemli mezar komplekslerinden birisi olan Şah-ı Zinde’de bulunan çinilerle süslü türbeler Bursa’yı çağrıştırıyor. Kültür ve renkler binlerce kilometreyi aşıyor. Afrasiab Müzesi’ndeki 13-14 asır önceki bir düğün töreninin anlatıldığı duvar resimlerinde Göktürkler dönemindeki görünümleriyle çizilmiş Türklerle karşılaşmak heyecan verici.
Semerkand, Doğu öykülerinde anlatıldığı kadar etkileyici bir şehir.

TAŞKENT’TE YAŞAM ÇOK FARKLI

Başkenteki yaşam, ülkenin geri kalanından çok farklı. Sadece refah değil, halkın davranışları da. Bu gelişmiş şehirde yaşamak pek çok Özbek gencin hayali. Oysa gezginler açısından sıradanlaşmayı ifade ediyor. Buhara ve Semerkand’ın tarihi, mistik havası yok. Birbirini dik kesen geniş, temiz, yeşil caddeler, gösterişli meydanlar, kullanışlı bir metro sistemi, lüks oteller, barlar, şık restoranlar ilk bakışta göze çarpanlar. Yeni zenginlere yönelik mağazalar, kulüpler hızla artıyor.

MEYDANDAKİ HEYKEL DÖRT KEZ DEĞİŞTİ

Hareketli bir başkent Taşkent... Orta sınıf “Broadway” adıyla anılan caddede akşam yürüyüşüyle yetiniyor. Gençlerle dolu kafe ve barlardan yüksek sesli müzik caddeye taşıyor. Seyyar satıcılar, sokak ressamları bu canlılığı ateşliyor.
Broadway’in ulaştığı Amir Timur Meydanı dev ağaçlarla süslenmiş. Sıcak saatlerde halk gölgelerine sığınıyor. Geçmişte askeri geçitlerin yapıldığı bu meydana önce şehrin eski valilerinden Kaufmann’ın heykeli konmuş. Bolşevik ihtilalinden sonra heykeli kaldırılıp yerine orak çekiçli bir anıt ve Lenin büstü yerleştirilmiş. Sonra yerini Stalin, o gözden düşünce Marx ve en sonunda bugün Özbeklerin ulusal kahramanı Amir Timur’un dev heykeli almış.
1940’lı yıllarda yapılan Opera ve Bale Sarayı’ndaki gösteriler büyük ilgi görüyor. Halk konsere çocuklarıyla geliyor. İçeride olağanüstü bir saygı havası var. Salonların süslemeleri de görülmeye değer.
Büyük ve şık mağazaların sayısı günden güne artsa da çoğunluk hâlâ “çorsu” dedikleri büyük halk pazarından alışveriş yapıyor. Kalabalık çarşı yankesicilerin de mekanı.

TARİHİ YAPI ÇOK AZ

2.5 milyon nüfuslu Taşkent 1966’da büyük bir depremle tahrip olmuş. Diğer cumhuriyetlerin katkılarıyla adeta yeniden yapılmış. Bu nedenle tarihi bölgede görebilecekleriniz restore edilmiş birkaç medrese. Bunun dışında müzelere, 16’ncı yüzyıldan kalma Barak Han Medresesi’ne gidebilirsiniz. Medresenin karşısındaki Telia Şeyh Camii’nde Hazreti Osman’ın kan izlerini taşıyan Kur’an-ı Kerim sergileniyor. Timur’un Bibi Hanım Camii’ne hediye ettiği Kur’an önce Ruslar tarafından St. Petersburg’a götürülmüş. Bolşevik ihtilalinden sonra Taşkent’e dönmüş.

False