Hido’nun Türk fanları Madison Square Garden’daydı

İlk defa Hidayet’i NBA maçında canlı izledim. Hem de Madison Square Garden’da. Birileri "Hido" diye bağırıyordu. O kiritik basket geldiğinde grup Türkçe "Hido sen bizim her şeyimizsin" diye bağırmaya başladı.

İlk üç periyot çok kötü geçti. Hem Hidayet kötüydü hem de Orlando Magic. New York Knicks’in sürekli 5-6 sayı gerisinde sürdürüyorladı maçı ve bir türlü denge kuramıyorlardı.

Ben o gün Hidayet’i bir NBA maçında ilk defa canlı izliyordum. Hem de Madison Square Garden’da. Ama üç çeyrek boyunca sadece 4 sayı üretince artık sıkıldım. Zaten çok anlamam, etrafa bakmaya başladım.

Derken son periyotta, sağ tarafımdaki tribünden bir grup, "Hido" diye bağırmaya başladı. O kadar kötü oynuyordu ki Hidayet, herhalde Orlandolular gaza getirmek için yapıyorlar, diye düşünüp geçtim.

Ancak tezahürat bitmedi. 20-25 kişilik grup ısrarla bağırıyordu. Önümde oturan ve sık sık tribünlerin arkasındaki büfelere gidip en az 10 şişe bira getiren, artık burnu kıpkırmızı olmuş New York taraftarı genç de, yavaş yavaş homurdanmaya başlamıştı.

Fark 10 sayıya kadar çıkınca, Hido bir anda oynamaya karar verdi. Üst üste 7 sayı birden üretti ve farkı kapattı. Bu arada her sayıdan sonra, "Hido" diye bağıran o gruba da eliyle işaret gönderiyordu.

Hikayenin aslı Hido’nun ikinci üçlüğünden sonra anlaşıldı. Çünkü o kritik basket de gelince, gruptakiler avazları çıktığı kadar, Türkçe "Hido sen bizim her şeyimizsin" diye bağırmaya başlamıştı.

Önümdeki kırmızı burunlu genç iyice sinirlendi. Önce ayağa kalkıp "İngilizce konuşun" diye seslendi. Sonra da salonun o bölümünde "USA... USA..." diye tezahürat başlattı.

Krizin derinleştiği eylül ayından beri Amerika’da bir zenofobi tartışması yaşanıyor. Sadece göçmenlere karşı düşmanlık değil, Amerikan şirketlerinin yabancılara satılmasına karşı da bir şovenizm oluştu çünkü. Nerede kaldı ki, NBA’de oynayan bir yabancı için Garden’da toplanmış yabancılar kendi dillerinde tezahürat yapıp New Yorklulara New York’ta maç kaybettirsinler...

USA sesleri yükselince, Türkler önce sustu. Grubu yönlendiren Fenerbahçe formalı genç, bir süre oturdu. Ama Knicks’in artık kazanamayacağı anlaşılıp Hidayet de iyice coşunca, herkes kaderine razı oldu. Türk gençler ayağa kalkıp tekrar bağırmaya başladı, önümdeki kırmızı burunlu da birayı fondip edip maç bitmeden söylene söylene çıktı. Son çeyrekte 12 sayı üretti Hidayet ve Orlando kazandı.

Grubun, Long Island Üniversitesi’nde okuyan Türk öğrenciler olduğunu öğrendim. İlk defa böyle bir organizasyon yapmışlar. Bundan sonra da sık sık toplanıp geleceklermiş.

NBA’i dünyaya pazarlamak için yabancı oyuncuları teşvik eder, bu sayede 40 ülkeden yayın hakkı parası kazanırsanız, Garden’a girip kendi ülkesinden oyunculara destek veren yabancılara da tahammül etmek zorunda kalırsınız. Göçmenlerin kurduğu, bütün ekonomisi globalleşme üzerine kurulu bir ülkede, zenofobi tartışması yaşanması ayrıca bir saçmalık zaten.

Her şeyin sahibi Cablevision

Dünyanın en ünlü arenası Madison Square Garden, 20 bin kişilik bir kompleks. Abdi İpekçi’nin basket sahasının aynı zamanda buz pisti, tenis kortu, boks ringi ve konser sahnesi olduğunu, içinde Akmerkez’inki gibi bir yemek katı bulunduğunu, tuvaletlerinin Kanyon’dakiler kadar temiz olduğunu, ayrıca aynı binaya bir de AKM gibi tiyatro sahnesi sığdırdıklarını düşünün, öyle. Sene içinde neredeyse her gün dolu olan, 300’ün üzerinde aktivite düzenlenen bir eğlence parkı aslında burası. New Yorkluların 130 yıldır gittiği bir sirk.

Garden’ın yapısını incelediğinizde, Amerika’daki eğlence endüstrisinin işleyişini de aşağı yukarı anlayabiliyorsunuz.

Tek patron, bir kablolu televizyon şirketi. Cablevision, kompleksin sahibi olduğu gibi, salonu kullanan takımları, yani Knicks (basketbol) ve Rangers’ı (hokey) da almış. Hem The Garden’ı işletiyor hem takımları yönetiyor hem de maç yayınını yapıyorlar. Televizyon izleyen insanlara kendi fabrikalarında kendi işçileriyle ürettikleri bir eğlence ürünü sunuyorlar.

Oy vereceğiniz insanlar bu adama benziyor mu?

Madem bugün belediye seçimleri var, ona uygun birinden bahsedeceğim. New York’un Belediye Başkanı Michael Bloomberg’den.

67 yaşında. 2 kızı var, karısından 16 yıl önce boşandı, bekár.

Normalde bir Cumhuriyetçi’nin New York’ta seçim kazanması zor. 2 dönem üst üste seçilmiş bir Cumhuriyetçi’den sonra kazanması ise tarihte váki değil. Demokrat Partili olmasına rağmen 2001’de Cumhuriyetçi Parti’ye geçti ve kenti Cumhuriyetçi Rudy Giuliani’den devraldı. Sırf 11 Eylül’de kahramanlaşan ama 2 dönem seçilme sınırı olduğundan bir daha aday olamayan Giuliani’nin desteğini almak için. Bir pragmatist.

İş kurmamış, risk almamış, sırf dürüst diye seçilmiş biri değil. Evet, sert, kimseye iltimas yapmıyor ama 28 yıl önce sıfırdan kurduğu finans terminali Bloomberg sayesinde bugün 16 milyar dolarlık serveti var. Bir girişimci.

Sümsük, başkasının güdümüne girecek kadar zayıf, ailenin beceriksiz oğlanı hiç değil. Tam aksine Başkan Obama, kamuoyu desteğine ihtiyaç duyduğunda ondan yardım istiyor. "Teşvik paketini açıklarken benim yanımda otur" diyor.

Ekonomiyi biliyor, istihdam yaratmak için ne yapılması gerektiğini kestirebiliyor. İş yapan herkesin önünü açıyor. Ayrıca sürekli fikir, proje üretiyor. Bir halk sağlığı gönüllüsü. Tek kötü yönü, müteahhitleri fazla seviyor. Kentin her yeri şantiye oldu diye çok eleştiri aldı.

2 dönemdir seçildiği için normalde aday olamayacaktı. Krizde onun yerinde kalmasını isteyenler yasayı değiştirdiler, bu sefer de iki büyük parti, Bloomberg’ü aday göstermek istemedi. Demokratlar, 2001’de istifa ettiği için sevmiyor. Cumhuriyetçiler de hiçbir konuda anlaşamadıkları için. Eşcinsel evliliği ve kürtaj hakkını savunan, silah karşıtı bir liberal çünkü. Hepsine inat kasımda bağımsız aday olarak seçime girecek. 100 milyon dolar ayırmış.

Hafta içi konuşma yaptığı bir baloda görüştük, Türk olduğumu söyledim, o kalabalıkta vakit ayırdı. Hafta sonu seçim bürolarını açacağını anlattı. 8 milyonluk New York’tan oy istiyor ama propagandasını bütün dünyaya yapıyor. Danışmanları iki ay önce özel jetle Avrupa turuna çıktı, Bloomberg’ü anlatmaya. Yardımcılarından birine "Niye böyle bir gezi yaptınız" dedim, "Çünkü New York’un dünyanın başkenti olduğunu düşünüyoruz, buna göre davranıyoruz" dedi.

Orada sokakların aylardır ne kadar gürültülü, afişlerin ne kadar sıkıntı verici, otobüs tepesinde anons yapan cazgırların ne kadar huzur bozucu olduğunu tahmin edebiliyorum. Peki hiç değilse oy vereceğimiz insanlar bu adama benziyor mu?

Dünya New York’a New York Kopenhag’a

Dünyada bir anket yapılsa insanların en çok görmek isteyeceği kent herhalde New York çıkar. New Yorklular da yaşadıkları kentten gurur duyuyorlar, her fırsatta bunu söylüyorlar zaten ama bu aralar bir Kopenhag lafı çıktı.

Broadway Caddesi’nin Midtown bölümünü bir süre sonra trafiğe kapatacaklar. 9. Cadde üzerindeki bir şeridi de araçlardan alıp yayalara ve bisiklet sürücülerine vermişlerdi, şimdi 8. Cadde’yi de öyle yapıyorlar. Bütün bu düzenlemelerin Kopenhag’daki şehir yaşamı örnek alınarak yapıldığı söylendi.

Talk şovcu Bill Maher, bir hafta Danimarka ve Kopenhag’a taktı. "Amerika’ya artık sadece 3. Dünya ülkesinden insanlar gelmek istiyor, kimse Kopenhag’ı bırakıp buraya gelmez" dedi durdu. Kopenhag, New Yorkluların kafasında yavaş yavaş ideal kent yaşamının, refahın simgesi haline dönüşüyor. Dünya New York’u merak ederken, New York Kopenhag’a özenmeye başladı.
Yazarın Tüm Yazıları