Hiç endişelenmeyin, Sevr'i biz zaten onaylamamıştık

İsveç'te ‘‘Sevr, Lozan'ın yerini almalıdır’’ diye saçmalayan bir güruhu adam yerine koyup birkaç günden beri Sevr'i tartışmaya başladık. Ama bir hususu unutuyoruz: Zaferle neticelenen Milli Mücadele'nin tarihin çöplüğüne attığı Sevr'i Türkiye'nin hiçbir zaman resmen tasdik etmediğini ve bu metnin bizim açımızdan resmiyet kazanmamış olduğunu...

Hukuken varolmamasına rağmen binlerce şehidin kanı pahasına müsveddelerini bile tarihin çöplüğüne gönderdiğimiz bu anlaşmanın ‘‘hortlayacağına’’ inanmak en azından gücümüzü inkár, kendimize güvensizlik ve Sevr'i ortadan kaldırmak için canlarını verenlerin hatıralarına karşı saygısızlıktır.

İSVEÇ'te geçenlerde 'Lozan'da yapılan hata düzeltilmeli ve Sevr, Lozan'ın yerini almalıdır' diye saçmalayan bir güruhu adam yerine koyduk ve Sevr Anlaşması'nı yeniden gündeme getirdik.

Birkaç günden beri 'Sevr hortluyor mu?' diye tartışıyor ama Sevr ile ilgili çok önemli bir hususu gözden kaçırıyoruz: Zaferle neticelenen Milli Mücadele'nin tarihin çöplüğüne attığı Sevr'i Türkiye'nin zaten hiçbir zaman resmen tasdik etmediğini, bu metnin bizim açımızdan resmiyet kazanmamış olduğunu ve hukuki bir varlığının da sözkonusu bulunmadığını...

İşte, Sevr'in 'meşruiyeti' konusunun ayrıntıları:

Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Türkiye, 1918'in 30 Ekim günü Limni Adası'nın Mondros Limanı'nda demirli İngiltere'ye ait Agamemnon Zırhlısı'nda bir ateşkes sözleşmesi imzaladı. Tarihlere 'Mondros Mütarekesi' olarak geçen sözleşmenin 7. maddesinde, müttefiklerin güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durumun ortaya çıkması halinde, Türkiye'nin stratejik noktalarını işgal edebilecekleri yazılıydı ve başta İzmir olmak üzere, Anadolu'nun birçok yeri bu maddeye dayanılarak işgale uğradı.

Ateşkesten sonra, müttefiklerle Türkiye arasında yaklaşık bir buçuk sene süren barış görüşmeleri başladı ve Türkiye 'barış anlaşması' adıyla önüne konan bir utanç belgesini 1920'nin 10 Ağustos günü imzalamak zorunda kaldı. İmza töreni Paris'in porselen imalátıyla meşhur banliyösü Sevr'deki fabrikanın konferans salonunda, o gün öğleden sonra saat dördü sekiz geçe yapıldı ve metin, imzalandığı kasabanın adına izafeten tarihlere 'Sevr Anlaşması' diye geçti.

Milletlerarası bir anlaşmanın imzalanmış olması, bugün olduğu gibi, o zamanlarda da metnin yürürlüğe girmesi için káfi değildi. Metin imzalanır ve devletler kendi kanunlarının öngördüğü şekilde onayladıktan sonra 'teati ederler', yani onay belgelerini karşılıklı olarak birbirlerine verirler ve anlaşma ancak bundan sonra yürürlüğe girerdi.

Sevr'in 433. maddesinde, 'Onay belgelerinin Türkiye ve üç müttefik devlet tarafından en kısa süre içinde Paris'e gönderilip bir tutanak hazırlanmasından sonra yürürlüğe gireceği' yazılıydı. Türkiye ise anlaşmayı onaylamadı, onay belgelerinin gönderilmesi ve teatisi diye birşey sözkonusu olmadı, dolayısıyla da Sevr, bizim açımızdan hiçbir şekilde resmiyet kazanmadı.

Türkiye'de o günlerde yürürlükte bulunan 'Kanun-ı Esási'nin, yani 'anayasa'nın değiştirilmiş yedinci maddesine göre, uluslararası anlaşmalar ancak Meclis'in tasdikinden ve hükümdarın onayından sonra geçerli olabiliyordu. Ama Türkiye'de o dönemin parlamentosu olan Meclisi- Mebusan, Sevr'in dört ay öncesinden, yani 1920'nin 11 Nisan'ından beri kapalıydı, Meclis metni tasdik etmedi yahut edemedi ve zamanın hükümdarı Sultan Vahideddin de anlaşmayı hiçbir zaman imzalamadı. Daha sonra yazdığı hatıralarında 'Sevr, kötülüğün baştan aşağı ta kendisiydi. ...Mecburi ve geçici imza taktiğiyle biraz zaman kazanmaya çalıştım. ...Eğer işler kötü gider ve oyalamayı başaramazsam anlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmekte kararlıydım' diyecekti.

O halde İstanbul Hükümeti Sevr'i niçin imzaladı?

İstanbul'un elden gitmesi korkusundan ve basiretsizlikten! 'Sadaret', yani başbakanlık koltuğunda Türk tarihinin belki de en cahil, en alık ve en korkak isimlerinden birinin, Damad Ferid Paşa'nın oturması, siláhlı mücadeleyi hatırına bile getirmeden 'Müttefiklerin istediklerini yapmazsak Yunanlılar İstanbul'u elimizden alacaklar' teláşına kapılması, aynı teláşın İstanbul'a da hákim olması ve basiretsiz bir yönetimin 'şimdilik zaman kazanalım, işin asıl tarafını sonra hallederiz' diye düşünmesi yüzünden...

Sevr'in tatbik edilememesinin temelinde yatan en önemli sebep anlaşmanın resmiyet kazanmaması ve hukuken geçersiz kalması değil, Mustafa Kemal Paşa'nın başlattığı Milli Mücadele'nin bu metni siláhla ve kanla yırtmasıdır. Dolayısıyla, şimdilerde birileri Avrupa'da 'Sevr toplantıları' düzenledi diye hukuken varolmamasına rağmen binlerce şehidin kanı pahasına müsveddelerini bile tarihin çöplüğüne gönderdiğimiz bir belgenin 'hortlayacağına' inanmak en azından gücümüzü inkár, kendimize güvensizlik ve Sevr'i ortadan kaldırmak için canlarını veren o şehitlerin hatıralarına saygısızlıktır.


Anlaşma değil, sanki müstemleke yasasıydı


Sevr'in resmi adı 'Barış Anlaşması' idi, 'müttefik' ve 'ortak' devletlerle 'Türkiye' arasında imzalanmıştı. 'Müttefik' devletler İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya; 'ortaklar' ise Belçika, Polonya, Romanya, Hicaz, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti, Çekoslovakya, Portekiz, Yunanistan ve Ermenistan idi. Anlaşmanın İngilizce ve Fransızca resmi metinlerinde Osmanlı İmparatorluğu'ndan 'Türkiye' diye bahsediliyordu. Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki Arap İsyanı'nı başlatan Şerif Hüseyin'in kralı olduğu o zamanın Hicaz Devleti dışında bütün taraflar Sevr'e delege göndermiş ve anlaşmayı imzalamışlardı.

Bizde yaygın şekilde bilinenin aksine, Sevr Anlaşması'nda o zamanın sadrazamı olan Damad Ferid Paşa'nın imzası yoktu. Anlaşmaya Türkiye adına Bern'deki olağanüstü temsilci ve tam yetkili ortaelçi Reşad Halis Bey ile her ikisi de 'Áyán Meclisi Üyesi' yani 'senatör' olan Rıza Tevfik Bey (Bölükbaşı) ve Hádi Paşa imza koymuşlardı.

Sevr sadece askeri, siyasi ve mali hükümler içermiyor, bir barış anlaşmasında bulunmaması gereken bazı garip maddeleriyle, müttefiklerin Türkiye'ye 'medenileştirilmesi gereken bir topluluk' gibi baktıklarını da gösteriyordu. Anlaşmada, 'Türkiye'nin tren vagonlarını sürekli fren aygıtının işlemesine engel olmayacak biçime sokması' (madde: 358), 'kazı yapma iznini yalnız yeterli arkeoloji deneyimi olduğu konusunda güvence gösteren kişilere vermesi' (madde: 421, ek: 7), 'Ağustos 1914'ten önce elde edilmiş tarihi eserleri iade etmesi' (madde: 422), 'beyaz kadın ticaretinin yasaklanıp önlenmesi' (madde: 273/6), 'müstehcen yayınların yasaklanması' (madde: 273/7) ve 'tarıma yararlı kuşların korunması' (madde: 273/11) gibisinden ancak sömürge idarelerinde rastlanabilecek maddeler vardı.

Sultan Vahideddin, Sevr’i anlatıyor


İmzalamaktansa tahtı bırakıp gidecektim

SEVR Anlaşması imzalandığı sırada, Osmanlı tahtında Sultan Vahideddin vardı. Sabık padişah, daha sonra Güney İtalya'nın San Remo kasabasında sürgünde bulunduğu sırada yazıp Fransızca'ya tercüme ettirdiği hatıralarında, Sevr Anlaşması'ndan bahsederken 'Sevr, kötülüğün baştan aşağı ta kendisiydi' diyecek, Sevr'i tasdik etmeyerek zaman kazanmaya çalıştığını yazacak ve 'Bu anlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmekte kararlı olduğunu' söyleyecekti.

İşte, Sultan Vahideddin'in Sevr konusunda yazdıklarının bir bölümü:

'...Vaziyet bizde her geçen gün daha da ciddi bir hal alırken müttefikler, özellikle de Lloyd Georges ve Clemenceau (İngiliz ve Fransız başbakanları), mağlupları ağır bir şekilde cezalandırmayı düşünüyorlardı.

Her ikisi de savaşın galibi ama ateşkesin mağlubu olan bu devlet adamları Sevr Anlaşmasını kabul ettirmek istiyorlardı. O Sevr Anlaşması ki, ilk defa elime aldığımda keskin bir acı ve korkulu bir ürperti hissettim.

Reşid Bey (İçişleri Bakanı), ...anlaşmayı imzalamamızı öneriyordu. İzmir'de yaşanan feláketin (İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin) bir benzerinin tekrar yaşanmaması için, İtalyanlar'ın Yunan Ordusu'yla beraber İstanbul'u işgal etmeye kararlı olduklarını söylüyordu.

Sevr, bana göre ne bir anlaşma ne de bir pakttı; kötülüğün baştan aşağı ta kendisiydi. ...Mecburi ve geçici imza taktiğiyle biraz zaman kazanmaya çalıştım. Saltanat Şûrası'nı da zaten her türlü sorumluluğu üstlenerek galipleri ve zaferlerinden sonra Türkiye'ye karşı aşırı düşmanca bir tavır içine giren bu memleketlerin kamuoyunu biraz sakinleştirmek için teşkil etmiştim. Gelişmeleri bu şekilde beklerken biraz zaman kazanmaya çalıştım; çünki olayların gidişatını normale çevirebilecek şey sadece zamandı.

...Hadiselerin gelişmesini beklemeyi tercih etmiştim. Eğer işler kötü gider ve oyalamayı başaramazsam anlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmekte kararlıydım' (Sultan Vahideddin'in bende bulunan ve tamamı yayınlanmamış hatıralarından).
Yazarın Tüm Yazıları