Hiç bitmez mi bu aşağılık duygusu

1940’lar...

Nazi orduları ilerliyor... Adolf Hitler, dünyayı avuçlarının içine almak üzere...

İşte tam bu sırada...

"Yenilmiş bir uygarlığın çocukları" olan masum Anadolu dindarları, bir yandan Nazi ordularının ilerleyişini hayranlıkla izliyorlar, bir yandan da Hitler’den "beklenen Mehdi" çıkarmanın zihinsel egzersizlerine dalıp gidiyorlar...

Şöyle fısıldıyorlar birbirlerine cami avlularındaki sohbetlerinde:

"Duydunuz mu? Hitler gizli din taşıyormuş, Müslüman imiş... Esas adı Haydar imiş..."

Ah şu büyük yenilgilerin getirdiği kahrolası aşağılık duygusu...

1980’lerin ortası...

Müslüman zihinlerin olayları komplo ile izah etmeye yatkınlığının farkına varan İngilizler, şöyle bir "kıtır" atıyorlar İslam dünyasının üzerine:

"Prens Charles Müslüman oldu..."

İngiliz’in gönüllü askerliğini ise Şeyh Nazım Kıbrisi üstleniyor...

"Çapkınca" gülümseyerek, büyük bir gururla veriyor müjdeyi...

"Tabii ya... Müslüman’dır kendisi" diyor...

Ah şu büyük yenilgilerin getirdiği kahrolası aşağılık duygusu...

* * *

2008... Ekimin sonu...

Bir İran mecmuası, İslam dünyasını sarsan iddiayı dile getirmiş:

"Obama beklenen Mehdi’dir."

Gerçi Mehdi, Şam’daki Emevi Camii’nde ortaya çıkacaktı ama 2 yüzyıllık yenilgilerin acısıyla kıvrananlar için ne gam...

Ha Şam, ha Washington DC... Ne fark eder?

Önemli olan şudur:

"Müstakbel Birleşik Devletler Başkanı", gizli din taşıyan bir Müslüman’dır ve hepimizin öcünü alacaktır...

Ah şu büyük yenilgilerin getirdiği kahrolası aşağılık duygusu...

Bir AKP klasiği

ÖNCE "üç unsur"u sayalım:

BİR: Başörtülü bir eş...

İKİ: Sarışın bir sekreter / danışman...

ÜÇ: AKP iktidarının herhangi bir makama taşıdığı yanık Anadolu çocuğu...

Bu "üç unsur" bir araya gelince...

Tehlike çanları çalmaya başlar...

Ve şöyle bir manzara çıkar karşımıza:

BİR: Başörtülü eşin gözünde yaş vardır, "Ben ona 30 yıldır kul köle oldum" diyerek hicran içinde kıvranmaktadır...

İKİ: Sarışın danışman / sekreter muradına ermiş, fotoğraf vermemektedir... "gizem abidesi" gibidir...

ÜÇ: AKP’nin önemli bir makama getirdiği yanık Anadolu çocuğu ise "Sevdim, ne yapayım?" diyerek kendisini savunmaktadır...

Tamam... Bütün bir camiayı töhmet altında bırakmayalım...

Ama gidin Ankara’ya, şöyle "Tirilye" kulislerine bir dalın...

Göreceksiniz: Bu türden öyküler herkeslerin dilinde... Yani yazılmamış, ortaya çıkmamış, deşifre olmamış daha birçok "Recep Koral hadisesi" var memlekette...

O zaman kıssadan hisse şudur:

"Yanık Anadolu çocukları", henüz kabak çiçeği gibi açılmamışken baş göz edilip dünya evine sokulurlarsa...

Makam mevkii sahibi olduklarında, gördükleri ilk sarışına gönüllerini kaptırırlar ve evdeki başörtülüyü hayatlarından çıkarırlar...

Üzmez’i izlerken mırıldandıklarım

BE hey deli dumrul!

Sen iyice kafayı yemişsin yahu...

Zaten gürül gürül akıyordun, hepten kapıp koyuvermişsin kendini...

Keşke "adli tıp", o küçük kızın ruh sağlığıyla ilgili rapor hazırlayacağına, senin hakkında bir rapor hazırlasaydı...

Böylece daha "şaibesiz" bir şekilde yırtardın mahpusluktan...

Çünkü sen cezai ehliyetini kaybetmişsin...

Öyle olmasa...

Ekrana çıkıp hindi gibi kabarmak yerine, yerin yedi kat dibine girip "Ben şimdi insan içine nasıl çıkacağım?" diye dövünürdün...

Ama sorun değil... Hiç sorun değil...

Sen şimdi gider, Vakit gazetesinde makaleler döktürürsün eskisi gibi...

Küffara karşı cihat açarsın...

Benim "satılmış bir ajan" olduğumdan falan söz edip, şeceremi çıkarırsın...

Yakışır, vallahi yakışır...

Hem yalnızlık da çekmezsin...

Çünkü Vakit adı verilen o gazetede senin gibi cezai ehliyeti olmayan o kadar çok adam var ki...
Yazarın Tüm Yazıları