Hayatta neyi ciddiye alırsınız?

HSBC Londra’ya davet ediyor...

Kurumsal İletişim Başkanı Ömer Kayalıoğlu, HSBC Bireysel Bankacılık Genel Müdür Yardımcısı Demet Cimilli ve kurumsal iletişim yönetmeni Aslı Arbel...

Haberin Devamı

HSBC Bank Premier kredi kartını anlatmak için...
O karta sahip olacakların yaşayacağı şeylerin bir benzerini sunmak için...
Ekibi duyunca...
Hıncal Uluç, Mehmet Yılmaz, Metin Münir...
Üzerine atlıyorum...
Her şey ayarlandıktan sonra, araya Ertuğrul Özkök’ün veda partisi giriyor, “Kusura bakmayın gelemeyeceğim” diyorum.
“Önemli değil” diyorlar, “En istemeyeceğimiz şey sizi zor durumda bırakmak...”
Böyle bir hoşluk karşısında...
Ben de bir jest yapmak istiyorum.
“Öğlen gidip, ertesi sabah dönmek pahasına bile olsa geliyorum” diyorum.
* * *
Hıncal Uluç’la uçuyorum./images/100/0x0/55eb0128f018fbb8f8a4c448
İnsan gerçekten seyahatte belli oluyormuş!
Şahane bir yol arkadaşı.
Bir de acayip torpilli.
Her yerde bir özen, bir ihtimam.
Sayesinde HSBC’nin lounge’undan yukarıda gördüğünüz araçla uçağa kadar götürülüyoruz.
THY’nin bütün hostesleri etrafımızda pervane.
En öne yerleşiyoruz.
Çok mutluyum, Hıncal Uluç’la sürekli gazetecilik konuşuyoruz, haber konuşuyoruz, yeni kavramlar, röportaj isimleri konuşuyoruz...
Kendimi yazı işleri toplantısında hissediyorum...
Özlemişim böyle haber konuşmayı...
Uçağa biner binmez Türk gazetelerini bırakıyor, gideceği ülkenin gazetelerine bakıyor...
Bir ara tırnağındaki nazar boncuğuna gözüm takılıyor.
Aaaa bu da ne!
Astoria Alışveriş Merkezi’nin altında “Pronail” diye bir yer varmış, orada oje ile yaptırıyormuş.
Minicik bir şey.
İki arka sırada Hıncal Uluç’un kız kardeşi Serpil Gogen seyahat ediyor.
Onu da Tuzla’dan tanıyorum, arada onunla da laflıyoruz.
Uluç, küçükken kız kardeşi ona “Dişim sallanıyor” dediğinde, hemen bir ip bulur, bir ucunu dişine bir ucunu kapının tokmağına bağlarmış, sonra kapıya bir tekme....
Sallanan diş, ipin ucunda...
“Aman Allah’ım!” yapıyorum.
“Niye canım öyleydi o yıllarda” diyor.
Alya’nın ikinci dişi de düştü de, oradan dalıyoruz bu muhabbete...
İnince Heathrow’a bir bakıyorum bir limuzin...
Yılan gibi upuzun bir şey...
Sofra lokantalarının sahibi Hüseyin Özer göndermiş, Uluç’un yakın dostu.
Kuruluyoruz içine, elimizde şampanya kadehleri, ver elini Sanderson.
Philippe Starck’ın oteli.
Mehmet Yılmaz ve Metin Münir’le buluşuyoruz.
Sonraaaaa Maze...
Maze, ünlü şef Gordon Ramsey’in lokantası.
Papermoon gibi şık, havalı bir yer...
Ama bir de mutfak masası var ki, Chef’s table, o ulaşılmaz bir şey... İki ay sonraya rezervasyon yaptırabiliyormuşsun...
Tam mutfağın içindeyiz, etrafımızda aşçılar, garsonlar, yamaklar...
Bir gürültü, bir patırtı, hummalı bir faaliyet...
Bütün lokantaya yemek yetiştiriyorlar...
Hiç böyle bir şey görmemiştim, bayıldım.
Yemekler de nefisti...
Bir ara Mehmet Yılmaz da bizim için yemek pişirdi.
Deniz tarağı yaptı...
Ben de bu arada aşağıda okuyacağınız sohbeti gerçekleştirdim.
Sonra da sabahın 5’inde
“vınnnn” İstanbul...

Haberin Devamı

-  En son ne zaman âşık oldunuz?
Metin Münir: İki sene önce.../images/100/0x0/55eb0128f018fbb8f8a4c44a
Mehmet Yılmaz: İki buçuk sene önce...
Hıncal Uluç: 13 sene evvel. Beni terk etti, bir daha da âşık-maşık olmadım...
-  Evlilik sizin için ne?
MM: Beceremediğim bir şey. İki kere denedim, yürütemedim...
MY: Evlilik, tuz gibi. Zararlı ama onsuz olmuyor...
HU: Benim için evlilik, dostluk...
-  En çok hangi duayı edersiniz?
MM: Dua değil, benimki temenni. “Kolay olacak, kolay olacak” diyorum. Öyle dersen kolay olur.
MY: Ben dua filan etmem, zaten bilmem.
HU: Üç kuluvallah bir elham. Anneannem öğretmişti, darda kalınca okuyorum, iyi geliyor.
-  “İşte kadın!” diyeceğiniz kadın?
MM: Tek başına güzellik yetmiyor. Bir an geliyor, daha fazlasını arıyorsun. Zekâ, mizah duygusu, dürüstlük, iyilik, kültür gibi. Hepsi bir kadında toplanmışsa ne âlâ. Meryl Streep bana hitap edebilecek bir kadın mesela...
MY: Ben Charlize Theron’u alayım!
HU: Bende.. Charlize Theron güzel ve dişi... Bu yeter. Diğer bütün özellikleri ona ben kazandırabilirim. Onu ellerimle yetiştiririm. Mizah anlayışı da olur, iyi huyları da olur, her şeyi olur. O yeter ki güzel ve dişi olsun...
MM: Valla, üstatlar bunu yapabilir ama ben beceremem!
BİR KADIN ÇAĞIRIYOR DA SEN GİTMİYORSAN EN BÜYÜK GÜNAHTIR
-  Sizin de hoşlandığınız güzel, zeki, komik ve cesur bir kadın diyor ki size, “Önce yemek yiyeceğiz, sonra sevişeceğiz...”
MY: Oluuur. Aksini söylemem mümkün değil. Aleksi Zorba’da Kazancakis ne diyor: Bir kadın çağırıyor da sen gitmiyorsan en büyük günah budur. Böyle bir günah işleyemem, elbette başkasına âşık değilsem!.
MM: O güzel bir kadın beni, ben bir başkasıyla birlikteysem çağırıyorsa... Ne yazık ki Mehmet kadar cesur olamam... Gidemem.
HU: Ben böyle teklifleri hep reddettim. Böyle teklifler de yapmadım. Çünkü sevişmek, benim için önceden kestirilip, planlanacak bir şey değil. Kendiliğinden olur ya da olmaz. Ben bir kadınla sevişeceksem spontane olmalı...
-  Tercih edilecek bir durum değil ama öyle bir ortam, öyle bir çekim oldu... Bir arkadaşınızın karısıyla sevişir misiniz?
MY: Yok hayır. Asla yapamam!
Kadın, Charlize Theron’sa bile mi?
MY: O zaman, belki arkadaşımın ölmesini bekleyebilirim...
HU: Bakmam bile...
MM: İkisi de yalan söylüyor. Çünkü milyon defa oldu böyle şeyler. Hayat bu, tercih edilmese bile olur.
-  Bu aralar canınızı en çok sıkan şey...
HU: Memleketin hali...
MM: Milliyet Gazetesi’ndeki durum.../images/100/0x0/55eb0128f018fbb8f8a4c44c
MY: Recep Tayyip Erdoğan.
-  Beyniniz nerelerde dolaşıyor? Nelere takıyorsunuz?
MM: Milyon şeye... Köşe yazarı olarak devamlı aklımda, “Ne yazayım? Ne ilginç olur?” diye bir arayış var. Bir de son zamanlarda İkizdere Bölgesi’ne taktım. Karadeniz Bölgesi dünyanın en harika ekolojik bölgelerinden bir tanesi. Oraya barajlar yaparak berbat ediyorlar. Acayip kızıyorum.
MY: Ben de her şeye takıyorum. Her şey sinirimi bozuyor. Galiba yaşlandıkça huysuzlaşıyorum. Nükleer silah anlaşmasına sinirleniyorum. İsrail’le Arapların tartışmasına sinirleniyorum. Daha bir sürü şey sayabilirim...
MM: BBC’de tam da bu konuda harika bir program var: “Grumpy Old Men” diye. Bizim yaşlardaki adamlara, “Nelere kızıyorsunuz?” diye soruyorlar. Aynen bizim gibi her şeye sinir oluyorlar, müthiş komik. Ama doğru, insan yaşlandıkça, çirkinliklere karşı daha hassas oluyor. Tahammülü azalıyor.
HU: Valla Ayşe, ben bu adamlar gibi değilim. Onların aksine, hoşluklara takılıyorum. Hayatımın geri kalanında, “yüksek düzey lezzetleri”ni daha sık yakalamak istiyorum. Evet memleketin hali canımı sıkıyor ama onu ne ben düzeltebilirim, ne hükümet, ne de gazeteler... Mecbur canımız sıkılacak. Ama canımız sıkılacak diye yaşamdan vazgeçecek halimiz de yok... Londra’ya da bu yüksek lezzetlerin peşinden geldim mesela.
-  Beceremem dediğiniz herhangi bir şey?
HU: Charlize Theron!
MM: Çok uzun bir liste var... Ama Hıncal haklı, Charlize Theron, şarkıcı olmak ve çok iyi yemek yapabilmek.
MY: Bak bu konuda fikir ayrılığına düştük. Benim beceremediğim şeyler, bungee jumping, snowboard, helikopterden dağın tepesine atlamak türünden şeyler...
-  Çok iyi yaparım dediğiniz şeyler?
MM: Çok iyi uyurum, çok iyi tembellik ederim ve çok iyi dağ-tepe dolaşırım.
HU: Çok iyi yazı yazarım, çok iyi konuşurum, çok iyi ikna ederim.
MY: Çok iyi yemek yaparım, çok iyi içki içerim, çok iyi kur yaparım.
-  Çok iyi flört edersiniz yani?
MY: Yok hayır, o ikisi ayrı şeyler...
HU: Kur yapmak, flörtün bir adım gerisi. Hoşuna giden bir kadına, kendisini iyi hissettirmek. Flörtte ise, karşılıklı bir şey var. Ben seni beğendim diyelim, sana kendini iyi hissettirdim bu kur, sen buna cevap verirsen flörte başlarız, onda da bir yere gelirsek, aşka başlarız...
-  Gerçekten bencilim diyeceğiniz bir şey...
MM: Ne yazık ki böyle bir şey yok. İsterdim. Ama ben çok iyi bencil olamıyorum, kendim için yaşayamıyorum...
MY: Benden önce gazetelerin okunmasından hoşlanmam. Açılmış gazete sevmem...
HU: Adım ve gururum. Bu ikisiyle ilgili gerçekten çok bencilim.
-  Nasıl yani?
MY: Ayşecim, hâlâ anlamadın mı? Hıncal Abi’nin varlığı, bencillik üzerine kurulmuş.
HU: Kim ne derse desin... Adım ve gururum için her şeyi feda edebilirim. Bunlardan birinden vazgeçersem, ben artık ben olamam.
-  En son ölümden ne zaman korktunuz?
HU: Ben hazırım. Hiç korkmuyorum.
MM: Ben de korkmuyorum, böyle bir deneyim yaşadım, öldüm, dirildim biliyorsun.
MY: Niye korkacağım, değiştirebileceğim bir şey mi var?
-  Saçma gelmiyor mu yeryüzündeki varlığımızı açıklayamamak...
MM: Eskiden bu tür şeylere kafa yoruyordum ama artık bunların cevabının olmadığını anladım.
MY: Buradayız ve hayat şahane. Sorgulamıyorum.
HU: Umurumda bile değil. Buradayız, yaşıyoruz, gerisi önemli değil.
KENDİME KURALLAR KOYDUM ARTIK TEK BAŞIMA İÇMİYORUM
-  Buraya gelmeden neredeydiniz?

MM: Artık Kıbrıs’ta yaşıyorum. Tek başıma... Girne’nin tepesinde, bahçe içinde kocaman bir evde. Her gün şömine yakıyorum, kitaplar, güzel müzikler... Bahçede çok vakit geçiriyorum. Okuyorum, yazıyorum, muhteşem bir doğa... Kendime kurallar koydum, artık tek başıma içmiyorum, böylelikle hep zinde uyanıyorum, dağ tepe dolaşıyorum. Çok mutluyum...
MY: Ben valla İstanbul’dan geldim, yarışmacı arkadaşlara başarılar diliyorum! Yakında Transsiberian Express’le 14 günlük bir tren seyahatine çıkıyorum. Geçen sene bir film izlemiştim o tren yolculuğu ile ilgili. Heyecanlı olacağını hissediyorum şimdiden!
HU: Ben rutin severim. Bütün gündüzlerim aynı. Sabah kalkıyorum, gazeteye gidiyorum, yazılarımı yazıyorum, öğle yemeğimi yiyorum, eve dönüyorum, gazete, dergi okuyorum, hiç değişmez cuma- cumartesi hariç... Akşam saat 6’dan sonra ise başka bir hayat başlıyor. Yüksek lezzetler dediğim...
UZUN YOLCULUK SEVMEM, EN UZAK LONDRA’YA UÇMAYA DAYANABİLİRİM
-  Siz mesela Metin Münir gibi Girne’de dağın tepesinde yaşayabilir misiniz? Ya da Mehmet Yılmaz gibi 14 günlük bir tren seyahatine çıkabilir misiniz?
HU: Yok hayır. Uzun yolculuklar bana cazip gelmiyor, en uzak Londra’ya uçmaya tahammülüm var, o kadar. Kıbrıs’ta da yaşayamam, çünkü benim aradığım lezzetler İstanbul’da. Pazartesi akşamı bir doğum günü partisinde, Fazıl Say piyano çalıyordu. İstanbul’da olmasam böyle bir şeyi yaşamama imkan yok. Bodrum’da yaşayıp, bir konser için bir geceliğine gelebilirsin ama o da beni kesmez. Ben şehir insanıyım. İstanbul’da her gün bir şey var, o günkü mood’una göre, nereye istersen gidebilirsin, sonsuz seçenek sunuyor...
-  İstanbul’un fena şeyleri de var ama...
HU: Ben çirkinliklere kafamı yormuyorum.
MM: Hıncal gibi olmak isterdim. O, bir “yaşam ustası” gibi konuşuyor ve yaşıyor. Ben öyle değilim, ben artık basit şeylerden hoşlanıyorum. Mesela yere çömelip, siklamenlerin otlarını temizlemek, saatlerce bahçemde kuşlar öterken kitap okumak bana büyük zevk veriyor. Hayatımın geri kalanını da bu şeklide yaşamak istiyorum. Konser, arkadaşlar, İstanbul geyikleri, şehirler, trafik... O fasıl benim için bitti.
MY: Lawrence Durrell diyor ki, “Eğer içinde sevdiğin bir kadın varsa, o şehir bir evrendir...” İstanbul benim için öyle bir yer...
-  Moskova’da bir kadını severseniz.../images/100/0x0/55eb0128f018fbb8f8a4c44e
MY: O zaman Moskova benim evrenim olur. Dünyanın merkezi kadındır, aşktır!
-  İnsanların bilmediği bir özelliğiniz...
MM: Çok utangacım...
MY: Şahane şarkı söylerim, sahnem ve sesim iyidir, halkımız göremedi ne yazık ki...
HU: Gerçekten iyi söyler... Benim bilinmedik bir yanım yok. Her şeyini yazan bir adamım...
-  Kaç kadının kalbini kırmışsınızdır...
MY: Çok kırmışımdır... Ama inan vakitsizlikten...
MM: İki olduğu kesin... Karılarım... Daha fazla değildir. Yok dur, belki de yarım düzine...
HU: Çok kadının kalbini kırdım.
-  Çabuk uykuya dalar mısınız?
MY: Hemen. Yatağa yatar yatmaz... Benim yazı işleri toplantısında bile uyuduğum olmuştur, kâğıdı okur gibi yaparım, iki üç dakika kestiririm.
HU: Ben de hemen uykuya dalarım. Ama tercihen kendi yatağımda. Hareket eden yerde uyuyamam, gözümü kapatır, dururum. Uçaklar filan allak bullak ediyor, o yüzden kısa mesafe uçuyorum.
MM: Eskiden ben de pat diye uyurdum ama artık uyku ile uyanıklık arasında gidip geliyorum. Hatta bazen uykuya daldım mı dalamadım mı, emin olamıyorum.
-  Hayattan şunu öğrendim...
HU: Zevk almayı...
MY: Ben de hayatın kısa olduğunu... Eğleneceksin, güleceksin, keyif alacaksın, bitiyor çünkü...
MM: Ben bu beyefendiler kadar kendim için yaşamayı öğrenemedim. O yüzden çocuklarıma daha çok bencil olmalarını öneriyorum...
-  Neyi ciddiye alırsınız hayatta?
MM: Her şeyi.
MY: Hiçbir şeyi.
HU: Kendimi ciddiye alıyorum.
-  Ayakkabılarınızı nereden alırsınız?
HU: Clarks.
MY: Weston.
MM: Church.
-  İntikamcı mısınız?
MM: Yok değilim.
MY: Yorar adamı bunlar, ne gerek var?
HU: Benim adım ne?.. Gerçi bakma böyle dediğime, benim intikamla alakam yok...
10 YIL SONRA ÜZERİME 6 KAT KIBRIS TOPRAĞI ATILMIŞ OLUR
-  Kendinizi 10 yıl sonra nerede görüyorsunuz?

MM: Üzerime 6 kat Kıbrıs toprağı çekilmiş bir halde olacağım... Şaka bir yana 10 sene sonra hayatta olacağımı sanmıyorum. Anlaşmam 70 seneye kadardı.
HU: Bugünkünden çok farklı olacağını zannetmiyorum.
MY: 10 sene sonra Bodrum’da bir mandalina bahçesinde olacağım, içinde küçük bir taşev ve yanımda sevdiğim kadın....
-  10 yıl beklemeye ne gerek var?
MY: Doğru söylüyorsun, belki seneye olur.
MM: Böyle yazmaya devam edersen, 6 aya kalmaz!
-  Böyle yazarsam, beni yollarlar/ şutlarlar diye geçiyor mu aklınızdan?
MY: Hayır. Gazetecilik yapıyorsan bunu göze alıyor olman lazım. Almıyorsan yapma...
MM: Ben valla 79’dan beri her sene aynı şeyi düşünüyorum. Şutlandım da... Muhtemelen gene şutlanacağım.
HU: Benim cevabımı biliyorsun değil mi: Umurumda değil. Benim artık bu saatten sonra kimseye eyvallahım yok.
-  İsminizin baş harflerinin işli olduğu bir gömlek giyer misiniz?
HU: Hepsi öyle.
MY: Gençken bir heves giymiştim, sonra tuhafıma gitmeye başladı.
MM: Hayatta giymem.
-  Seyahate giderken mutlaka yanınıza aldığınız şey...
MM: Diş fırçası ve diş macunu...
MY: Onlara ek deodoran ve parfüm.
HU: Bu bana Holly’nin öğrettiği çok önemli şeylerden biri. Kendisine müteşekkirim. Bana 28 maddelik bir liste yapmıştı, basılı olarak durur. Her seyahat öncesi, listeyi elime alır, bavulumu öyle yaparım, o 28 maddeye de çek atarım. O liste sayesinde hiçbir seyahatimde “Hay aksi şunu unuttum!” demedim. İlaçlarım, yedek gözlüğüm, ihtiyacım olan her şey var bende...
YALAN SÖYLEDİĞİMDE KIPKIRMIZI OLUYORUM
-  Hayatta olmayan sevdikleriniz arasında en çok kimi özlüyorsunuz?

MM: Annemi.
MY: Anneannemi..
HU: Anne ve babamı. Sonra Ercan’ı (Arıklı) ve Cüneyt’i (Koryürek.)
-  Ne kadar tembelsiniz?
MM: Çalışkan olduğum kadar tembelim.
MY: Dönemlerle ilgili... 12 sene tatil yapmadan cumartesi-pazar çalıştım. O zaman tembellik yapmak istiyordum, yapamıyordum, şimdi yapıyorum...
HU: Çalışkanlık- tembellik izafi şeyler. İlkokul birinci sınıftan, liseyi bitirinceye kadar beni ders çalışırken kimse görmedi, annem babam dahil, ama ben, sınıfın en başarılı üç öğrencisinden biriydim. Hem çalışkanım hem tembel. Ölçü başarıysa, çalışkanım. Ölçü bir işi yapmak için vakit harcamaksa, tahmin edemeyeceğin kadar tembelim. Bir iş en kısa zamanda nasıl yapılır iyi bildiğimden, birinin 10 saatte yazacağı yazıyı, ben 10 dakikada yazarım. Böylece 9 saat 50 dakika kazanıyorum...
-  En son ne zaman yalan söylediniz?
HU: Ben söyleyemem. Çünkü söylediğimde kıpkırmızı oluyorum. Bu yüzden doktora gittim. Bunun bir tedavisi var mı diye. Yalan söylemeyi düşündüğüm anda bile kızarıyorum. Çocukluğumdan beri bu böyle...
MM: Ben çok yalan söylemem. Ama hiç söylemem demiyorum.
MY: Ben biraz önce söyledim galiba.

Haberin Devamı

GAZETECİLİK ÜZERİNE

Hepimizin kanına Mehmet Ali Kışlalı girdi

-  Bu mesleğe isteyerek mi başladınız, tesadüfen mi?
Metin Münir: Tamamen tesadüfen. Ben aslında diplomat olmak istiyordum. Siyasal’a da o yüzden girdim. Kıbrıs, ben üniversitedeyken ikiye bölündü ve o hayal sona erdi. Bu arada bana “Gazeteci olur musun?” diye teklifte bulundular, ben de kabul ettim.
Mehmet Yılmaz: Ben akademik kariyer yapmak istiyordum. İyi bir talebeydim, ama Siyasal’ın birinci sınıfında Ahmet Taner Kışlalı ve Ünsal Oskay beni Mehmet Ali Kışlalı’ya gönderdi. Onu tanıdığım an, gazetecilikten başka bir iş yapamayacağımı anladım.
MM: Ne tuhaf Mehmet Ali Kışlalı’nın benim için de muazzam önemi var. Ben de bir arkadaşımdan kitap almıştım, “Ablama bırak” dedi. Bırak dediği yer Daily News Gazetesi. Götürdüm. Orada bir sohbet esnasında, ne yapacağımı bilmediğimi filan anlattım, “Gazetecilik yap, gel burada çalış” dediler ve gazetecilik nedir, ne değildir konusunda fikir vermesi için beni Mehmet Ali Kışlalı’ya yolladılar. Tercüman’ın büro şefiydi. Kızılay’da Philips binasının üzerinde ofisleri vardı. Gittim. Hiç unutmayacağım, çok yakışıklı bir adamdı, harika bir elbise giyiyordu ve ayağında Church ayakkabılar vardı. Çok uzun tutmadı konuşmayı, bana dedi ki “Para kazanmak istiyorsan, gazeteci olma. Ama güzel ve heyecanlı bir hayatın olsun istiyorsan ol.” Karşımdaki adama baktım, “Eğer böyleyse parasız olmak” dedim içimden, “Tamam ben bu işte varım...”
HU: Ben Siyasal’a avukat olmak için girdim. Bizim zamanımızda Siyasal’ı bitirenler dört dersten fark vererek, hukuk diploması alabiliyorlardı. Bir de Siyasallı erkekler, Ankaralı kızların çok gözdesiydi. Bir gün Mehmet Ali Abi yardıma çağırdı, Ahmet’i, beni ve abimi. Gazetede isyan çıkmış, herkes işi bırakmış, bir genel yayın müdürü Cihat Baban kalmış, bir de yazı işleri müdürü Mehmet Ali Abi. “Çocuklar bize bir hafta yardım edin” dedi, biz de gittik, gidiş o gidiş...
MY: Yani hepimizin kanına Mehmet Ali Kışlalı girdi!
HU: O, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük gazetecilik hocasıdır. Onun yanında yetişmiş herkes çok önemli gazeteci oldu.
MY: Ertuğrul Özkök, Can Dündar, Yalçın Küçük, Şefik Kahramankaptan, Güneş Tecelli, Mustafa Ekmekçi... Daha bir sürü vardır...
-  Ustanız kim?
MM: Benimki Nick Ladington. O zamanlar Daily News Gazetesi’nin editörüydü. Kışlalı’ya beni gönderen de zaten oydu.
MY: Mehmet Ali Kışlalı.
HU: Mehmet Ali Kışlalı.
-  Ustanızı geçtiniz mi?
MM: Hayır.
MY: Hayır. Dört tane gazete çıkardım 30’a yakın dergi yayınladım. Mehmet Ali Abi’nin geçmişinde böyle bir hikâye yok. Ama ben onun kadar insan yetiştirmedim. Hem zaten o benim Mehmet Ali Abim, onu nasıl geçebilirim, geçmiş olsam bile nasıl söyleyebilirim?
HU: Ben geçtim.
-  Hiç muhabirlik yaptınız mı? “Bu işteki yüksek mertebe muhabirlik” denir ya...
MM: Evet öyledir. Ben hâlâ kendimi muhabir olarak addederim.
MY: Ben üç sene muhabirlik yaptım. Sonra Mehmet Ali Abi, beni Yankı Dergisi’ne yazı işleri müdürü yaptı, bir daha da masadan kalkamadım. Ben bu işin en kralının muhabirlik olduğuna filan inanmıyorum. Tamamen palavra. Muhabirlik iyi bir şeydir, ona itirazım yok. Ama şu daha önemli bence: Önüne 500 tane haber geliyor, onun içinde 30 tanesini seçiyorsun bir gazete yapıyorsun. İstediğin haberi büyütüyorsun, istediğini küçük veriyorsun. Aynı şekilde fotoğrafları. Bu, insanı daha çok tatmin eden bir şey...
HU: Ulaşılabilecek en yüksek mertebe eskiden muhabirlikti. Çünkü o zaman
bu meslekte yatay ilerleme vardı. Şimdi yok. Şimdi muhabirlik 1500-2000 lirada bitiyor. Onun üzerinde para kazanmak istiyorsan ya yazar olacaksın ya yönetici...
MM: O yüzden de gazetecilik- mazetecilik kalmadı...
HU: Benim başladığım yıllarda Türkiye’nin en ünlü gazetecileri muhabirdi. Cüneyt Arcayürek, Ümit Davran, Fikret Otyam, Yaşar Kemal, Gökşin Sipahioğlu. Üçüncü sayfadaki Burhan Felek ya da Cevat Ulunay’ın yazıları gırgır olsun diye okunurdu. Gazete gerçekten haber demekti. Haliyle şöhretli olan da, para kazanan da muhabirdi. Ama durdurdular o işi. Şimdi ajanstan gelen haberi bedava kullanmak daha az masraflı, muhabiri al, bilmem nereye yolla... Kim uğraşacak? Yanına fotoğrafçı da koyacaksın, hem haberin gelip gelmeyeceği garanti değil. Kompakt gazeteciliği icat ettiler, muhabirliği bitirdiler. Şimdi gazeteye gelen çocuk biliyor ki, muhabir olarak kaldığı
sürece, alacağı para en fazla aylık
3 bin lira olacak.
-  Yani gazetecilik öldü mü?
HU: Öldü. Artık gazete olarak da yok birbirimizden farkımız, tek fark yazarlar. Yaratıcı editör desen, o da yok...
MM: Bugün Türkiye’de Fiat, Renault fabrikasında üretilen arabaların kalitesi, o müdürlerin kalitesi, dünyanın herhangi bir yerinde neyse öyle, hatta daha iyi. Ama gazetelerimize baktığımız zaman, bizim gazetelerimizin tamamı kalitesizdir. Avrupa’da bir tek kaliteli gazetesi olmayan ülke Türkiye’dir. Türkiye’de bir The New York Times var mı? Washington Post var mı? Le Monde var mı? Yok. Türkiye’de bütün gazeteler tabloid. Biz bu işi bilmiyoruz. Türkiye’de genel yayın yönetmeniyle The New York Times’ın genel yayın yönetmeninin yaptığı şeyler aynı değildir. Bizde bütün gazeteler, diktatörlüktür, despotluktur. Bugün Başbakan Erdoğan’dan şikâyet ediyoruz, ama bütün gazeteler, her seviyede Erdoğan’larla doludur. Bizde muhabir yok, olabilir mi böyle bir şey? Tüm dünyada, “muhabir”, bağımsız kendi konusunda uzman olan bir kişidir. O herhangi birinden emir almaz, işini yapar. Bizde böyle de değil bu hikâyeler. Tamamen, en tepeden aşağı kadar bozuk, kalitesiz...
MY: Daha neler! Ben katılmıyorum. Türkiye’de bir Le Monde yok ama Le Monde’da da şu yaşadığımız coğrafyayla ilgili öyle cahilce kaleme alınmış yazılar çıkabiliyor ki, demek ki benzeri problemler orada da yaşanıyor. Üstelik gazeteci demek, bir meseleye derinlemesine vâkıf olan bir insan demek değildir. Gazeteci meraklı insandır, merak eder. Hıncal Abi, gazetecilik öldü derken, merak duygusunun azaldığına dikkat çekiyor. Gazeteci, merak edip soru soran insandır. Derin bilgisi olması gerekmez. Çok bilen insan da, zaten giderek soru sormayı unutur.
-  Peki despotluk ve diktatörlük...
MY: Dünyanın her yerinde gazeteler, diktatörlüktür. Gazete, genel yayın müdürünün kişiliğinin bir ürünüdür. Bu Independent’ta da böyledir, The New York Times’da da. Gazeteciliğin geleceğiyle ilgili esas tehlike şu: Enformasyonun, özellikle internet ve parasız dağıtılan gazetelerle, bedava hale gelmesi. O zaman sadece reklamverene bağlı bir gazetecilik anlayışı gelişiyor. Mesele bu.
BU ÜLKEDE YAZDIĞI KİTAP 15 BİN SATAN BESTSELLER OLUYOR
-  Peki muhabirliğin ölmesi, yaratıcı editörlerin azalması...

MY: Saçma hayaller kurmayalım, Türkiye, en çok satan kitabın 3-5 bin sattığı bir ülke. Benim yaptığım kitap bestseller oldu, 14 baskı yaptı, 42 bin sattı. Böyle bir ülkeden söz ediyoruz. 15 bin tane satınca bestseller oluyor. Bu ülkede, editörden aşırı derinlik beklemek gerçekçi değil. Öyle bir derinlik talebi de yok zaten.
-  Peki meslek ileri mi gitti?
MY: Ben ileri gitti diyorum.
MM: Ben ileri gittiğini sanmıyorum.
HU: Ben bitti diyorum.
-  Gazetenin hamallığını çekenlerle, masa başında oturanlar arasında bir eşitlik var mı?
MY: Muhabir, editörden önemlidir denemez. Muhabir yazısını yazar çıkar, o kimsenin ismini bile bilmediği editör, o yazıyı oturup yeniden yazar, gece 11’e, 12’ye kadar gazetede oturur. Sabah gazetede bir sorun olursa, genel yayın müdürü ona bağırır çağırır, muhabir o sırada Bebek Kahve’de arkadaşlarıyla çay içiyordur. Evet, muhabirler çok önemli ama editörler de önemli.
MM: Ben yıllarca Financial Times’ta çalıştım. Hepimiz muhabirdik. Daha doğrusu şöyle: Gazete, muhabirlerden ibaretti. Başka biri yoktu. Editörler de, bir süre sonra muhabir olacak insanlardı. Yani diyelim ki, 15 kişi dış politika muhabiriyiz ve 10 ülke var. 10’u o 10 ülkede muhabirlik yapıyor, Londra’da yaşayan 5 editör, muhabirlik yapmak için sırasının gelmesini bekliyor. Diplomatlık gibi. Başka bir gazetecilik anlayışı. Şimdiki Financial Times’a da bakacak olursan, üç- dört tane full time köşe yazan var, gerisi, dışarıdan iş ısmarlanan insanlar. Bu sistem The New York Times’da da böyle, Washington Post’ta da. Bizde ise alakasız. Biz işi tamamen öldürdük...
GAZETELER GENEL YAYIN MÜDÜRLERİNİN AYNASIDIR
-  Nasıl düzelir? Düzelir mi?

HU: Düzelmez. Çünkü haber, pahalı. Halbuki Hıncal, ne kadar pahalı olursa olsun, bir bütçesi var. Her ay bu kadar ödeyeceğiz Hıncal’a, o da bize bu kadar gazete sattıracak, bitti. Yazar, aldığı para fazla olduğu halde ucuz.
-  Yani yazara para veriyor, haberi ucuza getirmek için ya da gazeteyi daha kolay yoldan sattırabilmek için...
MY: Tabii. Santimetrekare hesabı. Orayı bir şeyle dolduracak. Ya ajans haberleriyle, o en ucuzu, ya orijinal bir yazarla, nispeten pahalı. Ya da özgün bir haberle, o en pahalısı...
-  Bizde acaba ciddi gazete, ciddi haber mi okumak istemiyor insanlar?
MY: Ne alakası var. Mesele şu: İyi gazete yapıyor musun, yapmıyor musun? İyi gazete satar.
-  Ölçümüz tirajsa, Hürriyet de en iyi gazeteydi bugüne kadar...
MY: Tabii ki tirajdır...
HU: Hürriyet her zaman iyi gazeteydi, ya da şöyle diyeyim, gazeteye en yakın gazeteydi ama 5 sene evvel ki Hürriyet.
-  Özkök’ün ayrılmasıyla yeni bir dönemin başlaması ne alaka?
HU: Gazeteler, genel yayın müdürlerinin aynasıdır. Daha doğrusu genel yayın müdürlerinin çapı kadardır. Ertuğrul Özkök gitti, Ertuğrul Özkök devri bitti. 20 sene birinin kendini kabul ettirmesi için yeterli bir süre. Ben gelirim, üç gün genel yayın müdürü kalırım, giderim diye bir şey değil. Sabah’ta bir Fatih Altaylı izi yok, kalmadı. 20 sene Ertuğrul Özkök Hürriyet’iydi, yeni genel yayın yönetmeni Enis Berberoğlu, onun Hürriyet’ini mi devam ettirecek yoksa kendi Hürriyet’ini mi yapacak, göreceğiz...
MY: Antonius’un tiradı vardır, Sezar’ın cenaze töreninde, “Ben Sezar’ı övmeye değil, gömmeye geldim” der, böyle söyleyince belki biraz tuhaf gelecek ama yeni genel yayın müdürü, eskisini gömemiyorsa bir hiçtir.

Haberin Devamı

Ne ciddisi kaldı ne bulvarı

-  Sitcom gazeteciliği nedir? Siz nasıl tarif edersiniz?
MY: Edemem. Ne anlama geldiğini bilmiyorum. Sitcom, Amerikan televizyonculuğunun dünyaya kazandırdığı bir kavram, durum komedisi. Bunun gazetecilikle ne alakası var? Gazetecinin görevi topluma ayna tutmak. Bunu yaparken insanları eğlendirmek, komik olmak gibi şeyler her zaman mümkün mü? Değil. Olay neyse, haber odur.
MM: “Infotainment” diye bir şey var. Hem information (bilgi) hem entertainment (eğlence), herhalde Ertuğrul’un (Özkök) bahsettiği hikâye bu. Ama öyle gazetecilik olmaz, ben de Mehmet’e katılıyorum. Haber, haberdir. Haberin asık suratlısı ya da güleni olmaz.
-  Siz ne diyorsunuz?
HU: Ben Türkiye’de gazetecilik bitti diyorum. Ne ciddisi, ne bulvarı kaldı. Radikal ve Cumhuriyet mi ciddi gazete? 35-40 bin satan gazete mi ciddi?

Haberin Devamı

Aferin Mehmet, sonunda akıllandın!

-  Bir gazetenin başına gelmeniz teklif edilse, kabul eder misiniz?
MY: Tabii ki hayır. Ve bunu teklif edene küfredebilirim.
HU: Aferin Mehmet, sonunda akıllandın! Ben de kabul etmem, zaten 7 ay önce istediler reddettim.
MM: Yok hayır. Ben de istemem. Hele böyle bir dönemde...

Yazarın Tüm Yazıları