TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:
Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...
“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.
ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...
Önce bir tespit:
Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.
“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.
TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.
ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.
Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!
28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı
Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...
TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı
Güneş Dil Teorisi gerçek mi safsata mı
Anayasa’da ikinci resmi dil olması istenen Kürtçe, televizyonlarda, gazetelerde günlerdir tartışılıyor. Kürtçeyi yüceltmek isteyenler karşı taarruzla konuyu, “Güneş Dil Teorisi”ne getirip Atatürk’ün düşünce yapısını ve Kemalist devrimin tarihsel konumunu küçük düşürmeye gayret ediyor. Gerçekten “Güneş Dil Teorisi” hurafe miydi? Düşünsel kaynakları nelerdi? Atatürk’ü hangi yabancı bilim adamları etkiledi?
GÜNDEMDE Kürtçe var.![/images/100/0x0/55ead003f018fbb8f8984a84]()
Kürtçe moda, Türkçe demode!
Bugün: “Türk” ya da “Türkçe” sözcüğünü dile getirenler ırkçılıkla, faşistlikle itham ediliyor.
Dün: Türk Dil Kurumu’nu kapatan 12 Eylül 1980 darbecilerine göre ise Türkçe ile ilgilenenler komünistlerdi!
“Güneş Dil Teorisi” dün de bugün de hep safsata olarak değerlendirildi.
Bütün dillerin kaynağının “Türk kökenli” olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” Kemalist çevreleri bile artık sadece gülümsetiyor.
“Kemalist aşırılık” olarak değerlendiriliyor teori.
Bu konuyu yazmak elzem oldu.
Sahiden söyleyip, yazdıkları gibi teorinin gerçekle hiç mi bağı yok?
“Türk” yerine “Anadolu” dersek; insanoğlu “anadili”nin, kavimler kapısı olan bu coğrafyada doğduğu tezi kanıtlanmış olur mu?
O halde...
Kolları sıvayalım ve kendi dilimiz üstündeki “hurafe” ithamının ne derece doğru ya da yanlış olduğu irdeleyelim...
Teorinin miladı:
Hitit kazısı
Dil çalışmaları 17. yüzyılda başladı; 19. yüzyıl ortalarından itibaren Avrupa’da “moda” oldu.
1920’lere gelindiğinde “kökendil” görüşü yaygınlaştı ve ortak anadil arayışı başladı.
Bilim dalı olarak ortaya çıkan filoloji ve etimoloji; konuşma farklılıklarının/şivelerin, lehçelerin, ağızların zamanla bağımsız dile dönüştüğünü ortaya çıkardı. Yani diller zaman içinde gelişiyor, değişiyor, alt gruplara ayrılıp başkalaşıyordu.
Dil merakı ve çalışmaları arkeoloji ve benzeri sosyal bilim türevlerini de doğurdu.
20. yüzyıl başına kadar insanoğlu Mezopotamya dışında bir uygarlık bilmiyor, tanımıyordu. Arkeolojik kazılar sadece bu bölgeyle sınırlıydı.
İlk Hitit kazısı 1906’da Almanlar tarafından Hattuşa’da (Boğazköy) başladı. Anadolu’da bulunan/keşfedilen bu yeni uygarlık bilim dünyasında heyecan yarattı.
Yaratılan her heyecan abartıyı getirdiği gibi, Avrupa gazeteleri de yeni arkeolojik keşifle ilgili ardı ardına sansasyonel haberler yaptı.
Merak edilen konuların başında Anadolu bozkırında kurulan Hititlerin (Etiler) dili geliyordu. Bu “anadil” hangi Avrupa dillerini yavrulamıştı?
Bu soru, “Güneş Dil Teorisi”nin doğuşuna da neden oldu. Çünkü Hititçe de bazı sözcükler Türkçede de vardı: Milid adı Malatya idi. Marqasi ise Maraş; Adanawani de Adana... (Bu sayfada Anadolu’daki yer isimleriyle ilgili ayrıntılı makale yazdığım için örnekleri uzatmayacağım.)
Sümerli Ludingirra Türk mü
“Güneş Dil Teorisi”ne sadece Hitit kazıları neden olmadı.
Prof. Samuel Noah Kramer (1897-1990) Sümeroloji’nin kurucusuydu. “Tarih Sümer’de Başlar” kitabında birçok uzman arkadaşıyla aynı saptamayı yaptı: Büyük uygarlık kurucusu Sümerler, Mezopotamya’ya dışarıdan geldiler. Nereden gelmişlerdi?
Muazzez İlmiye Çığ (ki Prof. Kramer’in yardımcısıydı) Sümer yazıtlardan yola çıkarak, 1996’da “Sümerli Ludingirra” adlı kitabı yazdı. Öğretmen-yazar Ludingirra anılarında, atalarının kuzeydoğudaki dağlık bölgeden kuraklık sonucu geldiklerini anlatıyor! (Sayfa 14)
Ludingirra yazdıkları, Türklerin kuraklık sonucu Anadolu’ya göç ettikleri iddiasındaki “Türk tarih tezi”ni doğruluyordu. (Eğer Ludingirra’ya inanmıyorsanız “Gılgamış Destanı”nı hiç okumayın!)
O yıllarda “Güneş Dil Teorisi”nin düşünsel kaynağı çoktu.
Bunlardan biri de Sir Canon George Rawlinson (1812-1902) idi. Sümerlerin Asya’dan gelmiş Türk kavmi olduğunu ileri sürdü. Buna kanıt olarak, Sümer diliyle Türkçenin benzerliğini gösterdi; ikisi de bitişimli dillerdendi. Keza Sümerceye benzeyen Türkçe kelime sayısı hayli fazlaydı. (Kia: Kıyı; Temen: Temel; Ghir: Kırmak; Kouch: Kuşak gibi.)
Rawlinson tezine göre, Sümerlerin “ataları” Türk’tü.
İsviçreli Cenevre Üniversitesi Rektörü Prof. Eugene Pittard (1867-1962), Türk göç dalgalarının Avrupa’yı nasıl etkilediğini yazıp uygarlığın kökünün Asya olduğu tezini ortaya attı. Keza...
“Güneş Dil Teorisi”nin düşünsel kaynakları için, Kvergic, Pekarski, Barenton, Vaux, Diniker, Quatrefages de Breaud, Topinard, Villenoisy gibi bilim adamlarının çalışmalarını sıralamaya gerek yok. Burada yanıtını bulmamız gereken başka bir soru var:
Avrupa merkezli bu “moda” tez, Türkiye’de neden çabuk kabul gördü?
Haksızlık yapmayalım.
Atatürk ne tarihçi ne de dilciydi. Ama bu çalışmaların yapılmasını isteyen bir öncüydü.
Keza sadece Avrupalıların tezleri kabul görmedi; Anadolu da kendi “kazı çalışmaları”nı başlattı:
Ahlatlıbel, Alacahöyük kazılarına başlandı.
Ertuğrul yatı Marmara ve Ege’deki tarihi abideleri araştıracak bilim adamlarına tahsis edildi.
Ruşen Eşref, Afet İnan Mısır’a, Yunanistan’a gönderildi.
Osmanlı belgeleri tasnif edilmeye başlandı; Macaristan’dan arşiv uzmanı Prof. Lagos Fekete getirildi.
Eski uygarlıklarda görülen güneş dil bağının etkilerini araştırmak için dilbilimci Tahsin Mayatepek Meksika’ya gönderildi.
Prof. Eugene Pittard gibi bilim adamları Türkiye’ye davet edildi.
Yani nasıl Avrupa’da heyecanlı bir kökendil araştırması varsa, aynı dönemde Türkiye’de de o heyecan vardı. 1935’te, antropolojinin ayrı bir bilim dalı olarak ortaya çıkması bile gösteriyor ki, bu rüzgâr sadece Türkiye’yi etkilemedi.
Moral kaynağı oldu
Tekrar sorumuza dönelim:
Kemalist kadrolar “Güneş Dil Teorisi”ne niye alelacele sahip çıktı? Yabancı dilbilimcilerin bazı saptırmalarına neden hemen inandı, inanmak istedi?
Bunun duygusal sebepleri vardı.
Şöyle...
Osmanlı’nın gözden uzak arka bahçesi Anadolu, Türkiye Cumhuriyeti’nin gözbebeği oldu. Hep “yüceltilmesine” dayanak arandı.
Anadolu’nun, uygarlık beşiği Avrupa dillerinin “anası” olduğu teorisi, Kemalist kadrolar için moral kaynağı oldu.
Parantez açayım: Eski uygarlıkların dillerine sadece Türkiye dört elle sarılmadı. Almanya gibi burjuvazinin yükselişini yaşayan bazı Avrupa ülkeleri de, dilleriyle övünen ve tüm dilleri küçümseyen Fransızlarla aynı anadilden gelmenin gururu için bu teorilere arka çıktı. Yani onların da kendilerince “Güneş Dil Teorisi” vardı!
Bu arada...
Uygarlık ve dil merkezinin Anadolu olması, “antik Yunan”la gurur duyan, ezeli rakip Yunanistan karşısında Türkiye’yi eşit bir konuma getirmesi de bu tezlerin çabuk kabullenilmesine sebep oldu.
Genç Türkiye için bunlar moral kaynağıydı.
Mustafa Kemal 1925’te, “Türk öğün, çalış, güven” derken, dil ve tarih çalışmalarının yapıldığı 1933’te artık şöyle diyordu:
“Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir. Ne mutlu Türk’üm diyene.”
Denemedir
Dil arayışı olgusunu tek bir “moral arayışına” indirgemek de doğru olmaz.
Kimine göre, SSCB’nin Şubat-Mart 1926’da Azerbaycan’da Birinci Türkoloji Kongresi düzenlenmesinin amacı, Türkçe konuşan dünyanın entelektüel merkezini Bakü yapmaktı. Türkiye bu prestiji elinden kaçırmak istemediği için, Türkoloji çalışmalarına ağırlık verdi.
Kuşkusuz Türk tarih tezi gibi arayışların da payı oldu.
Ancak dil çalışmalarındaki asıl gerçek:
Türk dilinin parçalı halden kurtarıp sadeleştirilmesi ve halkın konuşma dili ile yazı dili arasında birliğin, ahengin kurulmasıydı.
Dil, düşünce demekti çünkü.
Bu nedenle tarihi metinlerden ve yaşayan halk lehçelerinden taramalar yapılarak sözcükler, terimler bulundu.
Bu nedenle ölü veya eski diller metotlu bir şekilde incelendi, karşılaştırmalar yapıldı.
Bu nedenle Türkçe yabancı diller boyunduruğundan kurtarıldı.
Bu nedenle ardı ardına dil kurultayları yapıldı.
Bu nedenle Türk Dil Kurumu meydana getirildi.
Bu nedenle Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi kuruldu.
Vs...
“Güneş Dil Teorisi” bu arayış çabalarının sonucu doğdu.
Hata yapılmadı mı?
Hangi teori hata içermez ki?
Önemli olan tez ortaya atabilmektir. Teori geliştirebilmektir.
Mustafa Kemal’in devrimci olmasının sebebidir, soru sorabilme birikimine sahip olması. Soru bilimin temelidir çünkü...
Baksanıza...
Bugüne kadar ne biliyorduk; en eski Türk yazısı MS 8. yüzyıldaki Orhun Anıtları’ydı. Keza ilk sözlüğümüz “Divanı Lügati’t-Türk”ü Kaşgarlı Mahmud 1072-1074 yılları arasında yazdı.
Oysa yeni çıkan belgelere göre, MÖ 2000’deki Çin kaynaklarında Türkler var.
Yani: “Güneş Dil Teorisi” her yeni bulguyla yeniden değerlendirilecektir. Mevcut hali abartılıdır kuşkusuz ama gerçekle bağı tamamen kopuk değildir.
Azra Erhat’lar, Eyüboğlu’lar, Halikarnas Balıkçısı vb. de “Türk” yerine “Anadolu”yu koymadı mı?
“Güneş Dil Teorisi” bu toprakların tarihsel gerçeğini arama çabasının adıdır.
Asırlar boyu güdük bırakılan, hayatla bağı kesilen, ezik ve ölmek üzere olan bir dili tekrar hayata döndürme çabasının adıdır.
DTCF TARİHİNDEN UTANIYOR MU
KURTULUŞU gerçekleştirip, Cumhuriyet Devrimleri’ni inşa eden Kemalist kadrolar, 1929’da dünya ekonomik kriziyle büyük dönüşümü durdurmak zorunda kaldı.![/images/100/0x0/55ead003f018fbb8f8984a86]()
O süreçte Türkiye’de ekonomik politika arayışları yoğunlaştı; “Kadro Hareketi” popüler oldu.
Ne zaman krizden çıkıldı, Kadrocular dağıtıldı ve kültürel devrimlere kalındığı yerden devam edildi. Dil çalışmaları bunlardan biriydi.
1932’de “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” kuruldu. Adı sonra “Türk Dili Araştırma Kurumu” oldu ve en sonunda da “Türk Dil Kurumu” (TDK) adını aldı.
Ancak Atatürk dil ve tarih çalışmaları için TDK’yı yeterli bulmadı. Dil ve tarih öğrenimi için manevi kızı Afet İnan’ı yurtdışına göndermişti. Önce, başka öğrencileri de göndermeyi düşündü. Sonra Ankara’da bir fakülte açmanın daha verimli olacağını düşündü.
Teklifini Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen’e açıkladı:
Türk ve Türkiye tarihine kaynaklık edecek, bütün eski dillerin öğrenimi için, fakültede kürsüler ve enstitüleri kurulmalı ve bu amaçla uzmanlar kendi ülkemizde Türk öğrencilerini bu çeşitli kollarda yetiştirmeli idi. Bunun için Orta Asya Türk tarihiyle ilgili, Sinoloji, İndoloji; Önasya için Sümeroloji, Hititoloji ve diğer klasik dillerden Latince, Yunanca, Arapça ve Farsça kürsüleri olmalıydı.
Atatürk’ün üzerinde önemle durduğu diğer konu da, yabancı dillerin öğretilmesiydi. Keza arkeoloji vs. kürsüleri kurulmalıydı.
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi 14 Haziran 1935’te 2795 sayılı yasayla kuruldu.
Öğrenime Ankara’daki Evkaf Apartmanı’nda başlandı.
Nasıl ırkçı olur
DTCF “Güneş Dil Teorisi” çalışmalarının sonucunda kuruldu.
Kimileri bugün bu teorinin ırkçı olduğunu iddia ediyor. Ama bilmiyor ki, bu teorinin mimarları DTCF’nin kapılarını Alman faşizminden kaçan bilim adamlarına ardına kadar açtı.
Klasik Filoloji’nin başında Georg Rohle vardı. Hani; dünya edebiyat klasiklerinin ilk tercümelerine büyük katkısı olan; bizzat Platon’un “Devlet”ini çeviren ve fakültenin kütüphanesini kuran Alman bilim adamı.
Berno Landsberger ise DTCF’nin kuruluşuna ilk harcı koyan bilim adamlarındandı.
Hans Gustav Güterbock hocası Landsberger gibi Hititoloji kürsüsündeydi.
Walter Ruben, İndoloji bölümü kurucusu ve kürsü başkanıydı.
Karl Menges Slav dilleri ve Doğubilimleri hocasıydı.
Wolfram Eberhard ve Annemarie Gabain Sinoloji bölümündeydi.
Hans-Henning von der Osten Arkeoloji kürsüsü başkanlığını yürüttü.
Herbert Louis Coğrafya kürsüsü bakanıydı.
Karl Steuerwald, Clemens Möller, Hubert Melzig Alman filolojisinin öğretmenleriydi.
Fakültede Olivier Lacombe gibi Fransız öğretim üyeleri de vardı.
Alman ırkçılığından kaçıp Türkiye gelen bu bilim adamları Türkiye’de ırkçılık mı yaptılar yani? “Güneş Dil Teorisi” ırkçı öyle mi?
Türk Dil Kurumu’nun ilk genel sekreteri dilci Agop Dilaçar Ermeni’ydi.
O dönemde Türkçe dil çalışması yapan Avram Galanti ve Türkçü Mois Kohen Yahudi’ydi.
Hitit düşmanlığı
Yıl: 2010.
DTCF’nin kuruluşunun 75. yıldönümü.
Fakülte 75. yaşını kutladı mı?
Hayır.
Bir tek seminer bile yapmadılar.
Niye acaba? Bilemedim.
Sonra dekanın kim olduğuna baktım. Dekanının uzmanlık alanı Arapçaydı!
Şaşırmadım.
Siz de şaşırmayın.
Ankara Belediyesi’nin Hitit Güneşi amblemini değiştirmesine şaşırdınız mı?
Hitit Güneş Abidesi (Hati) Atatürk’ün izniyle başlatılan Alacahöyük kazılarında ortaya çıkan Anadolu’nun en eski kalıntılarından biriydi.
Rahmetli Vedat Dalokay Ankara Sıhhiye Meydanı’na Hitit Güneşi Abidesi diktiğinde, “Puta tapılıyor” diye TBMM’yi ayağa kaldıran Erbakan ve arkadaşları değil miydi?
Bir yanda kazı yaptırıp tarihi eserlerin ortaya çıkmasını sağlayan uygarlık öncüsü bir Atatürk var; diğer yanda çıkan eserleri tekrar toprağa gömmek isteyen gerici bir zihniyet.
Türkiye hâlâ bu iki zıt düşüncenin çatışmasına sahne olmaktadır.