Mevlevihane hakkında ne yazdımsa hepsi çıktı

Güncelleme Tarihi:

Mevlevihane hakkında ne yazdımsa hepsi çıktı
Oluşturulma Tarihi: Ekim 05, 1997 00:00

Haberin Devamı

Yenikapı Mevlevihanesi konusundaki kehanetlerim tek tek doğru çıktı... 6 Nisan'da ‘‘Mevlevihane yanacak’’ dedim ve 400 yıllık bina 6 Mayıs'ta küle döndü... 15 Haziran'da ‘‘Mevlevihane'yi soydular ve yaktılar’’ diye yazdım ve savcılık bu hafta yangının kundaklama eseri olduğunu açıkladı...

Maalesef, bir defa daha haklı çıktım... 6 Nisan günü bu sayfada ‘‘Mevlevihane yanacak’’ diye yazmıştım ve Yenikapı Mevlevihanesi, yazımdan tam bir ay sonra, 6 Mayıs gecesi yandı, kül oldu... Derken ‘‘Bu olay kaza falan değil, basbayağı kundaklamadır... Vakıflar Genel Müdürlüğü Mevlevihane'yi ‘‘eski eser deposu’’ niyetine kullanıyordu, içerideki eşyaları tek tek çalıp binayı yaktılar'' dedim ve bu söylediğim de doğrulandı... Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı, Mevlevihane'nin ‘‘soyulup yakıldığını’’ açıkladı ve yangın sırasında binada bekçilik eden iki kişi hakkında dava açtı...

İşin en acı tarafı, bekçilerden biri hakkında bir başka yerdeki tarihi halıları toparlayıp götürdüğü için daha önceden bir başka davanın açılmış ve hâlâ devam etmekte olmasıydı... Yani, Vakıflarda kurda kuzu emanet etmişlerdi...

Ben, bu işin taaa başından beri iddia ettim ve ediyorum: Yangının ve hırsızlığın tek sorumlusu yakında hakim karşısına çıkacak olan iki bekçi değil, bütün eski eser yönetmelikleridir... Deftere kayıtlı resmi kolleksiyoncuya potansiyel hırsız gözüyle bakan ama eski eser mezatlarında şakır şakır satılan yüzlerce senelik malların nereden geldiğini, nasıl bulunduğunu sormaya akıl edemeyenlerdir... Ve en önemlisi, vakıf mallarını sembolik kiralarla eşe-dosta peşkeş çekmelerinin üzerine, hırsızlıktan yargılananları tarihi eser depolarına bekçi diye diken Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün yöneticileridir...

Bu iş, iki bekçinin yargılanmasıyla temizlenecek gibi değildir ve mahkemeye gönderilmesi gereken daha çok kişi vardır: O iki bekçiyi sicillerine bakma zahmetine katlanmadan Mevlevihane'ye tayin edenler! Bölge müdürü başta olmak üzere Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün İstanbul örgütünde o zaman görevde bulunan üst düzeydeki bütün sorumlular, lâkayıtlıklarının hesabını vermek zorundadırlar...

Hammamizade İsmail Dede gibi daha çok sayıda sanatçının yetiştiği dört asırlık Yenikapı Mevlehihanesi'ne yaptıklarımızdan ve ona karşı duymamız gereken hicaptan böylelikle az da olsa sıyrılabiliriz!

Sotheby'nin Türk sosyetesine 7 farkı bulun oyunu

İngiltere'nin dillere destan mezat salonu Sotheby'de 17 Ekim günü birbirinden nefis Osmanlı eserleri satılacak... İşte, bu mezatta yeralan tablolardan biriyle ilgili garip bir öykü... Okuyun ve birilerinin bizi ‘‘enayi’’ yerine koyup koymadığına siz karar verin...

Bir grup Türk, 17 Ekim günü Londra'da heyecanlı saatler geçirecek... Dünyaca meşhur bir mezat salonunun, ‘‘Sotheby’’nin rahat koltuklarına kurulup satışa konan Osmanlı eserlerini kapışacaklar... Sosyetemiz, şimdiden heyecan içinde...

Neler neler yok bu mezatta... Üçüncü Selim'in şahsi mühründen tutun da birbirinden nefis İznik çinilerine, vakti zamanında saray için yapılmış tombaklardan gümüş ibriklere; 16. asır kadifelerine, birkaç yüz senelik kılıçlara, kalkanlara kadar Osmanlı'ya ait ne ararsanız herşey...

İşte, 17 Ekim akşamı, mezata konan bu Osmanlı hazinelerinden milyarlar döküp te beğendiklerini alabilmiş olanlar mutlu, kesesi elvermeyip alamayanlar meyus, Sotheby'nin idarecileri de kazandıkları komisyondan dolayı ellerini oğuşturmakta olacak...

Müzayedenin kataloğu, bana bu hafta başında geldi... İçindeki fotoğraflara hayranlıkla baktım, bu eserlere sahip olacak olanlara açık söyleyeyim biraz da gıpta hissettim, sonra kataloğu bir yana bırakıp yollanan öteki mektuplara döndüm...

Ve İstanbullu bir işadamından, Oğuz Tolga'dan gelen büyücek zarfı açıp da içinden çıkan resimleri görüp ‘‘Acaba birileri bizi kazıklamaya mı çalışıyor?’’ diye başlıyan mektubu okuyunca biraz irkildim...

Konu, Sotheby'nin mezat kataloğunda 316 numarayla yeralan tabloydu... Tablo 19. asırda yaşamış Belçikalı ressam Frans Vervloet'in imzasını taşıyordu ve 18 bin sterlin, yani 5 milyar lira başlangıç fiyatıyla arttırmaya konmuştu... Oğuz Bey, aynı tablonun bir başkasının imzasını taşıyan bir benzerini, ama aşırı denecek kadar bir benzerinin de fotoğrafını yollamıştı... Maria von Forsboom Guaita imzalı bu ‘‘benzerin’’ gene Londra'daki bir başka mezat şirketine, Mathaf'a ait olduğunu yazıyor, geçen sene İstanbul'a getirilip buradaki bir mezata konduğunu söylüyor, kendisinin almak istediğini ama fiyatta anlaşamadıklarını anlatıyor ve ‘‘Çok şükür ki alamamışım... Bu iki resme bakın ve kararı siz verin’’ diyordu...

Dediğini yaptım, iki tabloya da dikkatle ve uzun uzun baktım... Fatih olduğunu zannettiğim bir camiin arka sokağını gösteriyorlardı ve ikisi de küçük farklarla aynı gibiydi... Farklar sadece ayrıntılardaydı; meselâ Vervloet'te sağda görünen fesli adam Guaita'da sola geçmiş, Guaita geri plana bir öküz arabası yerleştirmiş Vervloet'in çocuklu kadın detayındaki çocuğu yoketmişti... Ama arka plandaki cami de, binalar da aynıydı...

Sonra, birbirinden sekiz yıl arayla aynı mekânı ve aynı insanları çizen bu iki ressamın kim olduklarını merak ettim, hayatlarını araştırayım dedim ve sadece biri hakkında malumat bulabildim: Frans Vervloet hakkında... 1795'le 1872 arasında yaşamış ‘‘oryantalist’’ bir ressamdı, Van Mour ekolünden geliyordu, öyle pek önde gelen bir isim değildi; üçüncü, dördüncü sınıf bir ressam sayılıyordu... 1996'nın 11 Ekim'inde, gene Sotheby'de ve gene İstanbul'u konu alan iki tablosu daha satılmıştı: Bir berber dükkanıyla Kapalıçarşı tabloları... Birinci resim 13 bin 800, öbürü 12 bin 75 sterline gitmişti...

Ama, Maria von Forsboom Guaita adındaki asalet unvanlı Alman ressamın kaydı hiçbir yerde yoktu... Kimin nesi olduğunu, ihtisasını Zonaro üzerine yapmış olan sanat tarihçisi bir arkadaşıma, Aykut Gürçağlar'a sordum, o da bir hayli aradı ve aynı şeyi söyledi: Kitaplarda, kataloglarda, albümlerde böyle bir isim geçmiyordu...

İki ayrı İngiliz mezat şirketinin piyasaya sürdüğü bu tablolarla ilgili birçok ihtimal var ama en kuvvetlisi birinin orijinal, ötekinin ise bizleri ‘‘enayi’’ yerine koymak için son zamanlarda yaptırılmış sıradan bir kopya olması...

Ama hangisinin?

17 Ekim günü Sotheby'deki mezata katılacak olan sosyetemize hayırlı alışverişler...

Metin Gürdere'ye kim yalan söyledi?

Birkaç ay önce, bu sayfada bir belge yayınlamıştım: Emniyet Genel Müdürlüğü'nün Kaçakçılık İstihbarat ve Organize Suçla Mücadele Daire Başkanı Emin Arslan imzasıyla, 16 Mayıs'ta bütün emniyet teşkilâtına gönderilen bir belge... Arslan,‘‘Vakıflardan gelen bir yazıda, Mevlevihane'de yangın öncesi ve sonrası 3 bin 911 adet tarihi eserin çalındığı söyleniyor; bu eserlerle karşılaşabilirsiniz, dikkatli olun’’ diyordu...

Sonra aradan aylar geçti, ANAP İstanbul Milletvekili Bülent Akarcalı Mevlevihane yangınını soru önergesiyle TBMM'ne getirdi... Cevap, 23 Temmuz günü Devlet Bakanı Metin Gürdere'nin imzasıyla geldi: Bakan ‘‘Yangının kasten çıkartılmış olduğu konusunda bize intikal eden kesin bir delil yoktur’’ diyor ama bir başka bilgi veriyordu: Mevlevihane'de ‘‘yanan’’ eserlerin envanter kayıtları ve fotoğrafları ellerindeydi...

Vakıflardan sorumlu Devlet Bakanı Metin Gürdere'ye şimdi iki önemli iş düşüyor... Birincisi, emniyete ‘‘Bizim tam 3 bin 911 adet eski eserimiz çalındı’’ diye yazan ama bağlı olduğu bakanı, yani kendisini ‘‘Çalınanlar konusunda bir bilgimiz yok’’ deyip yanıltan vakıflardaki yöneticilerden bu işin neyin nesi olduğunu sormak...

İkincisi de, envanterlerdeki fotoğrafları son birkaç ayda yapılan mezatların kataloglarındaki resimlerle şöyle bir karşılaştırmak... Belki ilginç benzerlikler bulabilir, kimbilir?

Haçlı Seferleri üzerine ilk Türk kitabı

Bir zamanlar Haçlı Seferleri'ne merak salmış ama Türkiye'de bu konuda doğru dürüst bir kitap bulamamıştım... Asırlar boyunca ya Selâhaddin-i Eyyubi'yi evliya mertebesine çıkartmış, yahut Haçlılar'a sadece küfürler yağdırmış ve ortaya adam gibi bir eser koyamamıştık...

Sonra, Avrupa'da bir yerlerde, Steven Runciman'ın üç cildlik ‘‘A History of the Crusades’’inin, yani ‘‘Haçlı Seferleri Tarihi’’nin ilk baskısını bulma şansını yakaladım... Derken, geçenlerde aramızdan sessiz sadasız ayrılan bir bilim adamı, Prof. Fikret Işıltan, Runciman'ı 1986'da nefis bir dille Türkçe'ye çevirdi...

Ve, Prof. Işıltan'ın talebelerinden biri, Prof. Dr. Işın Demirkent, geçen hafta büyük boyda ve bol resimli kendi ‘‘Haçlı Seferleri’’ni yayınladı... Demirkent'in yayını, bu konuda bir Türk tarafından kaleme alınan benim görebildiğim ilk ‘‘ciddi’’ eserdi...

Haçlı Seferleri'ne merakınız varsa, yabancıların yazdığı binlerce sayfayı karıştırmış ama konuyu hâlâ tam olarak anlayamamışsanız, sıkıcı akademik üslûbun dışında, rahat ve popüler bir dille kaleme alınmış olan Prof. Demirkent'in kitabını okuyun...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!