Murat Bardakçı: Halkı sokakta yatıran feláket tellálları

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

‘‘Deprem yola çıktı, geliyor, ayın ya 14'ünde yahut 17'sinde mutlaka altımızda olacak’’ diyen feláket tellállarının kehanetleri tabii ki boşa çıktı ama İstanbul panik dolu bir hafta geçirdi. Bu feláket tellálları İstanbul'da aslında her zaman varolmuş ve halkı her seferinde sokağa dökmeyi başarmışlardı. İşte, eski zamanların İstanbul'undan birkaç panik öyküsü...

Eylül'ün 14'ünü geride bıraktık, sonra 17'si de gelip geçti ve ‘‘Deprem olacak, İstanbul'da taş üstünde taş kalmayacak, yer yarılıp herkes içine girecek’’ diyen feláket tellállarının hiçbir kehaneti çıkmadı.

Kerametleri kendilerinden menkul bu tellállar İstanbul'da her zaman varolmuşlardı. Depremler, yangınlar yahut salgınlar onlar için bulunmaz fırsattı. Hemen her áfetten sonra ortaya dökülür, hattá savaş zamanlarında bile kolları sıvar, dedikodu üstüne dedikodu yaratıp etrafı birbirine sokarlardı ama İstanbul halkı bütün bunlara teşne gibiydi. Dedikoduya inanmakta, tahrike gelmekte ve paniğe kapılıp sokağı mesken tutarak feláket beklemekte İstanbullu'nun üzerine yok gibiydi.

Meselá 1766'da yaşanan ve ‘‘küçük kıyamet’’ denilen depremle 1894 sarsıntısından sonra da İstanbul halkı aylarca evine girmemiş, sokaklarda ve kırlarda yatmıştı. Ama korkunun asıl sebebi deprem değil, ‘‘Küçük kıyamet geldi geçti, büyüğü yolda ve iki gün sonra kopacak’’ söylentisiydi. Korku, endişe ve panik içerisinde beklenen o iki gün bir türlü gelmedi ama İstanbul halkının kıyametin kopmadığını görüp sakinleşerek yeniden evlere gimesi için birkaç ay geçmesi gerekti.

İstanbul bir başka paniği 17. asırda, Dördüncü Mehmed'in saltanat senelerinde yaşadı. Rusya'ya savaş ilán edilmiş ama cephelerden bir türlü iç açıcı haberler gelmez olmuştu. Günün birinde ‘‘Moskof askeri Boğaz yamaçlarının arka taraflarına kadar gelmiş, şehir işgale uğramak üzereymiş’’ diye bir dedikodu yayıldı ve İstanbul'dan bir kaçıştır başladı. Boğaz'da mal ve mülk sahibi olanlar herşeylerini yok bahasına gayrımüslimlere satıp Konya'ya doğru yola koyuldular. Şehrin nüfusu bir haftada yarıya indi, panik sekiz ay kadar devam etti, savaş bitti, barış yapıldı, İstanbullular geri geldiler. Bu defa da ucuza giden malları geri alma kavgası başladı ve kavgayı yatıştırma işi padişaha düştü: Sultan ‘‘Boğaziçi'ndeki köşkler sahiplerine satın alındıkları fiyat üzerinden iade edilecek, etmemekte direnenlerin binalarına el konulacak’’ buyurunca iş bir anda halloldu.

İşte, geçmiş zamanların İstanbul'undan bir başka panik manzarası: 16.yüzyılın en önemli tarihçilerinden olan Selánikli Mustafa Efendi, İstanbul'da 1592 senesinin yazında çıkan veba salgınından sonra yaşananları anlatıyor.

Eşekarısı hepinizin dilini sokmalıymış!

Türk Dil Kurumu'ndaki allámeler hiddet buyurmuşlar. Birkaç hafta önce bu sayfada onlardan sözetmem mübarek canlarını sıkmış olacak ki, çıkarttıkları ‘‘Türk Dili’’ isimli varakparede bana veryansın etmişler.

Üstadların gazebine sebep olan yazımın konusunu kısaca hatırlatayım: ‘‘Türk Dili’’nin geçen sayısında Prof. Hamza Zülfikar'la Doç. Metin Karaörs tarafından kaleme alınmış ve bazı Türkçe hatalarından sözeden iki ayrı makale vardı. Zülfikar ve Karaörs gûya bu hataları düzeltiyorlardı ama birinin ‘‘ak’’ dediğine öteki ‘‘kara’’ diyordu, Zülfikar'a göre ‘‘doğru’’ olan Karaörs'e göre ‘‘yanlış’’tı ve bu komedi, künyesinin hemen altında ‘‘Dergimize gönderilen yazılar TDK İmlá Kılavuzu'na uymak zorundadır’’ denilen varakparede oynanıyordu.

İşte, Türkçe konusunda kendi aralarında bile anlaşamayan bu zevát, haklarında iki söz etmem üzerine yek-vücud olmuş, safları sıklaştırmış ve bendenizi ‘‘Türkçe'yi hatalı kullanmakla’’ suçlamaya kalkışmışlar.

Gûya yazımda tutarsızlıklar, cümle düşüklükleri ve anlatım bozuklukları varmış. Meselá bazı kelimeleri yanlış yazmışım: ‘‘Farkettim’’ sözü bitişik değil ayrı yazılırmış, ‘‘berbad’’ değil ‘‘berbat’’ demeliymişim, ‘‘Türkçe'yle’’ ifadesinin doğrusu ‘‘Türkçeyle’’ biçimdeymiş.

Kurum'un allámelerine yardımcı fiil dahil ek almış bütün kelimelerin beraber yazıldığını, bunun tek istisnasının soru eki olduğunu, ‘‘farketmek’’ fiilinin kendileri tarafından yayınlanan ‘‘İmlá Kılavuzu’’yla ‘‘Türkçe Sözlük’’ün çeşitli baskılarında da bu şekilde yer aldığını, ‘‘berbat’’ değil ‘‘berbad’’ denmesi gerektiğini, zira kelimenin aslının ‘‘dal’’ harfiyle bittiğini, büyük harfle başlayıp ek alan her kelimenin apostorofla yani kesmeyle ayrıldığını hatırlattıktan sonra sadede geleyim:

Bugüne kadar yayınladığınız ve sayısı bir düzineyi geçen imlá kılavuzlarınızın her baskısında ayrı bir sistem ortaya atan, her yeni baskıyla bir önceki baskıyı tekzib eden siz değil misiniz? Böyle davranmakla ‘‘imlá birliği’’ yerine ‘‘imlá kargaşası’’ ve daha da önemlisi ‘‘dil anarşisi’’ yarattığınızı, kurumun prestijini yokettiğinizi göremiyor musunuz? Bir memleketin tek bir imlá kılavuzu olması, yazım kurallarının sabit kalması ve zırt pırt değişmemesi gerekmez mi? Sadece adı ‘‘Türkçe Sözlük’’ olan yayınınızla imlá kılavuzunuz arasındaki yazım farklarının sebebi nedir? ‘‘Öğrenciler hangi yayınınıza güvenecek, neyinizi kaynak alacaklar?’’ sorusuna mugallátaya sapmadan dürüstçe cevap verebiliyor musunuz? Burun kıvırdığınız ve ‘‘Bizim ondan ne eksiğimiz varmış ki?’’ diye sorduğunuz Fransız Akademisi'nin Fransızca'nın imlásına son noktayı 17. yüzyılda koyduğunu hiç mi işitmediniz?

Şimdi, Türk Dil Kurumu'ndaki Türkçe fakiri zeváta birkaç sözüm var:

Önümüzdeki haftalardan itibaren bu sayfada bir ‘‘Kurum Dosyası’’ açmaya karar verdim. Çıkarttığınız her baskısı birbirinden farklı imlá kılavuzlarıyla Türkçe'yi nasıl berbad ettiğinizi haftalar boyunca yazacak; sadece ismi ‘‘Türkçe Sözlük’’ olan utanç abidenizdeki rezaletlerinizi, meselá hayvan isimlerini bitki adı zannetmenizi ve daha nice komikliğinizi örnekleriyle önünüze koyacağım. Neticede, öğrencilerinizin karşısına çıkmaya tákatinizin kalacağını pek zannetmiyorum. Yazacaklarımı okuyun, sonra utanıp susun, iddialı olduğum tek sahada yani Türkçe'yi iyi kullanma konusunda bana ahkám kesmeye cür'et etmeyin; devlet kuruluşu olmayan Türk Dil Kurumu'nun ‘‘devlet kurumu’’ olduğunu iddia edip ‘‘devlet’’ kavramının arkasına sığınmak gibi komiklere de sakın haaa kalkışmayın.

Şair ‘‘Dilkurum sa'yiyle olmuş defter-i dîván-ı dîl / Nazmı nesrinden beter her sûret-i inşá garîb’’ beytini meğer boşuna söylememiş!

Selánikli Mustafa Efendi 1592’deki veba paniğini anlatıyor

‘‘...İşbu Hicrî 1000 yılının mübarek Şevval ayının ilk gününde (11 Temmuz 1592) İstanbul şehrinde ve etrafında eskiden beri varolagelen bir salgın yeniden başgösterdi, veba çıktı. Ecel sákileri eski devirlerde olduğu gibi halka yeniden ölüm şarabını sunmaya başladılar. İstanbullular'ın çoğu bu şarapla serhoş oldu, özellikle de nazlara bürünmüş olan küçük çocuklar yanıp yıkıldı. Akıl ve fikir, yaşanan bu beláları şaşkınlıktan anlatamayacak bir hále geldi. Bazı aileler bu kaçınılmaz kazadan Allah'ın inayetiyle kurtuldu, hatta hastalananlardan şifa bulanlar da oldu ama birçok kişi fan; dünyaya veda edip cennet bahçelerine ulaştı.

Padişah Zilhicce ayının üçüne rastlayan perşembe günü (8 Eylül 1592) bir ferman çıkarttı ve veba salgınının sona ermesi için herkesin hep birlikte Allah'a yakarmasını istedi. Devletin en tepesindeki büyük adamlar ve halk seher vakti Kasımpaşa'nın üzerindeki Okmeydanı denilen sahrada toplandı. Din álimleriyle büyük şeyhler biraraya gelip şehrin üzerine çöken belánın defolup gitmesi ve sıhhatle şifanın geri gelmesi için gözyaşları içinde dualar ettiler. Toprağa yüzler sürülüp secdeye kapanıldı; dualar ve yakarışlar göklere yükseldi. ‘‘Yücelerin en yücesi olan Allah, ási ve günahkár kullarının ağlayışlarını ve yakarışlarını kabul eder. Peygamberinin hatırına bu yakarışlarımızı geri çevirme yarabbî’’ dendi ve niyazlarda bulunuldu.

Zilhicce ayının ortalarına gelindiğinde, her zaman dinin yüceliğine sığınmış olan padişah hazretlerinden her tarafa haberler ulaştı. Padişah ‘‘Şehir halkının tamamı, álimler ve bilgili kişiler Alemdağı'na çıksınlar. Orada Allah'a dualar edip vebanın şehre daha fazla yayılmamasını niyáz etsinler’’ buyuruyordu. Ferman üzerine kadırgalar bütün din álimlerini Anadoluhisarı tarafına geçirdiler ve o gün İstanbul'da ne kadar ádem varsa herkes karşı tarafa gitti, şehirde dükkánlar açılmadı. Anadoluhisarı'na geçenler gece orada kaldıktan sonra ertesi sabah Alemdağı'na çıktılar ve beláların def'i, sıhhatin, şifanın ve áfiyetin yeniden geri gelmesi için dualar ettiler. Haykırışlar ve hıçkırıklar göklere yükseldi. Sonra kurbanlar kesildi ve padişah için de dualar edildi. Yakarışlar hemen tesirini gösterdi, İstanbul kapılarından dışarıya her gün 325 ceset çıkartılırken, bu sayı bir anda 100'e kadar düştü. Yatanlar kalktı, hastalar Allah'ın inayetiyle şifa buldular.

Duaların kabul edilmesi için daha başka iyilikler yapılmasına karar verildi ve hapiste yatanların kırık kalplerinin tamirine çalışıldı. Yedikule zindanına kapatılmış olan Çerkes Haydar Paşa'yla Yenihisar'da tutulan Sinan ve Mustafa Ağalar affedilip serbest bırakıldılar. Daha önce, Mustafa Ağa'nın Gazze'ye sürgüne gönderilmesi kararlaştırılmıştı ama kırk kişiden fazla olan hizmetkárlarının tamamı hapiste bu hastalık yüzünden can verdiği ve Ağa da ayakta duramayacak halde bulunduğu için sürgün cezası da affedildi ve şehirde kalmasına izin verildi... (Prof. Dr. Mehmet İpşirli'nin 1989'da yayınladığı ‘‘Tarih-i Selánikî’’nin ikinci cildinden)’



Yazarın Tüm Yazıları