Ecevit’e bir reçete de ben yazdım

Güncelleme Tarihi:

Ecevit’e bir reçete de ben yazdım
Oluşturulma Tarihi: Mart 03, 2002 01:33

Gazetelerde Başbakan Ecevit'e ‘‘androjen’’ yani erkeklik hormonu verildiğini ve Ecevit'in bu sayede giderek dinçleştiğini okuyunca, eski zamanlarda yaşlı padişahlar ve sadrazamlar için hazırlanan güçlendirici iláçları hatırladım. Sonra, ‘‘Allah muhtaç etmesin ama günün birinde belki de bir işe yararlar’’ diyerek, kitaplığımda bulunan ve 17. asırda devlet büyükleri için yazılmış elyazması bir tıp kitabından bazı gençleştirici iláçların tariflerini aktarayım dedim.

BAŞBAKAN Bülent Ecevit'e ‘‘androjen’’ hormonu yani gençlik ve dinçlik iksiri verilmiş, ‘‘mynastenia’’ denilen kas zayıflığı derdi de tedavi edilmiş. 80'ine merdiven dayamış başbakanımız, bütün bu tedavilerin ve iláçların sayesinde şimdi maşallah nurtopu gibi bir çehreyle ve bir delikanlı kuvvetiyle memleketi idare etmede...

Ecevit'teki bu değişiklikleri görünce, yatağa düşmüş devlet büyüklerini ayağa kaldırabilmek için bundan asırlar önce yapılmış bazı iláçları ve bu iláçların anlatıldığı elyazması kitapları hatırladım. O devirlerde ‘‘Hekimbaşı’’ denilen saray doktorları tarafından kaleme alınmışlardı, elyazması kütüphanelerimizde çok sayıda örnekleri vardı ve verdikleri formüller asırlar boyu kullanılmıştı.

Bu çeşit yazmalardan birkaçı benim kitaplığımda da bulunuyordu. ‘‘Allah muhtaç etmesin ama verdiğim reçeteler belki Rahşan Hanım'ın da gözüne çarpar, kesip bir kenara koyar ve günün birinde bir işe yarayabilirler’’ diye düşündüm ve 17. asırdan kalma böyle bir eserden, devlet büyüklerine mahsus bazı gençleştirici iláçların tariflerini aktarayım dedim.

İşte, sözünü ettiğim elyazmasının yaşlı yürekleri ferahlandıran, dermansız bacakları hareket ettiren, göze fer verip ruha cilá çeken bu iláçlardan bahseden bir bölümü:

‘‘...Ey oğul, bil ki bel ağrısından nefes darlığına, hafıza zayıflığından yürüme zorluğuna kadar nice derdin devası zencefil macunundadır. 25 dirhem zencefil, 25 dirhem kabuğu çıkmış badem, dört dirhem karanfil, dört dirhem tarçın, dört dirhem mastaki, beş dirhem şáhdáne günlük ve bir dirhem safran aynen bu sırayla havanda iyice dövüle ve elekten geçirile.

İçine az miktarda bal iláve edile, çok koyu oldu ise sulandırıla, macun haline getirile ve bir müddet bekletile. Hasta içi kapanacak, kendisine söylenenleri anlamaz hale gelecek yahut daha başka bir fenalık hissedecek olursa her gün bir dirhem yedirile. Fazlası zararlıdır, Allah korusun, adamı azdırır.

...İmdi, her kim sığır ödünden çıkan taşın iki çekirdek kadarını ezdikten sonra hamamda iken veya çıktıktan sonra yuta ve üzerine de semiz bir tavuk çorbası içe. Allah bilir ki, o tavuk gibi semiz ve sağlam ola. Mısırlı hatunlar bu usule eski zamanlardan beri uydukları için hepsi semiz ve sağlamdır.

...Yüreğini sıkıntı basan ve söylenenleri zar-zor anlayanlar yakut takalar. Yakut, değişik renklerde olur. Kimisi sarı, kimisi kırmızı, kimisi de kızıldır. Kalbinden ve ciğerinden derdi olanlar bu üç renk yakutun herhangi birini iri bir yüzük yapıp parmaklarında taşıyalar. Böyle ederlerse nefesleri açılır, üstelik veba belásının pençesine de düşmezler. Daha fazla kuvvet isterlerse, kurşundan bir yüzük takalar ve yatarken koyunlarına daima bir kedi alalar. ...İnsanın yüreğine ferahlık veren iláçları beyan edecek olursak: Bunların başında bıldırcın gelir. Bıldırcın eti kalbi ferah, vücudu kuvvetli tutar. Ama aşırı mikdarda yememek lázımdır. Üzerine nane serpile, böylelikle lezzeti, hem de etkisi arta.

...Sinir çekilmesinin ve titremenin çaresi, sinámekide ve balçıklı hurmadadır. Her kim ki sinámeki yiye, fayda göre. Bazan bunun şerbetini içe ve daha da fazla fayda göre. Ama en az dört, en fazla da yedi dirhem içe. Gaflet edip bundan fazlasını içmeye kalkmaya, háli fena olur. İsterse bir mikdar balçığı hurma ve bir adet soğan ile eze ve sinirlerin olduğu yere süre. Hemen iyileşir...’’



Hekimbaşının hünkár macunu


HEKİMBAŞI Ömer Efendi, İkinci Mustafa'nın ve Lále Devri'nin hükümdarı Üçüncü Ahmed'in doktoruydu. 1668'de İstanbul'da doğdu. Medreselerde okudu, önce kadılık yaptı, derken doktorluk etmeye başladı ve 1715'te sarayın ser-etibbası yani başhekimi oldu. Sekiz sene boyunca sadece padişahın sağlığıyla meşgul oldu ve hayata 1723'te veda etti.

Ömer Efendi, Üçüncü Ahmed için ‘‘anber hapı’’ ismini verdiği bir iláç yapmıştı.

Bu hap kalbe, mideye, ciğerlere ve hatta nezleye bile gayet iyi geliyordu.

İşte sadece hastalanan hükümdarları değil, devletin en tepesindekileri de ayağa kaldırmakta kullanılan macunun formülü: Her biri beşer dirhem olmak üzere büyük ve küçük kakule, tarçın, karanfil, beyaz günlük, sahlep kökü, cendib küster, anver, bevva cevizi, Maverdi ödü, besbase, altınbaş tiryak, ravendi ve çekirdek halinde misk havanda iyice dövülür. En iyi cinsten iki dirhem afyon, badem yağıyla karıştırılır. Bütün bu maddeler hamur yapılır, sonra hap haline getirilir ve sabah ve akşam birkaç adedi yutulur (Süheyl Ünver'in 1955'te yayınladığı ‘‘Hekimbaşı Ömer Efendi’’ isimli risalesinden).


Dertlerin devası sadrazam artığında


Bizde asırlar boyu devam etmiş bir ádetti: Sadrazamların yani eski zamanların başbakanlarının sofralarından artan ekmekler, sağır ve dilsiz çocuklara dağıtılır, bu ekmekleri yiyen çocukların dillerinin açılacağına inanılırdı.

Hele sadrazam ağır bir hastalığa yakalanmış ama şifa bulmuş ise, işte o zaman sadece ekmeğinin değil, bütün yemeklerinin artıkları derde devá kabul edilirdi. Zira ömrü uzamıştı ve konağının önünde sofra artıklarını kapabilmek için bir itiş-kakış yaşanırdı. Bu ádete 1920'lere, imparatorluğun son sadrazamı Tevfik Paşa'nın iktidar günlerine kadar hep uyuldu.

Ben, Başbakan Ecevit'in de birdenbire gençleştiğini ve dipdiri bir hale geldiğini görünce, ‘‘Bülent Bey'le Rahşan Hanım, Oran'daki evlerinin kapısında her akşam yemek artığı dağıtsalar nasıl olur?’’ diye düşündüm ve bu geleneği bir hatırlatayım dedim.


Üstadın bu kitabını okuyun ve utanın

T
ürk Müziği'nin en kıdemli isimlerinden olan üstád Fikret Kutluğ'un bir ömür boyu üzerinde çalıştığı ‘‘Türk Musikisi'nde Makamlar’’ isimli eseri, yedi cilt halinde yayınlandı. Türk Müziği Konservatuvarı'nın her türlü unvanı takınan ama tek satır bile yazmaktan aciz esersiz hocaları, Fikret Bey'in ilim ve müzikoloji tarihine geçecek olan bu eserine bakıp utanmak zorundalar.

FİKRET Kutluğ, Türk Müziği'nin en kıdemli isimlerindendir. 1917'de doğdu, İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdi ama hayatı boyunca müzikle uğraştı. Çok iyi bir kanuni idi, müziğin ciddisini ve kalitelisini yaptı. İcracılıktan yayıncılığa, hocalığa kadar her alanda faaliyet gösterdi. 1945'ten itibaren dört sene boyunca çıkarttığı ‘‘Türk Musikisi’’ isimli dergi, sahasındaki ilk önemli yayındı.

Fikret Bey, gençlik senelerinden beri bir eser üzerinde çalışıyordu: ‘‘Türk Musikisi'nde Makamlar’’. Bir ömür verdiği eserini 80 yaşını geçtiğinde tamamlayabildi ve kitap bundan kısa bir müddet önce, yedi cilt halinde Yapı Kredi Yayınları'ndan çıktı. Eserde ‘‘makam’’ kavramı tarihi geçmişiyle beraber herşeyiyle ele alınıyor, sistemler yorumlanıyor, yüzlerce örnek nota veriliyor ve müziğimizin temelleri konuya en yabancı olanın bile rahatlıkla anlayabileceği şekilde izah ediliyordu. Fikret Bey, Türk Müziği'nde son yarım asrın en önemli çalışmalarından birini ortaya koyarken işin çok daha önemli bir tarafını göstermiş, müziği ve ilmi kendi neslinin noktaladığını ispat etmişti.

Üstád Fikret Kutluğ için söylenecek tebrik sözleri bence yetersizdir ve boşuna bir gayrettir; zira o mükáfatların en büyüğünü böyle bir kaynak eser vererek ismini musiki tarihine silinmemecesine nakşetmekle zaten almıştır.

Türk Müziği Konservatuvarı'nın ‘‘büyük yorumcu’’ yahut ‘‘üstád müzikolog’’ unvanlarını takınıp işin ilmini yaptıklarını iddia eden ama tek satır bile yazmaktan aciz esersiz hocaları, şimdi Fikret Bey'in ilim ve müzikoloji tarihine geçecek olan bu eserine bakıp utanmak zorundalar.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!