Çocukların büyük yemek sınavı

Güncelleme Tarihi:

Çocukların büyük yemek sınavı
Oluşturulma Tarihi: Haziran 15, 2003 00:00

Bilfen'de bir yemek yarışmasına jüri başkanı olarak çağrıldım. Yarışma öncesinde, adayları mutfakta ziyaret ettim. Onlara ‘‘Bu sınava katılmak cesaretini göstermekle zaten peşinen yarışmayı kazanmış bulunuyorsunuz. Hepinizi şimdiden geleceğin birer şefi olarak selamlıyorum’’ dedim.Yıllar önce Paris'te akşam televizyonda seyrettiğim bir haberi hiç unutamam. Daha programın başıydı. Ekranda önce okul çocukları göründü. Ardından öğretmen... Sonra birden kapı açıldı ve içeri büyük üniformasıyla bir şef girdi.Şef çocuklara yemek ve içmenin temellerini anlattı. Sonra hep birlikte üzerine beyaz bir örtü serilmiş masaya oturdular, dizlerine peçetelerini açtılar ve usulüne uygun olarak hep birlikte öğle yemeğini yediler. Bu arada masanın iki başında oturan şef ve sınıf öğretmeni gastronomi üzerine birkaç çift laf daha etti.SOFRA SANATI KÜÇÜK YAŞTA ÖĞRETİLMELİAradan seneler geçti... Hikmet Şimşek'in pazar günleri TRT'den sunduğu müzik programında New York Metropolitan Operası'na konuk olduk. Daha doğrusu asıl konuklar olan ilkokul çocuklarını seyrettik. Danny Kay sunucu ve orkestra şefi rolüyle -ve elbette MET'in tüm kadrosuyla- çocuklara o gün operanın ne olduğunu anlattı. Şuna yürekten inanıyorum. Güzel şeyler küçük yaşlarda sevdirilir ve öğretilirse daha köklü biçimde içimizde yer eder. Özellikle sanat alanında bu söylediklerime iman derecesinde inanıyorum. Yemek, eğer hep iddia ettiğim gibi, güzel sanatların bir koluysa, onu da küçük yaşlarda genç insanlara öğretmek ve sevdirmek gerek.Neredeyse iki ay önce Bilkent Üniversitesi'ndeki en parlak öğrencilerimden birisi, Tuba İşbakan, beni şimdi öğretmen olduğu Bilfen İlköğretim Okulu'na davet etti. Çatı katında küçük bir sınıfta birlikte yemek pişirdikleri küçük öğrencileriyle tanıştırdı. O gün kendimi torunlarıyla buluşmuş bir büyükbaba gibi hissettim. Gözlerim doldu.Bir ay geçmeden, yine Bilfen'de bu kez bir yemek yarışmasına jüri başkanı olarak çağrıldım. Başkanlık işine itiraz etmemi sayın Arzuhan Yalçındağ nezaketiyle, sevgili dostum Hıncal Uluç ise yirmibirinci yüzyılda beni ‘‘Yemenin ve içmenin padişahı’’ unvanıyla taltif ederek, nihayet Okul Aile Birliği Başkanı sayın Emel Pekmezci de sessizliğini koruyarak önledi.Yarışma öncesinde, jüri başkanı sıfatıyla, adayları mutfakta ziyaret ettim. Onlara ‘‘Bu sınava katılmak cesaretini göstermekle zaten peşinen yarışmayı kazanmış bulunuyorsunuz. Hepinizi şimdiden geleceğin birer şefi olarak selamlıyorum. Hayatınızın kalan kısmında yemeğe ve sofra sanatına olan ilginizi yitirmeyin. Sevgi, bilgi ve çabalarınızla ilginizi geliştirmeye devam edeceğinizi umarım’’ dedim.HAYATIN KENDİSİ BÜYÜK BİR SINAVSınavları abartmayı sevmem. Önemsiz oldukları söylenemez, ama birine takılıp kalmamak lazım. Çünkü hayatın bizzatihi kendisi büyük bir sınav ve aldığımız notu bir veya birkaç kişi değil, toplum veriyor.Çocuklarımızı sınavlara değil, hayata hazırlayalım. Onları güzel uğraşlarla, beşeri ve toplumsal değerle tanıştıralım. Geleceğin iyi insanlarını yetiştirmenin yeryüzündeki en önemli işimiz olduğunu aklımızdan hiç çıkartmayalım.Zeytin ağaçları ağlıyorZeytin ağaçlarının bu topraklarda hakkı binlerce yıllık. Çünkü ömürleri Ulu Yaradan tarafından böyle takdir edilmiş. Biz ise sadece bir yüzyılı bile bulmayan bir süre içinde yaşamaktayız. Prof. Dr. Gazi Yaşargil, geçenlerde insan ömrünün yüz yirmi yıla göre kodlandığını söylemişti. Yine de zeytin ağacının toprakla ilişkisinin onda biri bile etmiyor.Doğa zeytine böyle bir ömür biçse de, doğaya egemen olmayı uygarlık ölçüsü olmaktan çıkartıp barbarlık ölçüsü haline getiren bazı hemcinslerimiz, zeytin ağacının ömrünü Ölüm Meleği'nin tırpanıyla biçiyor. O topraklar üzerinde sefih bir hayatı sürdürme hakkını, zeytin ağaçlarının yaşama hakkından daha önde tutuyor. Oysa zeytin ağacı, kendi hayatını sürdürebilmek için bize meyvesini, meyvesinin yağını sunmakta. Ama gözünü zengin olma hırsı bürümüşler, bu keyvayı ve onun yağını ellerinin tersiyle itiyorlar. Şişe kırılıyor, yağ yerlere dökülüyor, meyveler toprağın üzerine saçılıyor.İşte zeytin ağacı o anda, böylesine hoyratlık ve nankörlük karşısında ağlamaya başlıyor. Ben o sessiz gözyaşlarının akışını yüreğimin ta içinde hissediyorum. Yoksa bizler, bu toprakların binlerce yıllık sakini olan zeytin ağaçlarının sessizce akıttığı gözyaşları karşısında böylesine taş gibi duygusuz kalamazdık. Yoksa, Maden Kanunu ve Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun tasarısı bugünlerde TBMM'ye getirilemezdi. Yoksa 3573 Sayılı Zeytincilik Kanunu değiştirilerek madencilik faaliyeti için zeytinliklerin kesilmesine izin verilmek istenmezdi.Madem Türkiye bir mozaik yerel mutfaklar ölmemeli1960'larda İtalyan yazar Dino Buzzati'nin ‘‘Tatar Çölü’’ adlı romanını okumuştum. Kitap muhayyel bir ülkenin sınır karakolunda bütün hayatın yine muhayyel ve hiç gerçekleşmeyen bir Tatar saldırısını beklemekle geçişinin dramatik anlatımıydı. O günlerde, uykuya dalmadan önce yatakhanenin iki penceresi arasında oturup zifiri karanlıkta göz kırpan bir iki yıldıza dalıp giderken kafamda oluşan Tatar imgesini nasıl süsleyip püslediğimi tahmin edersiniz. Sonraki günlerde gerçek Tatarlarla tanıştım. Savaşçı, yakıp yıkan roman kahramanlarına benzemediklerini görmekten hayal kırıklığına uğrasam da, kendilerini roman kahramanlarından daha çok sevdim. Bir Eskişehir gezimde yol kenarındaki Tatar yemekleri sunan lokantadan, trende yediğimiz yine aynı tür yemeklerden yazılarımda övgüyle söz etmiştim. Sonra da bütün yazılanları zamanın unutkan belleğine terk ettim. Ama unutmayanlar da varmış. Geçenlerde bir internet sitesindeki yazı bana da yollanmış. Timur Berk, Eskişehir Çiğ Börek Evi ile ilgili yazıma atıfta bulunup, ‘‘Türkiye'de yaşamaganlar içün aytayım, Tuğrul Şavkay, Türkiye'de en tanıngan yemek yorumcularındandır. Bir aralar televizyonda da programı bar edi. Madem tatar aşlarını pek süye, onunman bir tatar yemekleri video çekimi yapmak lázım sanırım... CD'de çoğaltıp, derneklerimizge bir gelir bolur...’’ diye yazmış.Bu tür girişimlere gerçekten ihtiyaç var. Türkiye bir cemaatler mozayiği deyip duruyoruz. Doğru, ama bunun sonuçları ortaya konamazsa gerçeğin önemi nerede kalıyor? Bu işleri yapmanın bence şimdi tam zamanı. Mikro-milliyetçilik lafını sevmiyorum, ama cemaat kültürlerinin bütün dünyada ilgi çektiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Akıntıya karşı kürek çekmeyeceksek, bu tür girişimler dünyanın her yerinde yankı bulur. Üstelik ülkeye de büyük yararı dokunur.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!