Bize fazla karışmayın!

Güncelleme Tarihi:

Bize fazla karışmayın
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 30, 1997 00:00

Haberin Devamı

Şeker çocuklar evde hayatlarının çok kısıtlandığından şikayet ediyor. Kampın diyetisyeni Emel Özer ise halkın diyabet konusundaki yanlış kanılarından rahatsız: ‘‘Numaralı gözlük takan biriyle, insülin alarak yaşayan biri arasında hiç fark yoktur'' açıklaması yapıyor.

Herşey iyi gidiyor.. DSİ Bölge Müdürü, Tesis Müdürü, Müze Müdürü, İznik Kaymakamı, Belediye Başkanı, herkes ama herkes şeker çocuklara destek veriyordu.

Ve bu kampın gerçekleşmesinde önemli sponsorlar vardı. Nergis Holding masraflarının üçte ikisini nakit ödedi. Böyle bir sevap herşeye değerdi.

Pınar'dan diyet süt, light yoğurt, light salam, sosis ve krem peyniri kolileri geldi. Uno kepekli ekmek, Algida diyet dondurma, CocaCola ve Pepsi diyet kola ihtiyacını karşıladılar. Adel kağıt ve boya kalemleri dahil kırtasiye malzemelerini, Uki ve Mavi Jeans tişört ve şortları yolladı. Nilüfer Spor Okulu, yüzme öğretmenlerini görevlendirdi. İznik Belediyesi geziler için ücretsiz otobüs sağladı, ani ihtiyaçlar için her türlü yardıma hazır olduğunu bildirdi. Bir gün müzeler gezildi, bir gün kır gezisine çıkıldı. Kısacası, Şeker Kampı, şekercikleri sevenlerin kol-kanat gerdiği bir insanlık sayfasıydı. Bu, tüm uygar ülkelerde böyle oluyor.

CUMHURBAŞKANI DEVREDE

Bu yardımsever kuruluşlar gibi, artık devlet de şeker çocuklara sahip çıkıyor. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bu sorunun sahibi. Geçen yıl, Türkiye Eğitim ve Tedavi Vakfı, Dünya Diabet Kongresi'nin İstanbul'da yapılmasını sağladı. Bu müthiş bir olaydı. Kongre'yi Demirel açtı. The Marmara Oteli'nde düzenlenen kongreye dünya çapında sağlık örgütlerinin temsilcileri katıldı. Ve orada diyabetli çocuklar için devletin yapması istenen dilekler tek tek sıralandı. Demirel, bu istekleri altalta sıralayıp Sağlık Bakanlığı'na talimat verdi:

‘‘Bu çocuklara sahip çıkın. Bunları devlet ödesin, sosyal devletin ödevi budur.''

Ama, Cumhurbaşkanı'nın bu sevecen talimatı bile Maliye bürokratlarına takıldı. Umutlar önümüzdeki yıla kaldı.

Dönelim kampa. Beşinci gün, yine neşe ve sevgi seliyle uyandık. Sel daha gür akıyordu. ‘‘Şekercikler'' kahvaltıdan sonra kahkahalarla yürüyüşe çıktılar. Akşam, gitar resitaline davetliydik. Kıbrıslı Barış, nefis şarkılarla şeker çocukları mestetti. Aniden seri anonslar başladı:

‘‘Doktor Ahmet Bey, lütfen resepsiyona.''

‘‘Doktor Mehmet Bey, resepsiyona geliniz.''

‘‘Sayın Emel Özer, telefonunuz var.''

Tüm doktorlar resepsiyona koştu. Karanlıkta ağaçlara doğru kaçan bazı gölgeler farkettim. Birşeyler dönüyordu. Doktorlar geri döndü:

‘‘Bizim hınzırların oyunu. Görevliyi kandırıp kendileri anons yapmış.''

Yine de kızamadılar. Yapılan kaliteli şakaydı. Şeker çocuklar, şaka yapmakla hayata ne kadar sıkı bağlandıklarını kanıtlıyordu. Doktorlar da gülüyordu. Prof. Temel Yılmaz, bir yıl sonra daha çok çocuk geleceğini söylerken Doçent Şükrü Hatun, ‘‘Bu çocuklar sandığımızdan daha gelişmiş ve daha çok katılım istiyorlar, olağanüstü bir gelişme'' diyordu.

Bir köşede Fatih ile Gökhan dertleşiyorlardı. ‘Hayrola?' diye sordum. Fatih gülerek, ‘‘Yok birşey. Diyabetli olmamız yüzünden evde hayatımıza çok fazla karışıldığını söylüyorum, bu beni çok üzüyor'' dedi. Cevap ilginçti. Aileler çocukların iyiliği için yediğini içtiğini kontrol ederken çocukları üzüyorlardı. Zeynel de bu görüşteydi:

‘‘İnsanlar bize yardım etmek istiyor ama bu kadar ilgilenmesinler, ben çok yardım da istemiyorum.''

Emel Hanım anlattı:

‘‘Bakkala diyet kola almaya gittik. Bakkal, 'Gençsiniz, bu yaşta niye diyet içiyorsunuz?' diye sordu. Çocuklar, 'Biz şeker hastasıyız' deyince bakkalın yüzü buruştu. 'Yaaa, çok kötü' karşılığını verdi. İşte cehaletin acı örneği budur. Biz kendi halkımıza öğretmedik ki, bilmiyorlar.''

Acı, ama gerçeğin ta kendisi. Halk şeker hastalığını bulaşıcı sanıyor. Henüz bu eğitimi veremedik. Dünya diyabeti hastalık olmaktan çıkardı:

‘‘Şeker hastalığı diye birşey yoktur. Numaralı gözlük takan biriyle, insülin alarak yaşayan biri arasında hiç fark yoktur.''

İSYAN EDİYORUM

Okulunda, tuvalete girip enjektürünü cebinden çıkaran bir çocuk anlattı:

‘‘Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okuyordum. Enjektörü cebimden çıkardım. Asistan olan bir hocam gördü. Hayretle ve kızgın şekilde, 'Sen morfin mi kullanıyorsun?' diye bağırdı.''

Buyrun... Bir başka şeker kızdan duydum:

‘‘İsyan ediyorum. Neden Tanrı herkese eşit davranmıyor? Hani adildi, neden eşit değil? Nedir benim bu başıma gelen?''

Bu çocukları iyi anlamak gerekiyor. Gece yarısını aştık. Çocuklar yattı. Doktorlar, iki masayı birleştirip, ilk beş günü değerlendirmeye başladılar. Tüm veriler ellerindeydi. Kan şekerleri, kaloriler, insülin miktarları, kilo, boy, yaş, herşey... Bıkmadan usanmadan bilgiler masaya yatırıldı:

- Yaşı 14, ama vücudu 11 veya 12 yaşındaki gibi, tam gelişmemiş.

- Ekmek altı dilime çıkmış, light olunca normal ekmekte bir dilimken bunda iki dilim. Üç dilim ekmek yerine altı dilim almış, normal.

- Tamam da, bence çocukların bir doyum noktası var. Buna ulaşmalarında yarar görüyorum. Hazır buradayız, kontrolümüz altında. Çocukların bu doyum noktalarını saptayalım. Ona göre insülün ayarlamasını yaparız.

- Aynı miktarda karbonhidrat almasına rağmen doydum, diyor. Makarna yemiyor, doyduğunu söylüyor. Diğeri yiyor, doymadığını sanıyor.

- Öncelik doyma noktası olamaz.

BDAHA DUYGUSALLAR

Bu tartışmanın resmini çektim. Saate baktım, tam 02.45. ‘‘Siz uyamaz mısınız, yorulmaz mısınız?'' deyip odama gittim. Onlar devam etti.

Şeker çocukların iç dünyasını anlamak hem çok zor, hem çok kolaydır. Onlar, çok daha duygusal oluyor. Çok çabuk tepki gösteriyorlar. Çok çabuk seviniyorlar. Çok çabuk üzülebiliyorlar. Yaşamın sıcak yüzüne de soğuk yanına da yakın durabiliyorlar. Yüreklerinde çiçek açtığını seyrettiğiniz an, bir mağma kazanı gibi kaynayabiliyorlar.

Kampta yapılan cümle tamamlama testi, bunu o kadar çarpıcı biçimde gün ışığına çıkardı ki, hayret edersiniz. Eksik cümleleri okuyup çok düşünmeden ve aklına gelen şeyi yazarak iç dünyalarını kağıda döktüler.

ŞEKER KIZ ÖYKÜM'ÜN GÜNCESİ

Cuma

Keyfimiz yerinde. Bu sabah, yüzme hocası bizlere suda kaymayı öğretti. Sahi unuttum, burada yüzme okulu var. Her yaşta çocuklar gelip yüzme öğreniyorlar. Yüzme öğretmenleri bize de öğrencileri gibi yardımcı olmaya başladılar. Suda kaymayı öğrenmek çok iyi. Yararlı ve gerekli bir çalışma olduğunu (!) düşünüyoruz. Yüzme hocamızın adını henüz öğrenmedik. Kendi aramızda isim taktık; F-16 Mithat.

‘‘Gel Mithat, git Mithat...''

Neden bunu uygun bulduk? Vücudu Herkül gibiydi. Geniş pazuları, ince beli, gerilmiş kaslarıyla adeta F-16'ları andırıyordu. Onun yanında bizim vücutlarımız birinci dünya savaşından kalma ve hurdaya çıkmış uçaklara benziyordu. Bu da Çağrı'nın tanısı.

Gece 02'de en küçük odalardan birindeyiz. Burada Serden'le kalıyoruz. Ama bu saatte basıldığımızda küçük odada tam 14 kişiydik. Bizi basan Emel Abla ile Doktor Yücel Abi saydılar da kaç kişi olduğumuzu farkettik.

Cumartesi

İki gün önceki fiyaskodan sonra, Çağrı bize gerçek Kemalpaşa tatlısının nasıl olacağını kanıtladı. Kavanozdaki sakarinim bitti, ama helal olsun. Ağız tadıyla ve tatlı olan tatlılarımızı iştahla yedik.

Öğleye doğru gazeteci akınına uğradık. İstanbul'dan bir otobüs medya çalışanı geldi; kameralar, flaşlar, röportajlar. Diyabet Eğitim Vakfı'nın düzenlediği Basın Pikniği ile sorunlarımız da halka anlatılmış olacaktı.

Öğle yemeğind Temel Abi, Görkem'le beni gazetecilerin bulunduğu masaya çağırdı. İlk yemek patlıcandı. Görkem'in yüzü asıldı. Görkem'in hayatta hiç sevmediği yemek patlıcandı. Görkem ne yapıp etti tabağını boşalttı. Hem de karşısında oturan Doktor Şükrü Abi'nin tabağına çaktırmadan aktardı. Şükrü Abi farkına varamazken Görkem, ‘‘Çok lezzetliymiş Şükrü Amca'' diyordu. Şükrü Abi'ye 'Amca' demek artık moda olmuştu. Yoğun ve güzel bir gündü.

Pazar

Geldiğimden beri şekerim hep düşük. Bu egzersizin önemini gösteriyor. Bu günden biribirimizden nasıl ayrılacağımızı konuşmaya başladık. Çok iyi anlaştık. Keşke kamp bir ay sürse. Bizim ekip bir alem. Daha önceden tanıştığımız için müthiş eğleniyoruz. Diğerleri bize ayak uyduramıyor.

Doktorlar sabaha kadar oturmamızdan, şakalaşıp sohbet etmemizden şikayetçi. Ama bu ortam bırakılıp da hiç yatılır mı?

Doktor Mehmet Abi'nin kolu kamptan önce kırılmış, kaza geçirmiş. Bize göre bu kaza bahane. Anlatıldığına göre (!) Mehmet Abi babasının arabasını Fatma Ablayı dolaştırmak için kaçırmış, babası da kolunu satırla kırmış. Bunu sorunca Mehmet Abi'nın yüzü mosmor oldu, ‘‘Kim yazdı bu senaryoyu şimdi?'' diye sorarken hepimiz kırıldık gülmekten.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!