Anadolu’da deprem geleneği yok

Güncelleme Tarihi:

Anadolu’da deprem geleneği yok
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 28, 1999 00:00

Haberin Devamı

Bozkurt Güvenç, Japonlar depremle birlikte sallanma tekniğini uyguluyor.

‘‘Japon Kültürü’’ ve ‘‘Türk Kimliği’’ çalışmalarıyla ünlenen antropolog/mimar Prof.Dr.Bozkurt Güvenç, Marmara depremi sonrasında iki toplumun

depreme yaklaşımı

ve her iki ülkedeki mimari geleneğin depremle ilişkisi konusundaki

soruları yanıtladı. Güvenç şu sıra Cumhurbaşkanlığı Baş Danışmanlığı görevini de yürütüyor.

‘Japon Kültürü’ kitabınızda ‘Her gün her saat yoklayıp geçen sayısız depremlerden ve ‘‘ufuklardan kopup kıyıları vuran deprem dalgaları'ndan sözediyorsunuz. Deprem, bu kadar günlük bir olay mı gerçekten?

- Japonya, daracık bir ülke. Bir tarafta Asya kıtası, bir tarafta Okyanus. Asya ile arasındaki Japon denizi 150-200 metrelik bir sığ havuz. Okyanus tarafında ise derinlik 10 bin metre. Bu ne demek? Çok tektonik, hem volkanik, kıtadan etkilenen bir ülke. Hani bizde deprem fırtınası diyorlar ya, Japonya'da günde birkaç yüz tane ufak deprem oluyor.

Bu durum Japon kültürüne nasıl yansımış?

- Doğanın bu kadar sıkışık, kısıtlı, zor şartları adamları doğa bilgesi yapmış. Doğa onlar için çok değerli. Doğayı bizim gibi sonsuz bir şey olarak görmemişler, havanın suyun tükeneceğini kabul etmişler.

Anlaşılan doğa onlar için zaman zaman hainlik yapan bir düşman değil.

- Tamamen öyle. Batı için medeniyet, insanın doğaya egemen olması, doğa güçlerini yenmesidir. Japonların doğaya bakışı şudur; İnsan doğaya mahkum değildir, doğayla birlikte ve uyum içinde yaşamalıdır. Kavga ederseniz yenilirsiniz, hakim olmaya kalkarsanız cezalandırır, çünkü çok güçlüdür. Japon insanı, kendini doğanın bir parçası kabul eder.

HAFİF MALZEME

Japon kültüründeki bu uyum anlayışı depreme nasıl bir bakış getiriyor?

- Batı dünyası, ‘Deprem salladığı zaman ben sallanmayayım,' diyor, onun için batının deprem stratejisi, kalın, sağlam, ağır, kıpırdamayacak binalar yapmak. Japonlar ise depremle birlikte sallanma stratejisini uyguluyor.

Kitabınızda, bir gökdelenin üst katında depremle birlikte sallanan bir grup Japon gencini anlatıyorsunuz.

- Evet, 59. kattaymışlar deprem sırasında ve heyecanlanmışlar. Ama 1978'deki o depremde Senday kentinde bir iki sokak patladı, Tokyo'da hiçbirşey olmadı. 'Hareketle yapıyı birlikte hareket ettirirsem, yapı sarsılmaz. Zelzele örümcek ağına ne yapabilir? Sarsamaz bile.' İşte Japonların mantığı bu. Mümkün olduğu kadar doğayla beraber sallanabilen ahşap, kağıt, hafif yapılar. Gökdelenlerde de plastik ve çelik malzeme kullanmışlar ama mafsallı yapmışlar, böyle olunca bir o tarafa, bir öbür tarafa gidiyor. Mesela anıtları yatay parça taşlardan yapmışlar. Zelzelede dağıtılır, ertesi gün tekrar üst üste koyarlar.

Binaların kiremitlerini de düşüp insanların kafasını kırmayacak biçimde yapıyorlar herhalde.

- Binalarda herşeyi depreme göre yapıyorlar, çok hafif malzemeler kullanıyorlar. Ama tabii ne oluyor? Bu evde konuşulanı komşuda dinliyorsunuz. ‘Japon evinde sır olmaz,' derler. Anne baba konuşurken, sevişirken çocuklar duyar.

Bundan rahatsız olmuyorlar mı?

- Hayır. ‘Ne ki doğaldır, ayıp değildir,' diyorlar. ‘Cinsel bir varlığız, kadın ile erkeğin birleşmesiyle çoğalıyoruz, bunun ayıp bir tarafı yok,' diye düşünüyorlar. Zaten kadın vücudunun kutsal tarafı yok. Doğallık.

Japonların inşaat stratejisi, bu noktaya nasıl ulaşmış?

- Bir defa ahşap, doğayla birliktelik sistemi 450-500 yıllık. Şahane bir Buda mabedi gördüm bir gün. ‘Bunun mimarı kim?' dedim. ‘Bunun mimarı yok. Bir marangoz ustasını çağırdık. Ölçülerini verdik, yaptı,' dediler. Yüzyıllardır devam eden bir geleneğin mimarisi bu. Hata yapmamışlar mı, yapmışlar. Ama her hatadan öğrenmişler, düzeltmişler.

Ne gibi hatalar yapmışlar?

- Modernleşme adına 1870'lerden sonra batıyı taklit etmeye başlamışlar. Batı usulü ağır binalar, bankalar vs. yapmışlar, 1923 zelzelesinde bunların tümü yıkılmış. Tokyo'nun yüzde 90'ı yıkılmış. Sadece Amerikalı bir mimarın yaptığı otel ayakta kalmış. O binadaki sistem şu, zelzele geldiği zaman binanın temeli, yerinde durmuyor, sallanıyor. Japonlar, oradan öğrenmiş!

DEVLETİ YOKETTİK

Burada tanrının rolü ne? Bizde hem doğayla kavgaya girişilir, hem de deprem gibi bir felaket olunca ilahi takdirden sözedilir.

- O çaresizlik. Karadeniz'de de fırtınaya kapıldığı zaman dua ediyor, sonra kıyıya çıkınca ‘Aldattım seni,' diyor. Nerede kuyruğu sıkışırsa orada duayı basıyor. Japon-Türk olayına gelince, orada bizimki gibi mutlak bir tanrı yok. Canlı olan herşey tanrı. Herkes tanrı olunca insanların tanrı gibi sorumlu hareket etmesi lazım. Yani kul olamazsınız, bir şey olup bitiyorsa ‘Namussuzun yaptığına bak' diyemezsiniz.

Depremde kurtulunca ‘Allah kurtardı', ölünce ise ‘Takdiri ilahi'...

- Bir fıkra kitabı yazdım. Orada bunu anlatan bir fıkra var. Rahip, deniz kazasından kurtulanları toplamış, ‘Bugün kazadan kurtulanlar için tanrıya şükredeceğiz. Onların sayısı tanrının kanıtıdır,' demiş. Sonra eklemiş, ‘Eee kayıpların listesini de Allah’ın yardımıyla çıkartacağız.'

Son günlerde en çok yinelenen soru devlet nerede? Sizce nerede?

- Bizim kafamızda Osmanlı'dan beri bir biz, bir de devlet var. Devlet ulaşılmaz, ebeddir, güç, takdir oradadır. Hikmetinden sual olunmaz bir varlıktır. Şimdi cumhuriyet olduk, o devlet hálá duruyor öyle. Televizyonlarda ‘Bu devlet bize layık değil,' deniyor. Bu devlet kimin devleti? Tanrı mı gönderdi bu devleti? Biz o devleti saydık mı, vergi verdik mi, kanunlarına uyduk mu? Biz o devleti küçülteceğiz diye yok ettik. Şimdi herkes ‘Bu devlet nerede?' diyor. Japonya'da bir insana, ‘Sen kimsin?' desen ‘Ben Japonya'yım,' der. Adam kendisini devlet gibi görür.

Böyle düşününce olanların sorumlusuyla ilgili sorunun yanıtını bulmak daha da zorlaşmıyor mu?

- Japonların, bizim tasavvufa benzeyen tarafı var. ‘Sakın hakkım deme, vazifelerini yerine getirdiğin oranda özgürleşirsin,' diyor. Kitabımda rüşvet almakla suçlandığı için intihar eden belediye meclis üyesi bir Japonla ilgili gazete haberini aktarmıştım. Kendini asmasaydı, Japonya'da yaşaması mümkün değildi. Orada müthiş bir toplumsal kontrol var. Bizde olsa o adam kahramandı! ‘Parayı kazanırım, devlet gelsin alsın, enayi miyim?' denirdi.

Bu konudaki yeni örnek, yaptığı siteler çöken müteahhit Veli Göçer. O da ‘Devlet beni kontrol etmedi, ne yapayım?' dedi...

- Devlet kontrol etsin, devlet vermeseydi! Başarı bizim ama kabahat devletin. Oysa devlet bizim hukuki şahsiyetimiz. Bir bakan gidiyor, ‘Devlet burada,' diyor. O da yanlış. Sen devlet değilsin, içinde bir parçasın.

Anadolu, geçmiş yüzyıllarda, depremlerden, bir gelenek oluşturacak kadar zarar görmedi mi?

- Anadolu'da ilk yerleşmeler kerpiçti, çatı ahşaptı. Bunlarda nadiren çökme olur, çökse de zarar vermez. Deprem en çok eski Helenistik, Roma döneminin taş mimarisine zarar veriyor. Özellikle Ege'de, Güney'de eski mabetlerin hepsi enkaz halinde. Anadolu'da deprem geleneği yok. Ege sahilinde inşaatı yapmışlar, binalar 15-20 yılda çökünce, orası deprem bölgesi diye biraz kuzeye, sonra biraz öbür tarafa gitmişler, o kadar.

Osmanlı'da da mı deprem kültürü oluşmadı?

- İstanbul'da iki tür mimari vardı. Bir Osmanlı'nın taş mimarisi. Osmanlı mimarisi, dünyadaki o tür mimarinin en mükemmeli. Taşlar üst üste öpüşüyor ve harç öyle bir tutuyor ki, ne olursa olsun yıkılmıyor. Osmanlı'da bir de ahşap geleneği var. Ahşap, zelzeleye karşı güvenli. Ben çocukluğumda Tekirdağ'da bir deprem yaşadım, tahta kaplamaların çivileri atıyordu sarsıntıdan ama binalar ayaktaydı. Böyle bir İstanbul'u devraldık.

Peki Cumhuriyet döneminde olan onca depremin mimariye etkisi?

- ‘‘Ahşap binalar yanıyor,’’ dedik, kagire, betona çevirdik. Bir de 1950'lerden sonra karaborsa dönemi yaşadık. Ne çimento, ne demir vardı. Demiri, betonu kıstık, kalite düştü. Bu yüzden mimarlığı bıraktım. 7-8 ton demir isteyen bir inşaatın 2 ton demirle yapıldığını biliyorum. Böyle bir bina ayakta kalır mı?

ÇOCUKLAR KEÇİ GİBİ

Böyle bir sistemde bina yıkıldığı zaman kim sorumlu tutulabilir?

- Bu iş çok boyutlu. Yalnız müteahhit meselesi, mimar-mühendis ya da belediye meselesi değil. Türkiye'de sanki yer kalmamış gibi bütün binaları fay hattına oturtuyorsunuz. O fay hattından kaç, nüfusu dağıt. Bütün ülkenin yüzde 35'ini oraya götürüyorsunuz, endüstriyi tek merkezde topluyorsunuz. Öncelikle makro planlama yaparak bu yükü dağıtmak gerek.

Türklerin, depreme karşı Japonlar gibi bir mantık geliştirmesi mümkün değil mi?

- Hayır, bizim geleneğimiz değişik. Biz göçebe geleneğinden, meraları, ovaları tüketerek gelmişiz. Biz tüketen insanlarız. Dikkat ediyorum, çocuklar okula giderken akasyaların yapraklarını kopararak yürüyor. Onun keçiden ne farkı var? Hayatında tek bir bitkiyi dikip sulamamış, sadece koparıyor, kesiyor, yakıyor...

SENDAY DEPREMİNDE ÖTSUKA İSTASYONU

Büyük Senday (1978) depremi sırasında Ötsuka İstasyonu. Akşam saat beş suları. Yamanote tren seferleri güvence gerekçesiyle geçici olarak durdurulmuş. Otomatik makineler bilet satmıyor. Tren bekleyen yolcular istasyonda birikiyor. Görevliler, ışıklı yazı ve hoparlörlerle sürekli yayın yaparak en son durumu açıklıyorlar. Öğrenciler, anneler, açıkta duran telefonlar önünde kuyruk olmuş, gecikmeyi evlerine haber vermek için bekleşiyorlar. Telaş, heyecan ve panik! Sarsan, bekleyenleri sarartan ikinci bir sarsıntı oldu. Herkes birden rahatladı en çok korkulan geçmiş gibi. Trenler, yavaş yavaş işlemeye, inenler kadar yolcu almaya başladı. Çocuklara ve genç kızlara öncelik verildi. İstasyonda birikmiş binlerce kişi, yaklaşık bir saat içinde istediği trene binebildi. İstasyondaki duyurmalar, ağır giden kalabalık trenin hoparlöründe de devam etti. Herkes dikkatle dinliyor, söyleneni yapmaya çalışıyordu. Saat 19.00'da kentin yaşamı olağana dönmüştü. Olası kazaları önlemek amacıyla, 3-4 milyon yolcu 1-2 saat bekletilmiş ancak hiç bir olay çıkmamıştır. Ertesi günkü gazeteler yalnızca Senday'daki depremi anlatıyordu. Tokyo'da ‘‘olay’’ yoktu!

(Prof.Dr.Bozkurt Güvenç'in Japon Kültürü kitabından)

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!