Altın pencere İstanbul

Güncelleme Tarihi:

Altın pencere İstanbul
Oluşturulma Tarihi: Mart 22, 1998 00:00

Haberin Devamı

Tabii ki Konstantinopolis bir ticaret merkeziydi: Karadeniz'le Akdeniz arasında böyle bir konuma sahip bir kentten ne beklenebilirdi ki? Ama, nüfusunun dörtte biri kubbeli manastırlara kapanmış bir şehir olarak bir tapınak-kentti aynı zamanda. Çünkü İmparator, Yunanca adıyla Basileus, Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisiydi...

Topkapı Sarayı haremi neredeyse dört asırdır dünyanın en güzel kadınlarını barındırdı. Bugün onların torunları Amerikan modelini İslami gelenekle uzlaştırmaya çalışıyor...

Andersen'in masallarını dinleyerek uyuyan İstanbullu çocuklar onun bir zamanlar bu şehre geldiğini ve her camiyi Nuh'un gemisiyle karşılaştırdığını bilmiyor...

İşte Fransa'da yayınlanan Museart Dergisi'nin, İstanbul'a ayrılan kapak konusunda bu satırları okumak mümkün. Dergi sunuş yazısında İstanbul'u şöyle tanımlıyor: ‘‘Bu ay Avrupa'nın en büyüleyici şehirlerinden birinin üç yönünü sunuyoruz size. Çünkü bu kent aynı zamanda Asya'nın da en görkemli kentlerinden biri. Boğaz'ın iki yanına uzandığından, İstanbul yalnızca imparatorluklar başkenti değil, alışverişin, dolayısıyla aşkın şehri...’’

Museart Dergisi'ndeki İstanbul dosyasında şehir beş yazıyla anlatılıyor. Yazıyı Bertrand Rieger ve Ara Güler'in fotoğrafları süslüyor. Dosya, Dominique de La Tour'un ‘‘Bizans, Dünyanın Arzuladığı Kent’’ ve ‘‘Boğaz'ın Açığında Adalar ve Sürgünler’’, Engin Özendes'in ‘‘Ara Güler'in Gözüyle Deniz Adamları’’, Françoise Monnin'in ‘‘Odalıkların Sitemi’’ ve Sunay Akın'ın ‘‘Babıali’’ başlıklı yazılarından oluşuyor.

Biz de dergiyle birlikte tarihin akışına uyalım ve Bizans'tan başlayalım. İstanbul'un köklerine uzanan bu geçmişi Dominique de La Tour anlatıyor. Yazara göre Bizans'ı tanımlamak gerekirse ‘‘arzulanan’’ sıfatı en uygun düşeni. Yeni Roma olarak kurulan Bizans, zaman içinde eski Roma'dan gittikçe uzaklaşır ve nihayet kopar. Bir özelliği daha vardır Bizans'ın: Kurulduğu günden beri her hükümdar Konstantinopolis'in efendisi olma hayaliyle yaşamıştır, en Batı'daki prenslerden en doğudaki şahlara kadar.

Padişahların şehri olan İstanbul'a gelelim. Bu şehrin Batılılar için en büyüleyici yerlerinden biri harem. Dominique de La Tour yazısına şöyle başlıyor: ‘‘Elmaslar içinde yaşa, sultanın karısı ol... Beş yüzyıllık bir Kafkas türküsüdür bu. Gerçekten de Osmanlı sultanları İstanbul Sarayı'nda otururken, Asya ya da Avrupa'daki en yoksul kız bile İmparatorluğun Hanım Sultanı olma umudunu taşıyabilirdi. Çünkü sultanlar komşu krallıkların prenseslerini değil, özel tüccarların korsanlardan aldığı köleleri tercih ederlerdi. 1600'de köle pazarında bir bakirenin fiyatı yüz dükaydı...’’

İstanbul turuna, Marmara Denizi'nin dokuz incisi olan adalarla devam edelim. Domonique de La Tour şöyle diyor:

‘‘Bu dokuz ada Bizans'ın gulag takımadalarıydı. Kınalı'da gri duvarlı bir manastır, hala İmparator Romen Diyojen'in Türkler karşısında yenilip (Malazgirt Savaşı) tahttan indirildikten sonra kapatıldığı hücreleri barındırıyor. O günden beri adalara ‘‘prens adaları’’ adı takılmış.’’

Ve turumuzu Engin Özendes'in ‘‘Ara Güler’’ yazısıyla bitirelim. Yahya Kemal'in ‘‘Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul’’ mısraını hatırlatan yazar, Ara Güler'in aziz İstanbul'a nasıl baktığını şöyle anlatıyor:

‘‘Ellili yıllar... Tophane'de bir meyhanede gözleri ufka dalmış bir adam sigaranın dumanını içine çeker. Önünde ışıkların Üsküdar pencerelerine hücum ettiği bir evren açılır. Kandilli'de bir çocuk bir zemin kat penceresinden bakar. Bir gecekondu semtinde dört kadın, yüzleri güneşe dönük ve güneşin içinde erir gibi, pazardan dönmektedir. Beykoz'da kurban satıcıları bir Bruegel tablosundan fırlamış gibidir. Zeyrek'te mezarlıkta elinde bir bebek tutan küçük kızın kocaman kara gözleri umutla bakar...’’

Atatürk Herkül gibi

Yazar Dominique de La Tour, Bizans'la ilgili yazısını şu ilginç yorumla bitiriyor:

‘‘Osmanlılar Bizans'ta çok şey değiştirdiler mi acaba? İsmini bile uyarladılar, çünkü ‘‘İstanbul’’ sözü Yunanca'dan geliyor:

Stin Polin, Yunanca Kent demek. Sarayda Bizanslılar gibi onlar da hadım köleleri barındırmadılar mı? Mimar Sinan camilerini yaparken Ayasofya modelinden esinlenmedi mi? Bizans'ı kısa bir süre işgal eden Latinler, ona bir sömürge muamelesi yaparken, Osmanlılar'da imparatorluk bilinci vardı.

Süleyman, tıpkı bir Basileus gibi ‘‘Gökyüzünde tek Tanrı, yeryüzünde tek Hükümdar’’ sözünü söylemedi mi? Hayır, İstanbul bir ırkın kenti değildi; ya da eğer bir ırk söz konusuysa bu ırka yalnız Boğaz'ın bekçileri adı verilebilirdi, Truva Savaşı'ndan Çanakkale Savaşı'na kadar değişen bir şey olmadı. Truva'yı kuşatan Yunanlıların lideri Aşil'i, Çanakkale Savaşı'nda İngiltere Deniz Bakanı Churchill temsil ediyordu; Truva'yı savunan Hektor'u ise, Atatürk...’’

Karpuzla yol durduran şoför

Şair ve yazar Sunay Akın, Museart Dergisi'ne yazdığı İstanbul yazısında günümüzün şehrine ve doğal olarak trafik sorunlarına değiniyor. Şöyle diyor Sunay Akın:

‘‘Fatih'ten sonra İstanbul otomobillerin eline geçti. Öyle ki, klakson çalınmasının yasaklandığı ilk ülke olduğu dünyada. 1952'de İstanbul bu kararı aldıktan sonra Paris ve Roma onu izlediler...’’

Sunay Akın, tipik bir İstanbul şöförünü ise şöyle anlatıyor:

‘‘Bir gün trafiğin sıkıştığı köprüye doğru otomobilimle giderken bir sahneye şahit oldum. Sıcak bir yaz günüydü. Birden karşıma bozulmuş ve kenara çekilmiş bir araba çıktı. Sürücü, kural gereği trafiği kesmek için yola kırmızı üçgeni koyacağı yerde oracıkta bir karpuzu ikiye bölüp yerleştirmişti. Karşısında dikilen polise hararetle ‘Biraz anlayışlı olun memur bey' diyordu. ‘Bu karpuz trafik üçgeni kadar kırmızı!' İşte bu hikayenin kahramanı bugünün İstanbullusu. Zeki, yaratıcı ve kurnaz!’’

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!