Bir basın bültenine iki kaymaklı nostalji

Güncelleme Tarihi:

Bir basın bültenine iki kaymaklı nostalji
Oluşturulma Tarihi: Eylül 22, 2002 16:06

Bir basın bülteni geldi. Ekonomi sayfalarını hazırlasam, bizim “kısa kısa” dediğimiz tek sütunda kullanırım, haber güzel. Ama köşe yazısında ne yapacağız? Eh, arkadaşımı kıracak değilim ya, bir yolunu buluruz elbet!

Haberin Devamı

“1938 yılında İzmir Kemeraltı’nda Sefer Usta’nın eşsiz yoğurt ve kaymaklarıyla başlayan tatlı serüveni...”

Elektronik postayla gelen basın bülteni böyle başlıyor.

İnsan yarım sayfalık bir basın bültenini okuyunca iki kere nostalji yaşıyor, biri 1970’lerin başına, biri sonuna iki hayalî yolculuğa çıkıyorsa... “Oğlum sen ihtiyarlamaya başladın” derler adama.

Yasemin Akar eski gazeteci ve halkla ilişkiler uzmanı. Özsüt Cafe’nin basın bültenini bana gönderen işte bu Yasemin. Rahmetli Orhan Abi’nin, Orhan Olcay’ın yadigarı bana.

- Yasemin, ne yapacağım ben bu basın bültenini? Burası ekonomi servisi mi?
- Vallahi gel, sana Özsüt Cafe’de bir muhallebi yedireyim. (Kahkahalar) Artık beğenirsen, beğendim diye yazarsın istersen... Ağanın eli tutulmaz!
- Gazeteciye rüşvet teklif etmek ha! Yasemin, ben öyle yediğim içtiğimi anlatmam ki yazılarımda. Gezdiğim tozduğum da yok ki zaten...

*

1969 veya 1970 kışıydı. Karaköy’de Saint-Benoît Lisesi’nde öğrenciyiz. 

Okul sabahın 8’inden üç buçuğa kadar. Biz “küçükler” yemekhanede topluca yiyoruz, papazların nezaretinde, öğle tatilinde dışarı çıkmamız yasak. (Yemeklerden şikayetim olmadı Allah için, hele hele üzerine domates sosu gezdirilmiş pilavın tadı hâlâ damağımda.)

Ama aklımız sokakta. Karaköy cıvıl cıvıl. Hayat dışarıda. Biz ise dört duvarla çevrili bir avluya mahkum.

Neyse, bir gün, yüzümü kızdırıp, babamdan “dışarıda yemek” için bir kereye mahsus izin kopardım. Yanımda kim vardı bilmiyorum. İzin kağıdımızı önceden (toprağı bol olsun) Monsieur Marcoul’a bıraktık, hademelere talimat verildi ve Saint-Benoît’nın camlı demir kapısı açıldı.

Kafesten uçan kuşlar gibi, yarım saatliğine fırladık sokağa, merdivenleri üçer beşer indik.

İznim, Kemeraltı Caddesi’nde, okulun hemen 25-30 metre ötesindeki muhallebiciye kadardı.

Beyaz pilav, küçük küçük parçalanmış tavuk, yoğurt... Üstüne tatlı yiyecek kadar paramız var mıydı acaba?

Lokantaya büyükler olmadan ilk gidişimdi. Okuldan ilk çıkışım. İlk maceram.

*

1970’li yıllarda İzmir’den kalkıp İstanbul’da, Osmanbey’de bir şube açan (o zaman New York’a gitmek gibi bir maceraydı bu) Cafe Bonjour’un da adı geçiyordu aynı haber bülteninde. Özsüt, 1997’de Bonjour’u satın almış...

Nesildaşlarım bilirler. Bonjour’un da bizim damağımızda – en az kaymaklı muhallebi kadar güzel bir tadı vardır. İlk buluşmalar, burun buruna sohbetler, kutu Marlboro’yu görülür şekilde masanın üzerine atıvermeler...

Bu da kızlarla ilk kaçamağımız.

*

Not : Yaseminciğim, “Ben usta köşe yazarları gibi, lafı çaktırmadan gittiğim, gezdiğim yerlere getirmeyi beceremem, bak langadanak söylerim, seni de açık ederim sonra...” demiştim. Şimdi anlatabildim mi ne demek istediğimi ?

Meslektaşlarım nasıl beceriyorlar anlamıyorum, lafı döndürüp dolaştırıp istedikleri yere getirmeyi...

- Geçen gün Sezen’i gördüm Safran’da, nefis bir müzik, ambiyans bildiğiniz gibi...
- Jorci’nin Yeri’nde oturuyoruz, o dillere destan patlıcanlı kebabını yiyoruz, parmaklarımızla karışık...

Hatta bir köşe yazarı, geçenlerde, yüzüne sürdüğü kremin markasını bile alenen yazmıştı...

Daha öğreneceğim çok şey var benim bu meslekte.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!