GÜLSİN ONAY: Piyanist olduğumu gizledim çünkü

Ünü 5 kıtada 56 ülkeye yayılan, Venezüella’dan Japonya’ya kadar her yerde konser veren piyanist

Haberin Devamı

Alman icadı ismimi ilk seferde doğru telaffuz eden bir tek Allahın kulu yok!

İstanbul’da evi var, Ankara’da var, Bodrum’da var ama esas evi, Tony’siyle birlikte yaşadığı Cambridge’de. Hızlı, çok hızlı. Bir orada, bir burada, Gülsin Onay aslında dünyanın dört bir yanında. Havaalanları, uçaklar, oteller, konserler. Nasıl da yaşayan, canlı, hayat dolu bir kadın. Aman Allah’ım bayıldım. Erkek olsam hemen aşık olurdum. Uluslararası müzik kariyeri, 5 kıtada 56 ülkeye yayılıyor. Venezüella’dan Japonya’ya kadar her yerde konser verdi, veriyor. Dünyanın önde gelen orkestraları eşliğinde solist olarak sahne aldı, alıyor. Müstesna bir Chopin icracısı kabul ediliyor. Rachmaninov yorumlarıyla müzik otoritelerinden büyük övgüler alıyor. Saygun’un eserlerinin de dünya çapında en güçlü yorumcusu olarak tanınıyor. Müzik otoritelerinin sadece teknik ustalığıyla değil "sınırsız enerji" ve duyarlı yorumlarıyla olağandışı bir piyanist olarak değerlendirdikleri Onay’ın hayatı Allah’tan sadece müzik-müzik-müzik olmamış. 3 evlilik ve acayip aşklar sığdırmış. Alman bir baba ile Türk bir annenin kızı. Anne piyanist, baba kemancı. Hikayenin devamını aşağıda okuyacaksınız. Ama şunu bilmenizde fayda var. Alman baba "Gülsüm", "Gülsün" gibi isimlerinden hoşlanmamış, daha kibar olsun diye "Gülsin" koymuş, böylesi onun müzik kulağına daha hoş gelmiş. Gelmiş de ne olmuş? Gülsin Onay gülerek "Babama çok kızıyorum, internette bile ismim yanlış yazılıyor. Alman icadı ismimi ilk seferde doğru telaffuz eden bir tek Allah’ın kulu yok!" diyor.

Haberin Devamı

Her şey nerede başlıyor?

- Erenköy’de bir köşkte. Köşk çocuğuyum ben!

Köşk kime ait?

- Anneanneme. Anneannem, aristokrat bir aileden geliyor, paşalar, maşalar. Dedemin tarafı ise Tatar. Dedemin dedesi Kazan’da meşhur bir matematikçi. Karısı piyanist, kızı kemancı, oğlu da kendisi gibi matematikçi. Torunu ise Kerim Erim. Yani benim dedem. Türkiye’nin ilk doktora sahibi bilim adamı. Einstein’la görüşen yegane Türk. Aileye iç güveysi geliyor. Anneannemle evlenip köşke yerleşiyor. Teknik Üniversite’de profesör, bir sürü değerli insan yetiştiriyor. Esprili de bir adam şöyle anlatıyor: "En iyi öğrencilerim Süleyman ve Necmettin. İkisinin de müthiş matematik zekası var. Ama Necmettin aralarda hep namaza çıkıyor onun için biraz üzülüyorum!"

/images/100/0x0/55eb3f90f018fbb8f8b4e34aAnneniz de o köşkte mi doğuyor?

- Evet. Dedemin en büyük ideali annemin piyanist olması, piyano dersleri aldırıyor, sonra da Stuttgart’a konservatuvara yolluyor.

Yıl kaç?

- 1953. Tam da harp sonrası. Stuttgart’a çok hoş, çok bakımlı, güzel elbiseleri olan üstelik müthiş piyano çalan bir kız geliyor. İnsanlar 24 saat filan ona bakıyorlar. Fakat feci bir heyecanı var, sahneye çıktığında ezberini unutuyor, elleri filan titremeye başlıyor. Belki bu yüzden dünya çapında bir piyanist olma fırsatını kaçırıyor. Ama başka bir şey oluyor, Joachim Reusch adında bir Almanla tanışıyor.

O kim?

- Babam! Ailesinde bir sürü matematikçi olan bir kemancı. Konservatuvarda tanışıyorlar, acayip bir aşk, bütün Stuttgart bilirmiş. Bir keresinde annem, orkestra provasında babamın yanında oturan kadın kemancıyı kıskandığı için konseri basıyor, skandal çıkartıyor. Böyle deli bir aşk. Babamın halası Tante Hilda anlatır, onları sokakta öpüşürken görmüş, ikisi ayakta, gözleri kapalı tam 20 dakika öpüşmüşler gelen geçene aldırmadan. Tabii annemle evlenmek isteyen bir sürü insan var Türkiye’de, ama o hiç aldırmıyor, kolunda bir Alman "çalgıcı"yla Türkiye’ye geliyor. Herkes şoke oluyor.

"Sen benimle Almanya’da yaşa" filan demiyor mu baba...

- Yok canım, babam kanatlarını takmış, aşkının peşinden gidiyor. Üç ayda mükemmel Türkçe öğreniyor. Uyumlu, tatlı bir adam. Herkes onu bağrına basıyor.

Nerede yaşıyorlar?

- Sorulur mu? Onlar da köşke yerleşiyor!

Ne köşkmüş ama...

- Tabii, tabii. Çok büyük. Arkasında da 6 dönüm bağ var. Her evlenen önce köşke geliyor, anneannem "Siz merak etmeyin" diyor, bahçeye bir müştemilat daha yapıyor. Köşkün sol tarafında arkaya doğru tren gibi uzanan neredeyse bir kilometrelik ev sırası var. Üç oda bir mutfak, üç oda bir mutfak. Sıkılan gidiyor, anneannem de o boş daireleri kiraya veriyor. Ve hiç unutmam, işte bu köşkten ilahi bir ses yükseliyor... Piyano...

Piyano tam olarak ne zaman girdi hayatınıza?

- 3.5 yaşındayken. Annemi itiyorum, ben oturmaya çalışıyorum. Annemin sürekli başında oturduğu o şeyi kıskanıyorum, bilmem belki de annemi kıskanıyorum. Kısa zamanda yeteneğimi keşfettiler.

Anne, profesyonel olarak çalmıyor mu?

- Yok bırakmıştı. Sadece evde çalıyordu.

Baba?

- O da kemanı bırakmıştı, Alman Lisesi’nde hocalık yapıyordu. Sonra köşkün arka bahçesinde bir oyuncak atölyesi kurdu, tahta oyuncak yapmaya başladı. İşi öyle bir ilerletti ki, kendine bir ortak buldu ve Philips’in tahta radyo kutularını üretir oldu. İnanmayacaksın ama sonunda fabrikalaştılar!

Peki sizinle ilgili hain planlar... "Müthiş bir yetenek bu! Aman üzerine düşelim, piyano dışında başka bir şeyle uğraşmasın!" filan...

- Babamın yoktu ama annemin biraz oldu. Bugünkü beni biraz da anneme borçluyum. Bir de şu var, piyano yüzünden kendimi ayrıcalıklı hissetmeye başlamıştım.

Nasıl yani?

- Piyano çaldığım zaman insanlar şok geçiriyordu. O ilgiyi, o coşkuyu büyüklerden başka türlü elde edemiyorum. Müthiş bir silahtı. "Gider çalarım, mahvederim onları!" diyordum. Gerçekten öyle oluyordu.

Bunları anlatırken nasıl görüntüler geliyor gözünüzün önüne...

- Toplanmış beni dinliyorlar. "Aman Allah’ım böyle bir şey görmedik, ne müthiş!" diyorlar. "Kızım olağanüstüsün sen, dahisin!" diye alkışlıyor, inanılmaz bir tezahürat. Sarılıyorlar, öpüyorlar, hediyeler veriyorlar. "Aman daha çok çal!" diyorlar. Birdenbire herkesin ilgi odağı haline geliyordum. Üstelik doğal ve kolay gelen bir şeydi benim için piyano çalmak. "Ama demek ki bunu herkes yapamıyor" diye düşünüyordum.

Anneniz mi çalıştırıyordu sizi?

- Evet. Ama kendim de acayip çabuk öğreniyordum. O, sadece yanlış yaptığım zaman düzeltiyordu. Mesela mutfaktan geliyor, "Bak orayı bir daha yap, tam olmadı" diyor, yine gidiyordu. 6 yaşında İstanbul Radyosu’nda konser verdim. Büyük olay oldu..

Ne kadar büyülüyordu müzik sizi? Dinleyince cennetler, yeryüzüne mi iniyordu?

- Evet, o da oluyordu. Akşamları annem ve babam karşılıklı çalışıyordu. Annem piyano, babam keman. Onlar çalarken ben halının üzerinde yatıyor, resimli kitaplarıma bakıyorum. O sesler, o görüntüler birbirine giriyor ve ben hayaller kuruyorum. Benim hayatımın ayrılmaz bir parçasıydı müzik. Hep öyle oldu.

FLÖRT ETMEK İSTEYEN ERKEKLERİ PÜSKÜRTMEK İSTİYORSANIZ

Hayatım uçaklarda geçiyor, yanıma bir adam oturuyor, bana şöyle bir bakıyor "Güzel bir kadın, pek genç değil ama cazip! Acaba şansımı bir denesem mi?" Onun ağzını açmasına fırsat vermeden ben torunlarımdan söz etmeye başlıyorum. "31 yaşında bir oğlum ve çok şeker torunlarım var" der demez, o bana kur yapmaya niyetlenen erkek, derin bir nefes alıyor, savaş boyalarını yüzünden siliyor ve kendi torunlarını anlatmaya başlıyor. Bu çok işe yarayan bir numaradır, kadınlara duyurulur.

Eğitim?

- Ankara Devlet Konservaurı’nda Mithat Fenmen ve Ahmed Adnan Saygun’dan iki yıl özel eğitim aldım. Sonra da 12 yaşında Fransa’ya gönderildim. Ulvi Cemal Erkin beni dinledi, hiç unutmam kocaman elleri vardı, "Aman Allah’ım müthiş!" dedi, "Hemen Paris’e gönderelim, üstün yetenekli çocuklar kapsamında." Ekledi: "Ama yaşlanmış bu çocuk!"

Niye öyle diyor?

- İdil Biret ve Suna Kan 7-8 yaşlarındayken gittiler diye. Oysa Fransa’da ben yine de en ufaktım. Geç meç kalmamıştım.

Biz size "dáhi" diye bakıyoruz, peki bu "dahi"liğin içerisinde bir "ucubelik", bir "zavallılık" var mı? Bu kadar iyi olabilmek için hayatın bir sürü zevkinden mahrum kalmak mı gerekiyor?

- Bu galiba kişiden kişiye göre değişiyor. Benim hayatıma müthiş adamlar girdi. Müthiş aşklar yaşadım. Hálá aşığım. Son kocama bayılırsın. Cambridge’de bir matematik profesörü.

Size ne kadar eziyet ettiklerini anlamaya çalışıyorum.

- Çok etmelerine müsaade etmedim, üç kere evlendim!

"Hayatta şunları şunları yaşayamadım" dediğiniz şeyler var mı?

- Hayır, ben fazla normal görünürüm, zaten piyanist olduğumu da gizlerim. Paris’te Paris Match’ın karikatürcüsüyle bir romans yaşamıştım, ona mesela piyano çaldığımı hiç söylemedim. İngiltere’deki çok yakın arkadaşlarım da epey sonra öğrendiler piyanist olduğumu...

Neden gizliyorsunuz?

- Çünkü insanlar piyano çalıyorum diye beni hep çok sevdiler. Piyano çalamasam da sevecekler miydi?

Anneniz babanız da sizinle birlikte Paris’e taşınıyor. Hep size odaklı bir hayat mı yaşadılar?

- Evet. Bunu istediler, özellikle de annem. Beni derse götürüp getirirdi.

"Yeteeeer! Ben dáhi çocuk olmak istemiyorum!" dediğiniz olmadı mı?

- Uysal bir çocuktum. Belki içimden hissettim ama hiç dillendirmedim.

Avrupa’nın hangi ülkelerinde yaşadınız?

- 10 yıl Fransa’da, 10 yıl Almanya’da, 10 yıl İngiltere’de. Dolayısıyla üç dili de ana dilim gibi konuşuyorum, hiç aksanım yok.

Gelelim evliliklerinize. İlk eşinizle Paris’te mi tanıştınız?

- Evet. Birinci evliliğimi 19 yaşındayken yaptım.

E müzik hayatınız?

- Bıçakla kesilir gibi kesildi. Türk’tü ilk eşim: Ersin Onay. 14 yaşındayken benim "Ersin Abim"di. O da Paris’teydi, 20’li yaşlarındaydı, sınavlardan önce bana hep nergis getirirdi. Şefkatli, kibar ve yakışıklı. Çeşitli milletten bir sürü kız arkadaşı vardı. Ben onların Fransızca aksanlarını taklit eder, onu güldürürdüm. Oldum olası insanları güldürmeyi severim. Ama sen bakma böyle yumuşak, iyi huylu, cici filan durduğuma, içimde ne fırtınalar vardır, onlar da en iyi piyanonun önünde ortaya çıkar. Aşklarımı da en iyi piyanoda yaşadım ben.

Kaç yıl sürdü o ilk evlilik?

- 10 yıl. Çok zor oldu. Birdenbire piyanistliğim yok oldu, elimden kaydı gitti. Gerçi eşim de piyanistti ve modern görünüşlü bir adamdı ama...

Çekişme mi oluyordu aranızda?

- İster istemez. Bir konserden dönüyorum mesela, "Nasıl geçti konser" diyor, "Eh işte" diyordum. Oysa muazzam geçmiş. Ondan saklıyordum. Üzmemek için söylemiyordum.

O müzik konusunda sizden daha mı az yetenekliydi?

- Evet. Ama onun da başka yetenekleri vardı, son derece büyüleyici bir insandı. Şöyle şeyler oluyordu mesela: "Şu pratiği nasıl yaparsın?" diyordu, bir şey soruyordu, "Bakim Ersincim" diyordum, "Şuraya herhalde üç koyarım, şuraya da iki Evet, bak oldu..." Bir gün "Biliyor musun senin şu üç dakikada yaptığın şey üzerine ben iki aydır çalışıyordum" dedi. Bunu bir kere ağzından kaçırdı, bir daha da bir şey söylemedi. Ama ben, bu duyguyu onda hep hissettim.

Sinir bozucuymuş!

- Evet, ben kendimi suçlu hissettim, yetenekliyim diye. Ama ona çok aşıktım. Oğlumuz oldu. Derken maddi sıkıntılar başladı.

Anne- baba?

- Onlar Almanya’da.

"Ah vah, bizim kızın müzik hayatı bitti!" filan demiyorlar mı?

- Bence diyorlardı ama karışmadılar. Hayatımın en kasvetli dönemiydi.

Sonra?

- Boşandık. Ve ben her şeye yeniden başladım. 30 küsur yaşında tekrar öğrenci oldum, bir daha konservatuvara gittim, diploma almak için değil, her şeyi tekrarlamak için. Ve birden, hepsi geri geldi. Uluslararası yarışmalara girdim, başarılar elde ettim, inanılmaz yoğun bir tempoyla tekrar kariyerime döndüm. Her yerden konser teklifleri geliyordu. Oğluma annem bakıyordu.

Söyleyin, oğlunuz matematikçi mi oldu, kemancı mı? Ailedeki herkes ya matematikçi, ya piyanist, ya kemancı...

- Kemancı oldu! Babam öğretti kemanı ona. İsviçre’de ve Almanya’da okudu. Şimdi Ankara Operası’nda, konsertmeister.

İkinci koca ne zaman denk geliyor?

- 30’ların ortasında. Bir Almanla evlendim. Matematikçiydi. 10 yıl sürdü. Dengeli, huzurlu bir ilişki. Ama tutkulu değildi. Bir limandı. Ondan sonra da hayatımın aşkı geldi. Tony. Tony Scholl, bir tren gibi çarptı bana.

O neci?

- O da matematikçi! Oxford’da okumuş, bir bilim adamı ama aynı zamanda çok iyi bir müzisyen, kontrbas çalıyor. Musluğu da, televizyonu da tamir edebiliyor ve bana tahammül ediyor. Ben sürekli konserdeyim, ses çıkarmıyor, hatta o da benimle birlikte geliyor. Bazen de onun konferansıyla benim konserlerim çakışıyor. E romantik oluyor tabii...

Yazarın Tüm Yazıları