Azerbaycan-Ermenistan, Libya, Suriye, Doğu Akdeniz üzerinden tutun da Hz. Muhammed karikatürlerinin Fransa’da resmi kurumlarda sergilenmesine, AB’nin yaptırım hamlelerine kadar pek çok noktada problem yaşayan iki eski tanışın frene basması da çok uzun sürmedi.
İki liderin birbirlerine “Sevgili Emmanuel”, “Değerli Tayyip” diye hitap ettikleri ve “Diplomaside küslük olmaz” sözüne göz kırpan mektuplar gazetelerde yayınlanınca Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu şunları söyledi:
“Cumhurbaşkanımız, yeni yıl dileklerini iletmek ve Fransa’yı hedef alan terör saldırılarının ardından taziyelerini sunmak için Sayın Macron’a bir mektup yazdı. Bu mektuba bu hafta yanıt aldık. İlişkileri geliştirmek isteğini, Türkiye’ye atfettikleri önemi ve önümüzdeki süreçte Cumhurbaşkanımızla görüşmeyi de arzu ettiğini vurgulayan, güzel, pozitif, hatta bazı kısımlarında Türkçe ifadelerin bulunduğu bir mektup aldık. Cumhurbaşkanımıza takdim ettik. Cumhurbaşkanımız da ‘Memnuniyetle görüşürüz’ yanıtını verdi...”
Nihayet iki lider pazartesi günü video konferans aracılığıyla buluştu, görüştü, yapılan açıklamada karşılıklı işbirliğinin öneminden, potansiyelinden, ortak çalışmanın getireceği başarılardan bahsedildiği vurgulandı.
Özetle nar gibi kızarmışken derin dondurucuya atılan ilişkiler, soğuk zincir kırılmadan tekrar dünya gerçeklerine döndürülmeye çalışıldı.
Çatışma alanları bâki olsa da, tonda düzeltmeler yapılarak yeniden konuşmak için kapı aralandı.
Ocak ayında Anadolu Ajansı için “Türkiye-Fransa ilişkilerinde tarih tekerrür mü ediyor?” başlıklı bir analiz hazırlayan Doç. Dr. Yıldız Deveci Bozkuş, iki milletin tanışıklığının tarihini XI’inci yüzyıldaki Haçlı Seferleri’ne kadar götürmenin mümkün olduğunu vurgulayarak başlıyordu sözlerine.
Dışişleri Bakanlığı’nın konuyla ilgili sayfasında
Zorluğu basitliğinde gizli bir maça çıkıyordu Galatasaray. “Basit” derken yanlış anlaşılmak istemem; elbette kâğıt üzerinde, puan cetvelindeki vaziyetten bahsediyorum.
Rakip Ankaragücü puan cetvelinin son sırasında, bir mağlubiyet sarmalında çırpınan, acilen puan bulması gereken bir durumda.
Galatasaray’ın hedefi, pozisyonu belli; uzun koşuda sıkışık ön tarafta hızını kesmeden yola devam etmesi gerekiyor.
Hal böyleyken, kazanan kadroda yapılan Donk-Luyindama değişikliğiyle sahaya çıkan Galatasaray son derece düşük bir tempoyla başladı ve devam etti maça.
AMANVERMEZ SAVUNMA
Ankaragücü’nün sıkışık, dinamik, amanvermez savunmasını aşmak için rölantiye alınmış bir oyundan ötesini üretemedi. Buna rağmen biri Onyekuru’yla, diğeri Emre Kılınç’la iki net fırsat yakaladı fakat gol üretemedi.
Galatasaray’ın gelemediğini fark eden, üstün körü baskıyı savuşturan Ankaragücü rakip alanı da yoklamaya başlayınca bir kötü savunma kazasından penaltı kazanmayı bildi ve perde kapanırken öne geçti.
İkinci devreye seri oyuncu değişiklikleriyle başlamayı ve takımını silkelemeye karar veren Fatih Terim, mesela Falcao uygun pozisonda golü atabilseydi planını tutturabilirdi. Ancak maç hızla felakete dönüştü Galatasaray için.
18 Mart 1965’te uzay aracının kapısından dışarı süzülen kozmonot Aleksey Leonov, 12 dakika süren ve gemisinden 15 metre uzaklaştığı seferiyle “ilk uzay yürüyüşünü” gerçekleştirmişti.
“Uzay yürüyüşü” veya daha doğru ve havalı söyleyişle “Uzay Taşıtı Dışı Etkinlik/ Extra-Vehicular Activity” benim gibi “İnsanoğlu Ay’a ayak basmıştır” bilgisi cepte büyüyen kuşaklar için en sevgilisinden bir hayaldir...
Pirimiz Han Solo gibi, Flash Gordon (nâm-ı diğer Baytekin) gibi, Silver Surfer gibi, Kaptan Körk gibi “fezada maceradan maceraya koşmak”, galaksiler arasında ışık hızıyla esmek, gök atlasının bilinmeyen diyarlarına bir kâşif ruhuyla gitmek hangi çocuğu heyecanlandırmaz ki?
İzlediğimiz diziler, filmler dünyadan ayrılıp uzayın derinlerine gidenlerin hayatlarını zihinlerimizde şekillendirmekte elbette önemli rol oynamıştı.
Kafasına cam fanusu andıran küreyi geçirip boşlukta gezen astronotların, kozmonotların “uzay yürüyüşleri” özentimize Michael Jackson imzalı “moonwalk” figürünün eşlik ettiği güzel zamanlar...
Türkiye’nin uzay programlarını konuşmaya, tartışmaya, kaynatmaya, tiye almaya doyamadığı günlerden geçerken insanoğlu yeni bir uzay yürüyüşü gerçekleştirdi önceki gün.
Galatasaray’ın Kasımpaşa maçı yorgunu zeminde ağırladığı Erzurumspor, Mesut Bakkal yönetiminde son dönemde özellikle deplasmanlarda dirençli ve puan kopartan kimliğiyle ön plana çıkıyordu.
Geçen hafta topla çok az oynayarak zorlu bir viraj dönen sarı kırmızılılar, dün akşam maçın başlangıç bölümünde topa sahip ancak hücum enerjisi düşük bir görüntü çizdi.
Buna karşılık, 18’inci dakikada Gomes’in şutu ve Muslera’nın kurtarışı ile sonuçlanan hızlı hücum çıkışlarına umut bağlamıştı Mesut Bakkal’ın öğrencileri.
iSYAN BAYRAĞINI ÇEKTi
Erzurumspor oyunu kontrol ettiğini düşünürken –ki ediyordu kendince- ve skor üretebileceğine inanırken –ki üretebilecek pozisyonlar da buldu- devreye Mustafa Muhammed girdi.
Galatasaray taraftarının bir nevi “süper kahraman” olarak görmeye başladığı Mustafa Muhammed, önce uzaktan bir şutla takımının hücum mıymıylığına isyan bayrağı çekti.
38’inci dakikada köşe vuruşu ardından oluşan karambolde topu önünde bulduğunda ideal santrforun yapması gerekeni yaptı ve sert bir şutla golünü attı.
Bununla da kalmadı, Arda’nın ofsayt tuzağıyla beliren fırsatı ısrarla kovalayıp, yine Arda’nın 5 dakika önce kaidesinden sarstığı direği bir daha hırpalayarak ikinci golünü kaydetti.
Spotify, Apple, Deezer, Tidal, Amazon gibi devler arasında müzik satışlarından elde edilen gelirin yüzde 80-85’ini temsil eden pasta için rekabet de tam hız devam ediyor.
2020’nin ilk yarısında “streaming” gelirleri 2.5 milyar doları bulmuştu; pasta büyüdükçe tatlanıyor...
“Streaming” ve müzik dünyasındaki etkileri çok dallı budaklı, sanatçıdan tüketiciye farklı tartışma başlıkları bulunan bir konu.
Telifler, müziğin üretim hızı ve şekli gibi büyük sorunların yanında bir de dinlediğiniz müziğin ses kalitesi problemi var.
Benim gibi hâlâ fiziksel kopyalarla (plak, kaset, CD) haşır neşir olanların da elbette kayıtsız kalmadıkları/kalamadıkları bu servislerin en önemli problemi ses kalitesi.
Burada “plaktan çıkan ses, CD’nin sesi, streaming’in sentetik yapısı” gibi çok klasik ve çok uzun tartışma gerektirecek konulara girmek güç. Teknik açıdan bu işlerin uzmanlarının konuşması daha faydalı olur zaten.
Bir müzik meraklısı olarak plaklarda, CD’lerde bulduğum ses kalitesinin yanına bile yaklaşamayan
Futbol jargonunda sevmediğim “kısa yollu açıklamalar” arasında “O takım bize ters” klişesinin güzide bir yeri vardır. “Rakibi çözememek”, “direnç kırıcı hamle üretememek”, “konsantre olamamak” ve hayya “basireti bağlanmak” bile daha iyi bir açıklamadır. Duyduğum zaman “Ne demek tersimize geliyor? Sen de ona ters gelecek bir çözüm üret” demek gelir içimden ki Fatih Terim de buna benzer bir şey demiş olmalı. Sadece bu sezon iki kez İstanbul’da yenildiği, uzun süredir diş geçiremediği Alanyaspor karşısında deyim yerindeyse bugüne kadar yaptığının tam tersini yaptı Galatasaray.
ACAR GOLCÜ MOSTAFA
Rakibin üstüne yaldır yaldır gitmek yerine topu Alanyaspor’a bırakıp, uzun toplarla, diyagonal paslarla gardını düşürmeyi hedefledi. İlk yarı sona erdiğinde topla oynama oranı yüzde 36 idi fakat ne gam! Galatasaray’ın özellikle 18’inci dakikada golü bulana kadar sergilediği “ters” oyunun kahramanı Mostafa Mohammed oldu. Baskıya, savunmaya katkı verdi, takımını atağa hazırladı, Onyekuru’ya asiste dönüşmemesine hayıflanılacak güzellikte bir pas verdi, kendi ürettiği pozisyonda direğe takılmasa golü de bulacaktı acar golcü Mostafa. Yedlin’in müthiş uzun pasını iki hamlede Emre Kılınç ile gole çeviren Galatasaray, “ters” oyununun sağlamasını da yapmış oldu. İlk yarıda Alanyaspor da gol için zorladı, direğe takıldı fakat terazide üstün olan taraf Galatasaray’dı.
MUSLERA EFSANE OYNADI
İkinci yarıda da Galatasaray topu rakibe bıraktı, gol için hamle haklarını kullandı, oynun iplerini böyle tutmaya çalıştı. Alanyaspor özellikle Galatasaray’ın yorgunluk emaresi göstermesiyle birlikte müthiş bir baskı kurdu, rakibi kendi sahasında yordu. Terim bu çok bariz yorgunluğa karşı oyuncu değişikliği hamlesini 78’inci dakikaya kadar cebinde tutmayı tercih etti. Alanyaspor maçın kalan kısmında muazzam bir baskı kurdu, sürekli el artırdı, canını dişine takarak rakibini zorladı fakat Galatasaray’ın direncini kıramadı, bir kez daha efsane oynayan Muslera’yı aşamadı.Lider Galatasaray çok zorlu bir deplasman bilmecesini, ligin en zorlu problemlerinden birini çözdü, “ters” oynayarak düze çıkmayı başardı... Çok önemli bir engel açmanın rahatlığıyla, birikmiş bir hesabı kapatmanın huzuruyla evine dönüyor; “Bravo!” demek gerek.
<iframe width="727" height="422" src="https://www.youtube.com/embed/VXCba8vjLpc" frameborder="0" allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen></iframe>
250 TL'ye varan "Hoş geldin bonusu" sadece Misli.com'da! Hemen üye ol...
1987’deki kar yağışını hatırlayan benim gibiler dün sabahki “coşma anının” dışında pek aradıklarını bulamadılar sanırım. Yağdı, arada güzel de yağdı fakat nerede ‘87’deki o kar?
Barajların durumu, artık kalıcı bir tehdit boyutuna ulaşan kuraklık ve yine aşırı sıcak geçeceği öngörülen “susuz yaz” düşünüldüğünde İstanbul’da kar büyük nimettir tetiklediği zorluklara rağmen...
Kar getiren havayı “Arada uğramayı ihmal etme” diyerek uğurlamaya hazırlanırken, Cengiz Kahraman’ın “İstanbul Kış Günlüğü 1929-1954” adlı eşsiz çalışması eşliğinde İstanbul’un meşhur kışlarına doğru bir yolculuğa çıktım.
“Boğaz’ın buz tuttuğu günlerin” izinde gezen Cengiz Kahraman, 1929 ve 1954’te İstanbul’u 2-2.5 ay felç eden karakışları arşivden muhteşem fotoğraflar ve dönem gazetelerinden haberlerle, makalelerle, karikatürlerle harmanlar.
Kitabın açılış sayfalarında “İstanbul’un Meşhur Kışları Kronolojisi” ile karşılanırız.
İlk not 378’de, İmparator Valens’in saltanat döneminde Haliç’in bazı bölgelerinin buz tuttuğuna dair...
739’da Boğaz buzlarla kaplanınca halk tıpkı 401’de olduğu gibi kentin tanrının gazabına uğradığını düşünür.
Bu satırları nasıl bir iştahla, kendimi hikâyenin kahramanıyla özdeşleştirerek okuduğumu şu anda bile hatırlıyorum.
İlk gençlik yıllarımda bir kitap fuarında kapağındaki Magritte desenine, adına ve arka kapağındaki “...gizemli İstanbul kentinde hiçbir yer beni Tünel alanı kadar ilgilendirmemiştir” notuna takılarak aldığım “Bir Beyoğlu Düşü”, Demir Özlü’yü tanımama vesile olan kitaptı.
Edebiyat atlasında iştahlı bir şekilde gezmeye başladığım, çok sevdiğim Beyoğlu civarında geçen kitaplarla ayrı bir bağ kurduğum dönemdi...
Yusuf Atılgan’
Galatasaray’ın Alanyaspor karşısında uğradığı hezimet için her biri kendi içinde tutarlı pek çok senaryo, analiz, eleştiri, tespit üretmek mümkün. Kadıköy’de Fenerbahçe’yi yenerek liderlik koltuğuna yerleştiği maçın öncesinde, esnasında ve sonrasında biriken stres ve/veya rahatlama hissine bakarak psikolojik bir dalgalanmaya kurban gittiğini söyleyebiliriz. Yoğun ve zorlu bir fikstürde yakaladığı müthiş serinin fiziksel ve mental yükünü taşımakta güçlük çekip yıkılmıştır da diyebiliriz. “Rotasyon yapılsaydı böyle olmazdı, ikinci devreye başladığı kadro gibi bir kadroyla çıkmalı, en azından bazı oyuncuları dinlendirmeliydi” fikrine alkış tutanlar çıkabilir.
ATAN DERSiNi ÇALIŞILMIŞ
Bu tarz başka ‘haklı çıkılacak’ başka argümanlar da sıralayabiliriz... Ama böyle yaparsak, Alanyaspor’un harikulade oyununa biraz ayıp etmiş oluruz. Çağdaş Atan hem kendisi çalışmış dersine, hem de oyuncularını çok iyi çalıştırmış. Galatasaray’ı oyunun başlarında biraz tarttıktan sonra zayıf bütün noktalarını felç edecek akınlar düzenlemeye başladı Alanya ekibi. Bir yüklendi, iki yüklendi; 30 dakika dayanabildi Galatasaray… Babel ve Yedlin’e emanet olan tarafın boşluğundan ve yumuşaklığından bol bol faydalandılar, hızlı oyuncularıyla sarı kırmızılı defansı hallaç pamuğu gibi attılar.
İlk yarıda rakibi okumakta güçlük çeken, hamle yapacak hali olmayan Galatasaray faturayı ‘2 golde kalan’ bir mağlubiyetle ödedi. İkinci yarıda perde penaltıyla açılıp skor 0-3’e gelince maç da büyük ölçüde bitmiş oldu. Galatasaray elbette bu tarz skorları çevirebilecek güçte bir takımdır, böyle mucizeler genlerinde vardır ancak dün akşamki oyunla bu pek mümkün değildi.
YENİLER ATIYOR!
Mustafa Mohamed’in ve Gedson Fernandes’in farkı eriten golleri netice itibariyle teselli ikramiyesi olmaktan öteye gidemedi. Alanyaspor’u kutlamak ve kupa macerasının kalan kısmında başarı dilemek, Galatasaray’a da “Bu mağlubiyet nazar boncuğu sayılır” deme hakkını bu maçta kullanabilirsin. “Bak hem yeni transferler attıkça atıyor” diye teselli etmek gerekir...
<div style="margin: 0 auto; max-width: 100%; min-width: 300px;"><div style="position: relative; padding-bottom: 56.25%; height: 0; overflow: hidden;"><iframe style="width: 300px; min-width: 100%; position: absolute; top: 0; left: 0; height: 100%; overflow: hidden;" src="https://embed.dugout.com/v2/?p=eyJrZXkiOiJqV29xTDNQYiIsInAiOiJzcG9yYXJlbmEiLCJwbCI6IiJ9" width="100%" height="400" frameborder="0" scrolling="no" allowfullscreen="allowfullscreen" data-mce-fragment="1"></iframe></div></div>
Uzay programıyla ilgili hedeflerin açıklanmasıyla hararetlenen tartışmayı “Türkler uzayda konulu esprileri 1996 itibarıyla tüketmemiş miydik?” sorusunun peşinden nostalji dehlizlerine düşe çıka izliyorum...
“Uzay Yolu”, “Uzay 1999”, “Galaktika” gibi dizilerle büyümüş ve bu sayede Fırıldak Gökadası senin, Cüce Ejderha benim galaksi galaksi gezmiş bir kuşaktanım...
Star Wars’u Dünyayı Kurtaran Adam ile harmanlamış, bulunduğu ortamda sıkıldığında “Işınla beni Scotty!” diye hayıflanmış kimseleriz netice itibarıyla.
Turist Ömer Uzay Yolunda’da Sadri Alışık “Mantıksız bir olay Kaptan” dediğinde “Katılıyorum Turist Abi!” demiş, E.T.’nin yerli ve milli olan hali Badi’nin maceralarını izleyerek uzay konusunda kararlılığımızı göstermiş bireyleriz!
Konu Fantastik Türk Sineması’nın uzay bağlantılı kült filmlerine gelmişken, sevgili Yekta Kopan’ın sosyal medyada “Astronota isim önerin bakalım dostlar” çağrısına gelen cevaplara da değinmek isterim.
“Fehmi” diyenler olmuş...
Aydemir Akbaş’
Pandemi sürecinde tanıdığıma en memnun olduğum kişiye, Georg Christoph Lichtenberg’e (1742-1799) ait bu sözler...
Lichtenberg’in “Kendine hep saldır, insan” başlığı ile yayınlanan “Karalama Defterleri”nden seçmeler daha önce de Tevfik Turan’ın çevirisiyle yayınlanmış fakat atlamışım...
Eve kapandığımız dönemde karıştırmaya başladığım ve ergen irisi olduğum yıllardan beri sevdiğim türden “aforizmalar” ile dolu bu küçük kitap günlerimi, gecelerimi aydınlattı...
“Aforizma”
Faulü bol, futbolu az, gol pozisyonu nadir, orta sahaya sıkışmış bir itiş kakıştan ibaretti derbinin ilk yarısı. Galatasaray kimi zaman yüzde 70’i aşan bir oranda topa sahip oldu fakat bu üstünlüğü pozisyon zenginliğine çeviremedi.
Rakip Fenerbahçe ise özellikle ilk 20-25 dakikayı büyük ölçüde kendi sahasında geçirmesine rağmen en azından kaleyi bulan şut üreten taraf oldu. Faul sayısı dikkat çekici düzeyde fazlaydı ve Cüneyt Çakır’ın kararlarındaki tutarlılığı yine bir muammadan öteye gidemedi.
Özellikle son yıllarda bir derbi karakteristiği olarak beliren ‘aman yenilmeyelim de’ zihniyetine kurban mı veriyoruz yine dedirten, vasatlık sınırını bile zorlayamayan bir 45 dakika izledik özetle. İkinci yarı ise başka bir hikâye...
MAÇI SiLKELEYEN GOL
İkinci devrenin hemen başlarında maçı silkeleyecek gelişme yaşandı, Galatasaray golü buldu.
Önce Onyekuru ile Altay’ı zorlayan sarı kırmızılılar, çok geçmeden, 54’üncü dakikada Mostafa Mohammed’in ‘sıkı golcü’ kumaşına sahip olduğunu gösterdiği pozisyonda öne geçti. Topu alışı, vuruş için hazırlanması, önünü açışı, bakarak yaptığı vuruşla köşeyi görüşü mükemmeldi.
Geriye düşen Fenerbahçe dönem dönem sarı kırmızılı defansı zorlamaya başladı. Duran top organizasyonu üzerinden gelen, ofsayt gerekçesiyle iptal edilen gol ve Muslera’nın kurtardığı iki şut çıktı bu baskıdan.
Kazandığını korumak refleksiyle büyük ölçüde sahasına çekilen Galatasaray, kimi zaman sallanır gibi olsa da ayakta kalmayı başardı.
Böyle romantik bir üslupla başlayan “Bir Eylül Efsanesi” başlıklı röportaj Ocak 1966’da, aylık müzik ve kültür dergisi “Modern Çağ”ın 4’üncü sayısında yayınlanmış.
55 sene önceden gelen röportajı yapan kişi 2014’te kaybettiğimiz kıymetli ağabeyimiz Arda Uskan...
Arda Abi’nin romantik bir girizgâh ile tanıttığı genç yıldız adayı da Barış Manço...
İki sayfalık röportajda kısa saçlı, bıyıksız, o yıllarda yurtdışında müzik yapan, 20’lerinin henüz başında, pırıl pırıl bir delikanlı görüyoruz.
Kalabalığın içinde müzik dinlemek, bir şarkıya eşlik etmek, sevdiğin grupla/müzisyenle ve hiç tanımasan da “kafadar” olduğunu düşündüğün bir kitleyle birkaç saat takılmak...
Konser sadece “canlı müzik”ten ibaret değil; arkadaşlarla buluşmak, hayatın dertlerine bir süre dur demek, derde ve kedere küçük bir çalım atmak...
Normalde yılın bu zamanları arkadaşlarımla yaz için bir, imkânlar el verirse daha fazla konsere gitmek için planları detaylandırmaya başlamış olurduk. Tatil anlayışımız bu, yapacak bir şey yok...
Bugün veya çok yakın gelecekte “eski usul” konser yapmaya imkân yok. “Online” konserleri takip ediyorum, bu tarz girişimleri seviyor ve destekliyorum...
Ama aklımda, üstümde AC/DC tişörtü, yanımda sevdiklerim, elimde içkimle “sahneyi gören sakince bir yerde takılmak” var...
Ne zaman gelecek o eski güzel günler?
Kış ve bahar konserleri ertelendi doğal olarak; yaz konserleri ve festivalleri birer birer sonbahar/kış aylarında yeni tarihler açıklıyor ancak onu da iptaller izleyecek gibi duruyor.
Hani kadılık günlerinde bir adam gelip hasmını şikâyet etmiş ve sormuş: “Söyle Allah aşkına, haksız mıyım hoca?”
Hoca “Haklısın” demiş.
Az sonra adamın hasmı gelmiş o da diğeri hakkında ağzına geleni söyleyip “Haksız mıyım?” diye sormuş, Hoca ona da “Haklısın” demiş...
Bu kez karısı Nasreddin Hoca’ya “Kadılığın da pek tuhaf, iki adama da haklısın dedin, hiç öyle şey olur mu?” diye sormuş.
Hoca “Hatun, sen de haklısın” demiş...
Koronavirüs salgınıyla ilgili haberleri, yorumları, demeçleri izlerken kendimi Nasreddin Hoca gibi hissediyorum...
Restoran işletmecileri “Bittik, tükendik, imdat! Açın bizi” diyor, “Haklısınız” diyorum...
Son iki deplasman seferinden puansız dönen Galatasaray, zirve yarışında pozisyonuna tutunmak ve fırsat kollamak için acilen bir galibiyet serisi yakalamak durumunda... Hal böyleyken, kupa maçında 12 gün önce 120 dakika boyunca yenişemediği Yeni Malatyaspor’a konuk oldu. İlk yarı kupa maçının üstüne bir 45 dakika daha eklenmiş gibi, o derece sıkıcı geçti. Pozisyon zenginliği olmayan, heyecan seviyesi ve futbol kalitesi düşük bir maç seyrettik.
Fakat betonarmeden hallice bu zeminde daha fazlasını beklemek de gerçekçi bir yaklaşım olmaz... Maçı sağlam tamamlamak bile kendince büyük başarıdır bu sahada. Topa zemin müsait ettiği ölçüde hâkim olan, baskıyla rakibi sahasında tutmak niyetinde olan taraf Galatasaray gibi duruyordu.
DURAN TOPLAR BERBAT!
Galatasaray bu ‘niyet’ boyutundan öteye geçemeyen baskıdan, Malatya ise rakibin kritik bölgelerde kırılan pas zincirinden medet umdu fakat iş pek ‘ciddiye varmadı...’ İkinci yarıda Terim’in öğrencileri topa biraz daha fazla sahip oldu, baskıyı biraz daha artırdı ancak Malatya savunmasında gedik açabilecek hamleyi uzun süre yapamadı.
Bu süreçte kazanılan duran topların, özellikle köşe vuruşlarının ‘berbat’ denecek seviyede kullanılmasının Galatasaray açısından düşünülmesi ve çözüm bulunması gereken bir problem olduğunu da ekleyeyim. Galatasaray’ın oyuncu değişiklikleriyle tazelenen ve baskısını artıran oyunu, ödülünü ısrarla yinelenen kanat organizasyonuyla değil, uzaklardan gelen bir şutla geldi.
BÜYÜK iKRAMiYE
Babel’in düzgün ve sert şutu maçın son dakikalarında Galatasaray’a büyük ikramiyeyi de getirmiş oldu. İşler giderek zorlaşmak üzereyken böylesi zorlu bir deplasmandan cebini 3 puanla doldurup dönmek hak edilmiş bir büyük ikramiyedir. İlk yarı 39 puanla sona erdi, bakalım oyunun ikinci perdesinde işler nasıl gelişecek Galatasaray için?
Başarının formülü ceplerinde; ilk satırda birlik olmak ve konsantrasyon yazıyor...
Soru bekleneceği üzere halkı ikiye böldü, Milor Gain’de bir pizza ve pide ustasını tatlı tatlı atıştırdı, iştah açıcı bu ankete belirlenen süre içinde 215 bin kişi katıldı ve pide oyların yüzde 60.5’ini alarak birinciliğini ilan etti.
Vedat Milor pidenin gelişime açık olduğunu ancak malzeme kalitesi ve standart konusunda sorunlar yaşadığını ve tercihinin pizza olacağını belirtti.
Kıymetli Vedat Milor gibi bir uzman, yemek kültürü konusunda o boyutta donanıma sahip biri değilim; zaten konuyla direkt bağlantısı olmasa da benim tercihim her zaman lahmacun olur.
Pidenin de pizzanın da iyisine çoğunluk gibi bayılırım, tercihe zorlansam herhalde ben de Milor gibi tercihimi pizzadan yana kullanırım.
Şimdi gelelim cep karşılaştırmasına.
Bu tartışmaya bir katkı sağlar mı bilemem fakat pide ile pizza arasında tercihi belirleyen ölçülerden birinin
İnsanlığa büyük besteler, kitaplar, resimler, heykeller vb bırakmış onlarca dâhinin mental problemlerle uğraşmış olması aradaki bağı kuvvetlendiriyor.
Tolstoy’dan Michalengelo’ya, Balzac’tan Jackson Pollock’a, Van Gogh’tan Victor Hugo’ya, Charles Dickens’tan Ernest Hemingway’e kadar uzanıyor listeler...
Marcel Proust “Dünyada harika olan her şey nevrotiklerin eseridir” dedikten sonra bu başyapıtları insanlığa armağan edenlerin üretirken yaşadıkları korkulara, baskılara, fiziksel ve ruhsal zorluklara dikkat çeker...
Geçtiğimiz günlerde kendisinden bir canavar yontmuş büyük bir dehayı kaybettik...
İstanbul’un iki köklü kulübü mesajı, kazancı, havası büyük bir galibiyet hayaliyle kar altında sahaya çıkarken iyi ve heyecanlı bir derbi beklentisi de haliyle yüksekti. Futbol kalitesinin bu beklentinin altında kaldığı bir ilk yarı izledik. Beşiktaş’ın topla oynama oranlarına yansıyan üstünlüğü ve oyunu dikte ettirme isteği 20 dakika dolmadan kırıldı ve maçın terazisi dengelendi.
Pozisyon üretiminde iki takımın da güçlük çektiği gözlenirken, 30-35’inci dakikalar arasında bir yerde ‘güçte bir dalgalanma’ oldu, iki takım da golü kokladı. Marcao’nun vurduğu, Atiba’nın çizgiden savuşturduğu şutu, Beşiktaş’ın Larin’le değerlendiremediği net pozisyon izledi. ‘Güçte esas değişim’ ise Diagne’nin kırmızı kart görmesi ve Galatasaray’ın 10 kişi kalmasıyla yaşandı.
ÇAKIR’A ACiL FORM DiLERiM
Çok istenirse Diagne’nin kırmızı kart gördüğü pozisyonu konunun uzmanları hakkıyla tartışır ancak Cüneyt Çakır’ın genel olarak pozisyonları süzmekte güçlük çektiğine, iki takımın da kartlık bazı faullerini görmediğine/göremediğine, sahada nerede durduğunu şaşırdığına şahit olduğumuzu hatırlatayım... Kendisine acil form ve şifa dilemek lazım.
Sergen Yalçın eksilen Galatasaray’ı, Oğuzhan’ı Mensah’la, sarı kartı cebinde gezen Ghezzal’ı da N’Koudou ile değiştirerek yıpratma planını devreye soktu. Fatih Terim de bu değişikliğe Arda Turan’ı Donk ile, Belhanda’yı da Babel ile değiştirerek karşılık verdi.
Beşiktaş 10 kişi kalan rakibini baskıyı artırarak hataya zorlamak için çabaladı ve bu çaba Luyindama’ya yazılacak bir hata üstünden golü getirdi.
ETEBO FiLAN OLACAK iŞ DEĞiL!
G.Saray, ufukta zorlu deplasmanlar belirmişken zirve yarışında telafisi mümkün gözükse de ağır bir yara aldı. Bu maçın kaybedilmesini eksik kalmaya bağlamanın Galatasaray’a fayda sağlamayacağını, dün rakibini birkaç cılız pozisyon dışında zorlayamayan oyun zihniyetine dikkatle bakmak gerektiğini söylemeliyim. Kadro seçimi üzerinden eleştiri getirmeye sıcak bakmam fakat Etebo filan pek olacak iş değil; sanki zorlamamak lazım, öyle değil mi?
Cevap geldi: “Yok...”
Ardından Yozgat’a sordu: “Yozgat, kar var mı?”
Cevap yine “Yok” şeklinde geldi...
Ocak ayında Sivas’ta, Yozgat’ta kar olmaması kıyamet değilse bile felaket habercisidir.
Erzurum’da, bakın Erzurum diyorum, köylülerin ocak ayında kar duasına çıktığını okudum; daha ne olsun?
Durum malum; müthiş bir kuraklık yaşanıyor.
Antalya Çayboğazı’ndan İznik Gölü’ne, güzelliğinin kurbanı olan Salda’dan
Göbek eritme operasyonu
Topesto, göbek nahiyesinde bundan iki yıl önce başlayan yağlanma süreciyle mücadele etme kararı aldığından beri huzurumuz kalmadı.
Riko zaten yıllardır göbeğiyle barışık bir insan olduğundan ‘Karakteri eritirim, göbeği eritmem’ der bu konuda.
*
Fakat Topesto, özellikle son dönemde kafayı feci derecede bozdu göbeğiyle. Bunun için bir şey yapıyor mu peki? Hayır.
Suçu olur olmadık hadiselere yükleyip, ‘sorumsuzluk katarına’ kadrolu deve olarak katmakla yetiniyor.
‘Ne yesem yarıyor’ diyor mesela ‘Ne yeme o zaman abi, başka bir şey ye!’ diyorsun ‘Hö!’ diyor...
Bunun semtindeki pizzacılar başta olmak üzere eve servis yapan restoranlar uçuş mili dağıtsa, bizimki 6 ayda ABD’ye gidiş dönüş bilet kazanırdı; hem de business class...
*
Ara sıra tuhaf rejimler uyguluyor, biraz mesafe kat ediyor, sonra yine veriyor bünyeye karbonhidratı.
Son erime döneminde, Riko’yla karşımıza dikilip, karnını içeri çekmek ve pantolonu belinden tutup içinde hulahop çevirir gibi hareketler yapmak suretiyle ‘Bakın iki ay önce sığamıyordum ben buna’ deyince paniğe kapıldık.
Riko, paniğimizin sebebini ‘Abi, ben bu cümleyi en son annemle katıldığım bir çay/kek ambiyansında duymuştum. Yaş beş... Dikkat çekerim!’ şeklinde açıkladı.
Rejim gibi hadiselere kafamız basmayacağından, elemanı spor faaliyetlerine yöneltmeye karar verdik.
Üçümüz de eski basketbolcüyüz. Fakat bizim oynadığımız dönemde üç sayı çizgisi çekilmemişti henüz salon parkelerine...
Arada bir 10’uncu dakikasında ‘Hebe... Hübe... Top atmayın bana...’ diyerek terk ettiğimiz futbol maçlarındaki faaliyetlerimizi saymaz isek, düzenli spor yaptığımız söylenemez.
Riko, ‘En iyisi koşmak. Yorulunca dururuz...’ dedi.
‘Nerede koşturacağız bu midilliyi usta?’ dedim.
‘Belgrad Ormanı’nda koşuluyordu en son, hatırladığım kadarıyla...’
‘Orada en son 1980 model gençlik filmlerinin tanışma sahnelerini çekmek için koşuluyordu benim hatırladığım kadarıyla...’ diyen Topesto’ya, ‘Hadeuzaeşofmanınıgieeeeey!’ dedik.
*
Belgrad Ormanı’na vardığımız anda, hayatımda ilk kez arkadaşlarımdan utanabileceğimi fark ettim.
Yani diğer insanların yanında ne kadar çirkin gözüktüğümüzü anlatmama imkan yok.
Topesto’nun eşkalini tarif edeyim, yeter zaten: Arkadaş çizgi film aleminde rol arasa, fiziksel özellikleriyle sadece Ayı Yogi olarak iş bulabilir. Ayakkabıları yeni indirdiğinden (şu orasından bir şey, burasından başka bir şey pörtleyen yeni kuşak koşu ayakkabılarından) pırıl pırıl parlıyor. Bu kısmı kabul edilebilir.
Şort olarak, en son 1982 Dünya Kupası’nda Brezilya Milli Takımı’nın kullandığı modelde bir şey giymiş.
Önünde inek resmi bulunan tişörtünde nal gibi ‘Hamhumşaralop Peynirleri’ yazıyor. Markayı değiştirdim farkındaysanız.
‘Abi tişörtü nereden bulduğunu soracak cesareti toplayabildin mi?’ diye sordum Riko’ya, ‘Ben saç bandındayım oğlum’ dedi.
Hakikaten saç bandı takmış.
Saç olsa mesele değil ama, üstüne varmak istemedik. Takmış genç, öyle rahat oluyor demek ki.
*
Daha çok olimpiyat oyunlarındaki yürüme yarışlarının son 200 metresinde dili dışarıdaki atletler kıvamındaki koşumuz toplam 20 dakika ya sürmüştür, ya sürmemiştir.
Yan yana bırakılmış üç çuval şeklinde uzandığımız çimlerde ilk cümleyi Riko kurdu: ‘Topesto biraderim. Inh, hırkh... Liposuction bir alternatif olabilir mi?’
Topesto’dan yaşadığına dair belirti ‘Hösth!’ şeklinde geldi...
Biraz soluklandıktan sonra, ortak kararla görülecek ilk kendin pişir kendin ye noktasına doğru hareketlendik. Yavaşça tabii...
Ken Parker ve Dylan Dog
Strip, yeni bir çizgi roman dergisi. İçinde öyküler, çizgiler aleminden haberler ve minik çizgi romanlar var. Dergide çizgilerine yer verilen isimler arasında artık yurtdışı için de üretimde bulunan Mahmud A. Asrar ve Yıldıray Çınar gibi bizden isimler de var.
Çizgi roman seven biri olarak, bu alanda üretilen hemen her şeyi seviyorum. Strip’i de sevdim. Fakat sadece ‘Aman da ne iyi niyetli bir yaklaşım’ diye sevmedim.
Strip’in ilk sayısında, favori kahramanlarımdan Ken Parker (Alaska diye de bilinir memlekette) ve Dylan Dog’u buluşturan bir macera da var.
Sadece bu sebepten bile alınır, okunur, arşive kaldırılır, arşivlenirken sayfaların kırıştırılmaması için azami özen gösterilir vesaire.
Unutmadan, verdikleri poster de şık. Bazı dergilerden Dylan Dog, bazılarından Ken Parker posteri çıkıyor. Ken Parker’ı gazetede duvara astım bile.