Güncelleme Tarihi:
Bazılarının hayatı suya yazılmış. Mesela Pasifik Okyanusu’nun batı kıyısında, suyun üzerine kurdukları köylerde yaşayan Bajau Çingeneleri...
Onları bulmaya karar verdiğimde yol arkadaşım olması için fotoğrafçı dostum Hüseyin Alsancak’ı aradım. “Gelir misin?” dedim, “Fark etmez” dedi. Bu arada meseleye ilişkin tek tecrübesi ‘Karayip Korsanları’ olan ben, Hüseyin’e Filipinli deniz korsanları tarafından kaçırılma riskinden bahsettim ve o bildik cevabı aldım: “Bize bir şey olmaz.” İşte ‘suyun kaldırma kuvveti’ ekseninde biçimlenen gayet ıslak maceramızdan kimi notlar ve kadrajlar...
Myanmar ve Kamboçya’da su üzerinde yaşayan insanların hayatını çektikten sonra garip bir hastalığa tutuldum! Suyun üzerinde yaşanan bir hayat; yüzen evler, balıkçılar, göle ekilmiş tarlalar aklımı başımdan aldı. İstanbul’a döndükten sonra, su üzerinde yaşamın en primitif halinin hüküm sürdüğü, dünyanın en saklı köşeleriyle ilgili çalışmaya başladım. Saplantılı bir şekilde yeni rotamı arıyordum.Bajau Su Çingenelerini bu araştırmalarım sırasında buldum. İnternette son derece sınırlı bilgi ve fotoğraf olmasına rağmen, ne yapıp edip buraya gitme fikri kafamda çabucak netleşti.
Milliyetleri ve toprakları yokBajau Su Çingeneleri, yoğunluklu olarak Pasifik Okyanusu’nun batı kıyısında, suyun üzerine kurdukları köylerde yaşıyorlar. Yazılı bir tarihleri yok. Hikâyeleri nesilden nesile anlatım yoluyla geçiyor. Birkaç yüzyıl önce, ilk yaşadıkları yer olan Filipinler’den kovulup, ev olarak kullandıkları teknelerle, Malezya’ya ait bu kıyılara geliyorlar. Bir milliyetleri yok, toprakları yok! Zamanla adalardan kestikleri ağaçlarla okyanus üzerinde elverişli buldukları yerlere evlerini inşa ediyorlar. Yıllar içinde bir kısmı karaya yerleşiyor, halka karışıyor, çeşitli işler buluyor kendine. Kalanlar, sayısı 40-50 civarında olan köylerde, akıl almaz güzellikteki bir suyun üzerinde, dış dünyadan oldukça kopuk, kurallarını okyanusla birlikte belirledikleri benzersiz bir hayat yaşıyorlar. Din yok, devlet yok, eğitim yok! Hatta yaşları bile yok! Hayatlarıyla ilgili kısıtlayıcı bir zaman sayacına ihtiyaç duymamışlar. Malezyalıların dahi anlayamadığı, kendi dillerini konuşuyorlar.
Korsanlarla karşılaşma riski Hemen her gün, gündelik işlerin koşuşturmasının bittiği saatlerde, telaşlı bir hevesle bilgisayarın başına oturup, bu insanların hayatıyla, yaşadıkları yerlerle ilgili elimdeki bilgiyi artırmaya çabalıyor, bir yandan da buraya nasıl ulaşacağımı araştırıyordum. Bir akşam, okuduğum bir makaleden kara haberi aldım! Makalenin başlığı, “Artık orası bir cennet değil” diyordu! Bölgede son zamanlarda, sıkça korsan saldırıları görülmüş! Filipinli Sulu Denizi korsanları, Bajau Çingenelerinin köylerine yakın mesafede bulunan dalış noktalarından dalgıçları kaçırarak, Malezya hükümetinden yüklü miktarda fidyeler koparmış! Milyon dolarlarla ifade edilen fidye rakamları da, korsanların iştahını iyice kabartmış haliyle. Şurada ağız tadıyla iki fotoğraf çekeceğiz derken, laf anlatma riskiyle karşı karşıya olduğum kitlenin Filipinli ‘Sulu Korsanları’ oluşu, başlarda hevesimi epeyce kırdı haliyle. Sonra kişisel korsan tecrübemi gözden geçirdim. Mahalleden tanıdığım iki-üç korsan DVD’ci vardı. Bir de, ‘Karayip Korsanları 3’ filminin yarısını seyretmiştim. Ha, bir de Türk’üm. Bari, bir arkadaşımın daha başını yakayım diye düşündüm. Hüseyin Alsancak’ı aradım. 25 yıllık fotoğrafçıdır. Bajau’ları anlattım. Korsan riskinden bahsettim. Geçen ay bir Çinliyi öldürdükleri bilgisini verdim. “Gidiyorum” dedim. “İyi düşünmüşsün” dedi. “Gelir misin?” dedim. “Fark etmez” dedi. “Yalnız bak korsanlar...” diye yineledim. “Öperim korsanları, hiçbir şey olmaz” dedi. Güzel konuşuyordu, bana da mantıklı geldi.
Kısa bir hazırlık sürecinin ardından yola çıktık. İki güne yayılan uzun bir yolculuğun ardından, Semporna’ya ulaştık. Polis gün doğmadan okyanusa çıkmaya izin vermiyor, hava kararmadan karaya dönmek de, tüm teknecilerin kuralı olmuş. Korsanların gittikçe artan saldırıları, Semporna’lıların okyanustaki faaliyetlerine ciddi kısıtlamalar getirmiş. Bajau köylerinde kalmak hemen hemen imkânsız. Rehberimiz New’i, en azından bir-iki geceyi köylerden birinde geçirmek için yoklamaya kalksak da, “Sizin probleminiz nedir hocam?” bakışından sonra gerçeği kabullenip, konuyu daha fazla uzatmadık.
Uzaklardaki köyler İlk günler, karaya daha yakın olan; balıkçılığın karın doyurmaktan çok, para kazanmak amacıyla yapıldığı, evlerin biraz daha büyük ve ilk hoyrat muson rüzgârında yerle bir olmayacak dirençte inşa edildiği köyleri gezdik. Artık Bajau’ların hayatıyla ilgili teorik bilgilerimizi aşan bir fikre sahip olmuştuk. Korsan tehlikesiyle ilgili bir sıkıntıyla da karşılaşmamamız, cesaretimizi enikonu artırdı. Gördüğümüz her köyün, her evin, her ailenin, her insanın daha önceki tecrübelerimizle kıyaslanamayacak kadar farklı olması, artık hiçbir tehdidin kolay dizginleyemeyeceği bir keşif merakına yol açtı. Sanırım üçüncü günümüzdü. Karaya dönüş yolunda, Hüseyin’i, kaptana Pasifik Okyanusu’nda yol tarif etmeye çalışırken yakaladım! Yarından itibaren en uzaklardaki, karayla bağlantısı tamamen kopuk köylere gitmeye karar verdik.
Limandan ayrıldığın ilk yarım saatte; sağdaki-soldaki yerleşim yerleri, yük gemileri, dalgıç tekneleri, balıkçılar tam anlamıyla bir kopuş hissiyatı yaşamana izin vermiyor. O sabah, hiç durmadan yol aldığımız bir saati geçmişti ve epey bir zamandır uçsuz bucaksız okyanusta sudan başka bir şey göremez olmuştuk. Hüseyin’le arada sırada birbirimize, “İnşallah bizi satmaya götürmüyorlardır” bakışı atıp, hemen ardından tüm tedirginliğimizi çabucak teknenin su yoluna salarak, ilerleyişin ritmine kaptırıyorduk kendimizi. Sonunda, ‘Bintang Biru’ karşıdan göründü. Kelimenin tam anlamıyla okyanusun ortasına kurulmuş, karayla hiçbir bağlantısı olmayan, üflesen uçacaklar gibi birbiri ardına dizilmiş 25-30 kulübeden oluşan, fantastik çocuk kitaplarına yaraşır bir köy... Köye vardığımız saatte su tamamen çekilmişti. Bir buçuk saat tam gaz yol yapıp, suyun dizimizde olduğu bir harikalar diyarına ulaşmıştık!
Leğenlerin içinde çocuklarÇocukların hemen hepsi suda. Evlerin alt kısımlarına, taşıyıcı kazıkların arasına kurulmuş ipten salıncaklarda sallanıp sallanıp, kahkahalarla okyanusa atlıyor, oynayacak bir şeyler topluyor, sebepsiz yere koşturuyor, çocuk olmanın hakkını veriyor. Yaşça daha küçük olanları, ilk okyanus araçları olan leğenlerinin içinde, hayatı keşfettikleri meraklı bir gezintiye çıkmış. Oyuncakları denizyıldızları, kestaneler, yengeçler... Kadınların bir bölümü taraçalarda; gerdikleri iplere, uluslararası bir konferansın katılımcı bayrakları gibi dizdikleri rengârenk çamaşırların altında toplanmış, çene çalıyor... Sudakiler teknelerin temizliği, bakımı, onarımı uğraşında, usul usul, oynaşa oynaşa... Geri kalanları çoluk çocuğun peşinde... Erkeklerin bir kısmı balıkta, köyde olanlar genelde ev içlerinde, serin kuytularda, yatışta...
Omadal: Nispeten en derlitoplu, hava şartlarına en dirençli evlerin kurulu olduğu Bajau köyü. Çocuklar oyunda...
Yüzecek yaşa gelmemiş küçük çocukların ilk okyanus araçları tencereler ve leğenler...
Son derece karakteristik yüz hatlarına sahip küçük bir Bajau kızı.
Suyun çekildiği saatler; Mars gezegenini andıran bir Bajau köyü... Teknesini hem balıkçılık hem yaşamak için kullanan bir Bajau kadını...
Bajau köylerinde evler arasındaki ulaşım ve gündelik işlerde kullanılan eşyaların taşınması küçük ahşap kanolarla sağlanıyor.
Bajau kızları, güneşten korunmak için yüzlerine bitki özlerinden yaptıkları bir karışım sürüyorlar.
Gem vurulmamış özgürlük hissiyatıTekneyle köyün etrafında attığımız turlardan ve sonrasında suya inip sağı solu keşfetmeye çalıştığım şaşkın koşuşturmamdan aklımda kalan temel şeyin; köyün dört bir tarafından yükselen mutlu insan sesleri ve gem vurulmamış bir özgürlük hissiyatı olduğunu düşünüyorum şimdi... Hep beraber tembellik yapılan bir gölgelikte soluklanmak çok iyi geliyor insana... Bizim hayatımız neye hizmet ettiğimizin giderek flulaştığı, çalıştıkça yoksullaştığımız, elde ettikçe hep daha fazlasını istediğimiz ve dönüştüğümüz makineden kuşku duymamızı bile engelleyen, acımasız bir işleyişe sahip. Başkaları tarafından biçimlendirilmiş bir mutluluğu yakalamak için her yolu meşru gören, kimseye inanmayan, yalnızlaşmış, yabancılaşmış insanlar olarak, her yeni güne beynimizi, ruhumuzu kemiren yeni sıkıntılarla uyanıyoruz. Hâlâ tam olarak sistemin etkisi altına girmemiş, dünyanın kıyısında köşesinde kalmış bu tarz yerlerin bozulmamış insanıyla vakit geçirmek; hissizleşen, kalınlaşan, dönüşen ruhuyla yüzleşmesini sağlıyor insanın...
Yağmur yağdığında mutlu olan, karnı doyduğunda mutlu olan, sığınacak bir kulübesi varsa mutlu olan bu insanlar bizim çağdaşımız. El değmemiş halimiz. Okyanusun ortasında unutulmuş bu insanların barış ve huzur içindeki yaşamından yansıyan bu fotoğraflar başka bir gezegende çekilmedi. İçimizde kopan fırtınaların bir anlığına da olsa dinmesine, her yanımızı yara bere içinde bırakan prangalarımızdan, pazartesi mesai başlangıcına kadar kurtulabilmeye yarasalar ne âlâ... Eşitsizlikle, acımasızlıkla, bencillikle dolu dünyamızın karşısına, insanın özüne yakışan değerlerden oluşan özgür bir dünya hayali koymak, kısa bir süreliğine de olsa rahatlatır insanı. Ciğerlerine oksijen doldurur. “Maddi anlamda hemen hiçbir şeye sahip olmayan bu insanlar nasıl oluyor da benden daha mutlular?” sorusunu sormak bile, ruhumuza sızacak hayırlı bir şüpheye kapı aralayacak. İtirazsız kabul edilenin karşısına dikilen her yeni soru, içten içe özlemini duyduğumuz hayata bir adım daha yaklaştıracak bizi.
‘Water World - Su Dünyası’, Hasan Cem Araptarlı, İlke Kitap, 110 TL