Ağır ağır gelenleri vardır; birden, ansızın gelenleri; yaz yağmuru gibi, sağanak şeklinde peş peşe gelenleri vardır.
Somut acılar, keskin sancılar vardır, acı çekersin; ilaçlarla dindirmeye çalışırsın.
Soyut acılar vardır; çok sevdiğin, en sevdiğin yakınının, dostunun ölüm haberi gelir birden. Sarsılırsın.
Her şey olağan akışında giderken, birden kararır dünyan; anlamsız, boş, hatta eziyete dönüşür yaşamak.
Hepsi ateştir, “düştüğü yeri yakar”.
*
İnsanoğlu dayanıklıdır, zaman da ilacıdır acıların.
Üç beş ay yurt dışına çıktığınız ve kendi ortamınızdan uzaklaştığınız zaman, hayatın olağan akışından uzaklaştığını, birçok şeyin değiştiğini sanıyorsunuz.
Aynı kentte birlikte yaşarken bazen aylarca görüşemediğiniz kişileri de özlüyor, merak ediyorsunuz.
Ülkenizden, yaşadığınız kentten uzak olmak daha duyarlı, daha duygusal hale getiriyor sizi.
* * *
İki günlüğüne gelince de, çok az kişiyi görebiliyorsunuz koşuşturmaca içinde.
* * *
Bu kez öyle olmadı, hemen hemen herkesi görme şansını yakaladım.
Ekonomik, sosyal ve yaşam standartları açısından gelişmiş toplumlarla, gelişmemiş toplumların eğitimleri arasındaki farklarla ilgili birkaç başlık daha açılabilir.
*
* Gelişmiş toplumlarda aile eğitimin önemli bir parçasıdır. Öğretmenler, çocuğu tanıdığı gibi, ailesini de yakından tanır, bilir, önemser. Çocuğun ailesiyle diyalog kapısını sürekli açık tutar.
* Gelişmemiş toplumlarda aile, çocukla ilgili sadece önemli bir sorun olduğunda okula davet edilir. Çoğu kez, “Çocuğunuzun terbiyesini verin.” biçiminde bir yaklaşım sergilenir.
Aile okula gelmekten, mahcup edilmekten çekinir.
*
* Gelişmiş toplumlarda birçok hiyerarşik silsile yoktur. Hem sorumlu hem de yetkililer vardır.
Bu yazıyı, yurt dışındaki gözlemlerimi, izlenimlerimi de katarak yazıyorum.
*
* Gelişmiş ülkelerde tatil başlar başlamaz uygulayıcılar, uygulamalar ve sonuçları üzerine uzun değerlendirmeler yaparlar; strateji, politika geliştirmesi gereken yerlere gönderirler.
Değerlendirenler de bu raporlardan anlarlar, bir sonuç çıkarma deneyim ve yeteneğine sahiptirler.
Ayrıca, sadece bu konuya odaklanmış, sadece bu konuyla ilgilenmektedirler.
Mensubu oldukları toplumun geleceğini tasarladıklarının bilincindedirler.
Böyle olunca da, eğitim durmadan kendini yeniler, geliştirir.
“Bugün de kalsın bakalım.” diyerek ertelemeyi seçtiklerimiz de vardır.
Kim bilir hangi labirentin kıvrımlarından, hangi fırsatlardan, hangi olumsuz sonuçlardan uzaklaşıyoruz ertelemeyi seçerek.
Ertelediğimiz şeye bağlı.
*
Farkında değiliz, sabahtan akşama kadar, bir ömür durmadan seçim yapıyoruz.
* Kahvaltıda atıştıracağımız şeyleri seçiyoruz.
* Sürekli olarak yüzümüze konduracağımız maskemizi seçiyoruz.
Meslek dersleri öğretmeniydi. Kur’an-ı Kerim, Arapça gibi derslerimize giriyordu.
Duygulu, hüzünlü, içli birisiydi Mustafa Koyuncu.
Bir aşk insanıydı. Gönül insanıydı. Karac’oğlan gibi bir adamdı.
Edebiyatı, sanatı, şiiri önemser; derslerinde zaman zaman Karac’oğlan’dan şiirler okurdu. Karac’oğlan’ı anlayan, Karac’oğlan’ın duygularına, iç dünyasına yaklaşan bir insandı.
Önce hocamızdı, sonra aynı zamanda dostumuz olmuştu Mustafa Koyuncu.
Uzun yıllar Kahramanmaraş’taki liselerde müdürlük yaptı.
Biz Ankara’ya geldikten sonra da, irtibatımız hiç kesilmedi.
Genel yayın yönetmenliğini yaptığı Hece Dergisi’nin haziran ayında “Günlük Özel Sayısı” çıkaracağını söyledi ve bu özel yayına benim de yazı göndermemi istedi.
Hece Dergisi’nin on sekiz yıl boyunca genel yayın yönetmenliğini yürüten Hüseyin Su’nun geçen yıl bu görevden ayrılışından sonra, dergi usta yazar Rasim Özdenören koordinasyonunda yoluna devam ediyor.
*
Hece Dergisi, 1997’den beri yayımlanıyor.
Bugüne kadar Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Sezai Karakoç, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Muhammed İkbâl, Cemil Meriç, Yahya Kemal Beyatlı gibi önemli şair ve yazarlara ilişkin özel sayılar çıkardı.
Bunun nedeni nedir bilmiyorum. Kentin doğal yapısı mıdır; kentin tarihi midir; kentte yaşayanların biriktirdiği toplam kültürel, duygusal değerler; o kentte yetişen, o kente anlam katan yazarlar, şairler, sanatçılar mıdır; onu da bilmiyorum.
*
Bildiğim bazı kentler şiirseldir, şiir yakışır bazı kentlere. Bazıları da vardır, şiirle, duyguyla, coşkuyla birlikte düşünemezsiniz o kenti.
Ülkemizdeki kentler için de, başka ülkelerin kentleri için de böyledir bu.
Petersburg’un çağrışımı ile Moskova’nınki aynı değildir.
Hayata İslamcı bir bakışla bakan, yazılar yazan, bunun mücadelesini veren bir kişinin bu sorusu karşısında irkilir, ilk şoku yaşardı bu genç insanlar.
Büyük bir tereddüt, şaşkınlık ve mahcubiyetle başını eğerek “Yok abi” diyenler de olurdu, “Hayır efendim, hiç âşık olmadım.” diyenler de; sanki âşık olmak ayıpmış da, kendisini sınıyorlarmış gibi, “Hayır efendim, estağfurullah” diyenler bile olurdu.
Nuri Pakdil ise kararlı, keskin bir şekilde “Öyleyse git, âşık olunca gel” diye cevap verir ve bir daha da konuşmazdı.
Heyecan ve tedirginlikle karışık duygularla ve idealleri uğruna, uzun bir otobüs yolculuğundan sonra buraya ulaşmış bu gençler, yönetimevinde saatlerce otursalar bile, Nuri Pakdil tek kelime etmeden, öylece dururdu.
*
Derginin yönetimevinden çaresizce ayrılan insanlar, bu tabloyu çevrelerine heyecanla anlatır, uzun uzun yorumlar yaparlardı.
*
Bu yaşananları duyanlar yönetimevine geldiklerinde ise karşılaştıkları “Hiç âşık oldun mu?” sorusuna, hemen, “Oldum efendim” diye karşılık verince, ikinci şok soruyla karşılaşırlardı: “Nerene kadar âşık oldun?”
* Çünkü hayatları zindan olmuş, hiçbir şeyden keyif alamaz olmuşlardır.
* Çünkü çoluğuna çocuğuna, ailesine harcayacağı enerjiyi anlamsız, sonuçsuz, boş bir iş için harcamaktadırlar.
* Çünkü bu kişilerin işlerinde de verimli, üretken, başarılı olmaları mümkün değildir.
* Çünkü hayat ırmağı nazlı nazlı, tatlı tatlı akarken bu kişiler ırmağın kenarında, çamurlar içinde, kendi kendilerine debelenmekte; ırmağın berrak sularını da bulandırmaktadırlar. Başkalarının da huzurunu kaçırmaktadırlar.
* Çünkü bağışlayıcılığın erdemini, yüce gönüllülüğün hazzını, huzurunu yaşayamayacaklardır.
* Çünkü koca dünyada yapayalnızdırlar.
* Çünkü bir hedefleri, geleceğe ilişkin bir planları yoktur.
Bazen bir gün içinde gelişen gündem başlıkları, başka bir ülkede belki bir yıl, belki birkaç yılda ancak gelişebilir.
*
Toplumun önemli bir kısmını, geleceğimizi hiç ilgilendirmeyen bir konu bazen günlerce güncelliğini korurken, aslında herkesi ilgilendiren bir başka konu gündeme girmeyi bile başaramıyor.
Konuşulan, tartışılan başlıkların çoğu kısa bir süre sonra hiç kimsenin hatırlamayacağı türden.
Çok kısa süre önce hararetle tartışılan konuları, bugün hatırlamıyoruz bile.
*
Geçtiğimiz günlerde TÜİK önemli bir istatistiki bilgi açıkladı. Özeti bir cümleydi: “Ülkemizde, evlenmelerde önemli bir değişim gözlenmezken, boşanmalar yüzde 4,5 arttı.”
Bizim medeniyetimizde, “sağ elin verdiğini, sol elin bilmemesi”, görmemesi gerekiyordu.
Bizim medeniyetimizde, yardım, gecenin karanlığında, özel yerlerdeki kutucuklara bırakılır; ihtiyaç sahipleri de, gecenin ıssızlığında, ihtiyacı kadarını alırdı.
Bizim medeniyetimizde, zenginlerin varlıklarında yoksulların da hakları vardı.
Bizim medeniyetimizde esnaf müşteriyi, siftah yapmamış komşu esnafa yönlendirirdi.
Bizim medeniyetimizde, insan onuru korunurdu.
Bizim medeniyetimizde, her insan çok kıymetliydi, şerefliydi.
Bizim medeniyetimizde, kimsenin kimseye üstünlüğü yoktu.
Bu haber, yorum ve yazıların eleştiri sınırlarını aşan, toptancı, yapılanları yok sayıcı, mevcut yöneticileri yıpratıcı nitelikte olduğuna da sık sık tanık oluruz.
Öte yandan bu yazı ve haberlerin çoğu da atamalarla ilgilidir.
Eğitimin özüne ilişkin, öğrenci davranışlarını belirlemeye, çocuğun ruh dünyasını onarmaya, karakter eğitimine ilişkin haber, yorum ve analiz yok gibidir.
Belki yapıcı, yol gösterici öneriler getiren yazılar da çıkıyor kıyıda köşede ama onlar da bu gürültü arasında kaybolup gidiyor.
* * *
Ev tutmak, eşya almak, yerleştirmek; elektrik, telefon, televizyon gibi temel ihtiyaçların işlemleri burada son derece yorucu. Bürokrasi, kâğıt, yazışma, imza, fotokopi o kadar çok ki, sadece elektrik işlemleri için kocaman bir dosyam oldu.
Burada, anlatıldığı gibi basit, güvene dayalı, çabucak oluveren bir anlayış yok. Tam tersine, herkes, her kurum hiçbir surette insana güvenmeyen, kendini sağlama alma refleksiyle hareket eden bir yapıya sahip.
Hayat yavaş yaşanıyor burada.
Sanki her şey ağır çekimde ilerliyor.
Bunun getirdiği olumlu durumlar da var. Bizdeki gibi bir telaş, koşturmaca, kan ter içinde, “şuna da yetişeyim, bunu da bitirmeliyim, bugün mutlaka yapmalıyım” diye bir hayat söz konusu değil.
Sakin, derin bir sükûnetle ilerliyor hayat.
Her şey yavaş yürüyor.
Günü kurtarmak, yapılması gerekenleri yapmamak, söylenmesi gerekenleri söylememektir. Başkalarının hoşuna gidecek şeyleri gerçekler olarak görmeye başlamaktır.
Günü kurtarmak, basit, sığ, küçücük bir davranıştır.
Günü kurtarmak, bir biçimde elde edilmiş imkânı, kişiliğinin tamamlayıcısı, kişiliğinin parçası olarak görmektir.
Günü kurtarmak, yeteneğine, birikimine, iradesine güvenememektir.
Günü kurtarmak, ille de birilerine yaslanma ihtiyacıdır.
Günü kurtarmak, “elimdekini kaybedersem, ben ne yaparım” telaşı ile yaşamaktır.
Günü kurtarmak, işine değil de, memnun edilmesi gerektiğini düşündüklerinin isteklerine odaklanmaktır.
Sahibi Mehmet Ali Zengin’di.
İşte bu gazetenin sanat eki olarak İkindi Yazıları dergisini çıkarmaya başlamıştık.
Seksenli yıllardaydık. On iki eylül darbesinin üzerinden üç-dört yıl geçmişti.
İnsanların yüreklerindeki korku yerinde duruyordu daha.
Kendi adımızla bir gazetede yazı yazmak, hele bir memur için, neredeyse imkânsızdı.
Bu nedenle de İkindi Yazıları adlı sanat dergisini, uzunca bir süre H. İsmail Yasin takma adıyla yönetmiştim. M. Emre, Halil Yakup da takma adlarımdandı.
* * *
Sonra Ankara’ya geldik.
Kurmay Albay Baki Kaya can dostumdur, ailemizdendir.
Hem iyi bir asker, hem de iyi bir kültür, sanat ve düşünce insanı olan Baki Kaya, aynı zamanda rekor sayılacak kadar fazla sayıda kitap okuyan, okuduklarını özümseyen, yorumlayan bir entelektüeldir.
Sağlık nedeniyle kısa bir süre önce emekli olmak zorunda kalınca, okuma oranını daha da artırdı.
Okuduğum kitapların önemli bir kısmını Baki Kaya’nın önerisiyle okumuşumdur.
Yayınlanan binlerce kitaptan hangisine öncelik vereceğimizi, hangilerini seçeceğimizi; bu kitapları okuyan, tanıyan, izleyen bir “kılavuz” vasıtasıyla belirleyebiliriz. Tarzımızı, duyarlılıklarımızı, eğilimlerimizi; hatta üzüntülerimizi, sevinçlerimizi bilen, hisseden birisi kitap seçimi konusunda bize yardımcı olabilir ancak.
Aslında herkesin bir Baki Kaya’sı olmalıdır.
Bunun adına ne denir, bilmiyorum. “Kitap Okutma Rehberi” ya da “Okuma Koçu” gibi.
*
O nedenle hepimiz korkarız sürgün olmaktan.
Yeni, tanımadığımız bir çevreye girmek, herkesin bakışlarına muhatap olmak; ev bulmak, taşınmak, yığınla sıkıntıyı göğüslemek elbette kolay değildir; ürkütücüdür, sancılıdır.
*
Sürgün kavramına bir de başka pencerelerden bakmalıyız.
Sürgünler gelir geçer, önemli değildir. Bazen daha da iyi olabilir; beklemediği, düşünmediği, hesaplamadığı kapılar açılabilir insana.
Cep telefonumuzu bir yerlerde unuttuğumuz zaman panikliyor, bir uzvumuzu kaybetmişiz gibi, bu dünyada yapayalnız kalmışız gibi bir duyguya kapılıyoruz.
İçimiz huzursuzlukla doluyor.
Sanki dünya kuruldu kurulalı cep telefonuyla yaşıyormuşuz gibi geliyor bize.
* * *
Bir de televizyon.
Pasi Sahlberg’in, Türkiye Özel Okullar Birliğinin Antalya’da düzenlediği sempozyumda yaptığı konuşmayı, Hürriyet’in eğitim editörü Nuran Çakmakçı, dünkü yazısında oldukça güzel özetlemiş.
Konuşmayı, Nuran Çakmakçı’nın yazısından okudum.
Anladığım kadarıyla Pasi Sahlberg konuşmasında, Finlandiya eğitiminin başarısını, bu başarıyı sağlayan etkenleri anlattıktan sonra, bizim için de birtakım önerilerde bulunmuş.
*
Pasi Sahlberg’in önerilerine elbette bir şey demiyoruz.
Bazen dışarıdan bakanlar da farklı şeyler görebilir, katkı sağlayabilirler.
*
Fatih projesi
Ülkemiz, her alanda büyüyor, gelişiyor, dışa açılıyor.
Belki buna, kendi gücünün farkına varıyor demek daha doğru olur.
‘Ben bu ülkeden nasıl faydalanırım’ yerine; ‘ben ülkeme nasıl katkı yapabilirim’ anlayışı yaygınlaştıkça, gelişmemiz, kalkınmamız hızlanacaktır.
Geldiğimiz noktayı, yurt dışından daha iyi görmemiz mümkün.
Brüksel’de, döviz bürosunun önünden geçerken, beş-on güçlü para birimi arasında YTL’yi gördüğümde, yaşadığım mutluluğu anlatamam.
Daha, kısa süre öncesine kadar, AB ülkelerine giderken, kendi paramızı dövize çevirmek durumundaydık; oralarda karşılığı yoktu.
Birkaç gün önce, AB üyesi bir ülkenin eğitim heyeti geldi.
Yaptıklarımızı anlattım.
Sadece Ankara’da, bu yıl 4500 derslik planladığımızı söyledim.
Hayran hayran dinlediler; “Siz kriz kelimesini bilir misiniz?” dediler.
“Yıllar önce sık sık karşılaşıyorduk, şimdi unuttuk.” dedim.
Sicilya’ya eğitim ziyaretinde bulunduğumuzda da, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinin, üst düzey eğitimcileri geldi diye, kırmızı halı sererek ve tüm yetkililer sıraya geçerek karşıladılar.
Sicilya Güzel Sanatlar Fakültesi’nin verdiği caz konserine, herkesi ayağa kalkmaya davet ederek, İstiklâl Marşımızı okuyarak başladılar.
Anekdot çok. Uzatmayalım.
Değer görmenin, onurlu bir konumda tutulmanın bir bedeli var: çalışmak.
Kişisel yararlarından önce; ülkenin geleceği için çaba harcamak.
FATİH PROJESİ, ‘MİLLÎ’ BİR HAMLE
Bütün bunlar, elbette durup dururken olmuyor.
Her alanda olduğu gibi, eğitimde de dev adımlar atılıyor.
Bu adımlardan bazıları, kendimize özgü, büyük ölçekli ve dünyada benzeri olmayan adımlar.
FATİH Projesi de bunlardan biri.
Bilindiği gibi, FATİH Projesi geçen yıl, Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımlarıyla, Sabahattin Zaim Anadolu Öğretmen Lisesi’nde başlatılmıştı.
Eğitimciler olarak, o gün çok heyecanlıydık.
Bu heyecanlı günde, Başbakanımız şöyle diyordu:
“Bugün burada, millî eğitim adına gerçekten tarihî bir anı yaşıyoruz. FATİH Projesi ile eğitim ve öğretimin metodunu ve çehresini köklü bir şekilde değiştiriyor, modernleştiriyor, yaşadığımız çağın gereklerini ve imkânlarını, artık sınıflara taşıyoruz. FATİH Projesi ile eğitimin anlamı değişiyor. FATİH Projesi ile okulun, sınıfın, kara tahtanın, öğretmenin ve öğrencinin işlevleri, eğitimdeki konumları çok köklü şekilde değişiyor. Bugün burada, sadece Türk millî eğitim sisteminde değil, küresel ölçekte yeni bir dönemi başlatıyor, bir çığır açıyoruz. Zira şu anda tüm dünyanın gözleri Türkiye’mizin üzerinde. Şu anda dünyanın birçok ülkesi, FATİH Projesini çok yakından takip ediyor. Türkiye’de bugün başlatılan FATİH Projesi, dünyada örnek olarak gösteriliyor, örnek alınıyor. Şunu hiç abartmadan ifade etmek istiyorum: Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethederek, karanlık bir çağa, Orta Çağ’a son vermiş, Yeni Çağ’ı, yeni bir çağı başlatmıştı. İşte biz de bugün FATİH Projesi ile sadece eğitim sisteminde değil, eğitimin etkilediği her alanda bir çağı kapatıyor, yeni bir çağı, bilgi çağını, bilgi teknolojileri çağını hep birlikte buradan açıyoruz.”
EĞİTİMDE PARADİGMALAR DEĞİŞİYOR
Kara tahta tarihe karıştı. Diğer enstrümanlar da tarihe karışıyor.
Sınıflarımıza, yüksek hızlı internet bağlantısı, etkileşimli tahta; her okula, çok fonksiyonlu yazıcı ve doküman kamera geliyor. Her öğrenci ve öğretmene tablet bilgisayar verilmesi hedefleniyor.
Ankara Millî Eğitim’de, sadece FATİH Projesine bakan ve bu işi kendisine ‘dert’ edinmiş arkadaşlarımızdan oluşan bir birim oluşturuldu.
16 pilot okulumuzun tüm kurulum ve donanımları tamamlandı.
162 okulumuz etkileşimli tahtaya kavuştu. Bu okullarımızda, Haziran sonuna kadar ağ kurulum çalışmalara tamamlanacak.
Elbette, dersliklere kurulan bu sistemlerin kullanılması da ayrı bir eğitim, ayrı bir vizyon istiyor.
Bu süre içinde 5380 öğretmenimiz, teknoloji kullanım kursuna alınmış; diğerlerinin eğitimi de sürmektedir.
FATİH Projesi, ne sınıflara internetin girmesi, ne televizyon ekranından eğitim verilmesidir.
Bakanlığımızca yüklenen program ve görseller sayesinde; bir tek dokunuşla, bilginin, materyalin, ulaşılması gereken her şeyin, öğrencinin önüne gelmesidir.
FATİH Projesi, dünyanın küçülmesi, çocuklarımızın büyümesidir.
FATİH Projesi, eğitimde, ülkemizde yeni bir dönem başlaması; iddialı, büyük bir ülkenin evlatları olarak, liderlik duygularının ortaya çıkmasıdır.
Ülkemizin Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan vizyonu ortaya koydu; eski bakanımız Sayın Ömer Dinçer bu vizyonu sürdürdü.
Yeni Milli Eğitim Bakanımız Sayın Nabi Avcı da aynı heyecan ve bilinçle bu vizyona sahip çıkıyor ve FATİH Projesi hızla yoluna devam ediyor.
Önemli olan, tüm eğitimcileri bu vizyona ortak ve bu vizyonun bir parçası haline getirmektir.
Ortak çabamız budur.
Son cümle ise; önemli olan, kişisel olarak bir şeylere sahip olmak değil; güçlü, saygın bir ülkenin bireyi olmaktır.