Fatih Altaylı: Doğal değil, suni felaket

Fatih ALTAYLI
Haberin Devamı

Tüpraş yangını akıl almaz bir ihmalkárlığın ve salaklığın eseridir.

Umarım o ihmalkárlık kadar büyük bir zarara neden olmaz.

Depremin hemen ardından başlayan yangın çok da büyük, başedilemeyecek düzeyde bir yangın değildi.

Ancak ben ve Özay Şendir, Radyo D'de deprem özel yayınını başlattığımız 04.00'ten itibaren en önemli nokta olarak bu yangının üzerinde durmaya çalıştık.

Çünkü bu yangının büyümesi halinde ciddi bir felakete yol açacağını biliyorduk. Ne yazık ki, ilgililer ve sorumlu olması gerekenler aynı hassasiyeti göstermediler.

Ve bu yangın giderek büyüdü.

Cılız bir ateşken, yakındaki tanklara sıçrayarak dev bir sorun haline geldi.

Şimdi maddi ve manevi bir büyük tehdit.

Kendisi ve çevresindeki tesislerle birlikte yaklaşık 10 milyar dolarlık bir yatırım değeri var.

Hadi diyelim ki, Türkiye büyük devlettir o yatırımı yeniden yerine koyar.

Ya yaratacağı ekolojik felaket.

Ya patlamasıyla birlikte çevredeki yaşama vereceği zarar.

Ya bu zararın kalıcılığı.

Ya yakınındaki amonyak tanklarının da patlamasıyla çevreye yayılması olası amonyak buharı. TÜPRAŞ patlarsa Körfez'de insan, hayvan veya bitki yaşam kalır mı acaba?

Hemen karşısındaki Donanmamız ne olur?

Bu soruların yanıtlarını alabileceğimiz bir sorumluluk yok karşımızda.

Tam aksine dev bir sorumsuzluk.

Kaçarak yangın söndürülmez

TÜPRAŞ yangını saatlerce hiç ama hiç önemsenmedi. Önceki gün akşamüstü yazımı yazarken bu konuya değinmek istiyordum.

Arkadaşlarıma ilgililerden iletilen bilgi yangının sönmek üzere olduğu şeklinde olunca bir oh çekip yazmadım bile.

Oysa durum böyle değilmiş. Gece geç saatlerde öğrendim.

Bu yangın bir doğal felaket değildir. Türkiye'de kent yönetimlerini salaklara bırakmanın faturasıdır.

Çünkü önceki gün bu konu hiç önemsenmemiş ve akşama doğru panik başlamıştır.

Konunun uzmanlarının görüşleri ancak akşamüstü alınmış, bununla ilgili kriz masası yangının başlamasından 13 saat sonra kurulmuştur.

Konuyla ilgilenen Kocaeli Vali Yardımcısı, ‘‘Bir İsrail uçağı bekliyor. Gerek olursa yardımcı olacak’’ diye abuk sabuk bir açıklama yapmıştır.

Bütün bölgeyi tehdit eden bir yangında ‘‘Gerek duyulma’’ noktası acaba nedir?

Uzmanlar, ‘‘Bölge boşaltılsın ama hesaplanmış riskler alınmadan bu yangın sönmez. Hesaplanmış riskler arasında görevlilerin soğutma çalışması yapması da vardır’’ derken, yangını başıboş kendi haline bırakıp bölgeden kaçmak neyin nesidir?

Hele hele TÜPRAŞ eski Genel Müdürü Hasan Göker'in sözleri.

Göker tesiste 12 atmosfer basınç taşıyan tazyikli su şebekesi, su ve köpük toplarıyla birlikte köpük jeneratörü de olduğunu söylüyor. Ancak bunlar şu anda kullanılmıyor. Çünkü tesis boşatıldı ve terk edildi.

Çernobil'de öleceğini bile bile santralı kapatmaya giden ekipler, TÜPRAŞ'ta ise ortada tehlike yokken tesisi boşaltanlar.

Oysa Göker soğutma yapılması durumunda patlama olmayacağını, yanan petrolün patlamasının söz konusu olmadığını, tam aksine diğer tanklarda soğutma yapılmaması halinde bu tankların patlayacağını söylüyor.

Yangın uzmanı Profesör Abdurrahman Kılıç da ilk yapılması gereken işlemin soğutma olduğu ve bu yangını söndürecek alet edavatın Türkiye'de bulunduğunu belirtiyor.

Asıl mücadele karadan yapılmalı. Çünkü yüksek ısı nedeniyle kimyasal maddeler ve köpük bir işe yaramıyor.

İlk iş soğutma. Soğutma için gereken malzemeler TÜPRAŞ'ta mevcut ama tesis boşaltılınca kullanılması mümkün değil.

Bildiğimiz şu ki, kendi haline bırakılırsa bu yangın sönmez. En iyi olasılıkla aylarca sürer, en kötü olasılıkla çevredeki tesisleri, kentleri ve hatta Donanmamız'ı da içine alarak yok olur.

Refleks

TÜRKİYE'de sorunların temel nedeni depremi takip eden saatlerde ortaya çıktı. Türkiye'de devletin en önemli sorunu refleks eksikliği.

Yani durumun gerektirdiği tepkiyi gösteremiyor.

Türkiye'yi bir insan gibi görürseniz, mesela sıcak sobaya elini değdiriyor. Elinin yandığını 10 saniye sonra anlıyor, elini çekerse elinin acımayacağını 5, elini çekmeyi ise 15 dakika sonra akıl ediyor. Ya da üstüne gelen bir kamyonu görüyor. Gördüğünün bir kamyon olduğu 1, kamyonun kendisine çarpmak üzere olduğunu 3, kaçarsa kamyonun kendisine çarpmayacağını 5, kaçması gerektiğini ise 10 dakika sonra idrak edebiliyor.

Tabii daha ilk evrede kamyon çarptığı için hareket edemiyor.

Deprem olduktan sonra devletin lafı bırakıp harekete geçmeye başladığı süreye bakarsanız ne kadar haklı olduğumu anlarsınız.

Sorumsuz televizyon habercileri

TÜPRAŞ'ta devam etmekte olan yangın (umarım sönmüş, en azından siz bu satırları okurken daha büyük bir felakete dönüşmemiştir) televizyon habercilerinden nefret etmeme neden oldu.

TÜPRAŞ'taki yangını merak ve endişeyle takip etmeye çalıştığım saatlerde haliyle bir yandan da televizyonlardaki görüntüleri izliyorum.

Allahım, tam bir rezalet ve sorumsuzluk örneği.

En ilkeli ve en sorumlu yayıncı kanallarda bile keşmekeş. Yangın görüntüleri her birinde farklı. Birinde her yer alevler ve dumanlar içinde, bir diğerinde cılız bir ateş var. Biri sönmek üzere, biri alev alev yanıyor.

Bir kanala bakıyor ‘‘İşte sönüyor’’ diye seviniyorsunuz, bir diğerini açınca ‘‘Eyvah birazdan TÜPRAŞ ve çevresi tarih olacak’’ diye endişeleniyorsunuz.

Bu saçmalığın tek nedeni ise sorumsuz yayıncılık abidesi haline gelen Türk televizyonları.

Daha doğrusu televizyon habercisi denilen ama aslında habercilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan zevat.

Çünkü sorumlu yayıncılık görüntünün üzerine o görüntünün kaydedildiği saati ve günü yazmayı gerektirir.

Durum hangi anı gösteriyor kardeşim?

Dünü mü, bugünü mü? Yoksa üç yıl önceyi mi?

Belli değil.

TÜPRAŞ ya, yangın ya yeter. Zaman önemli değil.

Yuh!

Bu kadar mı sorumsuzluk olur.

Bunlar da haberci.

Cakalarından yanına yaklaşılmaz. Koca koca televizyonların en önemli saatlerini işgal ederler.

Ama yaptıkları tek iş sorumsuz habercilik.

Emin olun bunlar arasında TÜPRAŞ patlasa da ilk görüntüyü yayınlayıp reyting rekoru kırsak diye dua edenler de vardır.

Yuh olsun bize

YIKILAN binalarla ilgili sürekli olarak devlet suçlanıyor.

Katılmıyorum.

Hele hele suçlayanlara bakınca hiç katılmıyorum.

Mesela mimar ve mühandis odaları devleti suçluyorlar. Oysa o binaları yapanlar mimarlar ve mühendisler. Hadi diyelim ki, o mimar ve mühendislerin çizimlerine ve projelerine sadık kalınmadı. Peki o binalarda resmi denetim görevini yapanlar da aynı meslek grubundan değil mi?

Sorarım mimar ve mühendis odalarına, bu nedenle kaç üyenizi odadan attınız?

Meslek icra etmesini engellediniz?

Bildirin, sayı verin, yazayım.

Eminim ki, o binalardan kimilerini yapan müteahhitler bile şimdi devlete sövüyordur.

Yahu sivil toplum diye bir şey var.

Niye her şey devletten.

Kabahat devlette değil ki, o devletin unsurlarının en önemlisi olan millette.

Kaçak binada otururken gocunmayız. İlk fırsatta duvarımızı iki metre öteye taşımayı marifet biliriz.

Evde dekorasyon yapma uğruna taşıyıcı duvarı yıkarız.

Mimarından mühendisine, ustasından kalfasına, kontrol mühendisinden müteahhidine, işi verenden, işi veren adına işi kontrol edenine kadar hepimiz işimizi savsaklarız. Sonra felaket gelince, ‘‘Yuh olsun devlete’’.

Biz eşeksek devlet ne yapsın.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Aklımızın başımıza gelmesi için ille de sallanması gerekmediği zaman.



Yazarın Tüm Yazıları