GeriSeyahat Elmas işçileri ve hayatın pırlantaları
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Elmas işçileri ve hayatın pırlantaları

Elmas işçileri ve hayatın pırlantaları

Hiç elmas avcısı gördünüz mü? Elmas avcısı diyorum, çünkü doğada nadir bulunan her şeyi ancak avlayarak ele geçiriyoruz. Elmas avcıları da kainatın en nadir bulunan bilmem kaç kıratlık taşlarını bulmak üzere programlanmış iskeletor robotlar gibidir benim gözümde. Dizlerine ve bellerine kadar gömüldükleri çamur yığınlarında yaşar elmas avcıları. Ya da toz ve taş yığınları arasında.

Bir deri bir kemik bedenleri içerisinde işleyen tek organları olan beyinlerindeki elmas dedektörleri sayesinde sürdürürler hayatlarını. Bedenlerinde işleyen tek organ olan beyinleri, elmasın büyüsü ile zamanla elmas dedektörü haline gelmiştir. Zira, elmas avcılarının gözleri, çamur yığınları arasındaki elmas parıltılarından başka bir şey görmez.

 

Akşamın bir vakti yorgun argın ve romatizmadan sızlayan ayaklarını sürüyerek girdikleri evlerinde (teneke barakalarında demem daha doğru olur) kendilerini karşılayan eşlerinin ve merakla o günün hikayesini dinlemek isteyen çocuklarının gözlerindeki parıltıyı es geçer beyinlerindeki dedektör. Onlar sadece ve sadece elmasa ayarlı bir dedektör halini almıştır artık.

 

Toprağa benzeyen çatlak ve pörsümüş ellerinde bir süzek-elek, bir fırça ve bir çapa-kazma ile günü geçirirler. Bazılarının ellerinde su ve vakum hortumları vardır. Ararlar, toprağı elekten geçirirler. Yetmez, toprağı yıkarlar. O da yetmez, vakum hortumları ile toprağı emerler. İçindeki elması avlamak arzusu ile yanıp tutuşan beyinleri gün gelip toprağı yemeleri gerektiğini söylese, inanın toprağı yiyecek haldedirler. Hiç çekinmeden yerler toprağı. Ama 1 ton kayanın işlenmesi ile ancak ve ancak 2,9 kıratlık bir elmas elde ediliyor. Ve bu zavallı iskeletorlar, eğer toprağı yiyerek elmas bulacaklarına inansalar, her gün bilmem kaç bin ton taş ve toprak yiyecek kadar mideleri olması için dua ederlerdi hiç durmadan…

 

Elmas. Yer kabuğunun, yüzeyden 150 kilometre kadar derinliklerinde basınç ve sıcaklığın oluşturduğu karbon. Karbon elementinin çok özel bir biçimde dizilmiş atomlarının çok yüksek sıcaklık ve basınç altında kristalleşmesiyle oluşan basit bir taş. Yer kabuğu hareketleri, özellikle volkanik patlamalar v.s., onların yer kabuğu yüzeyine taşınmasına neden oluyor. Ve bu elmas işçileri de onu avlamaya çalışıyor. Madenler kuruluyor. Şantiyeler açılıyor. Kamera, motor! Vee av partisi başlıyor.

 

Elmas sertlik derecesi 10 olan evrenin en sert maddesi. Onun talipleri sertliğine mi, yoksa o sertliğin verdiği yumuşak duygulara mı tav oluyorlar onu bilmiyoruz. Ama bildiğimiz, yıllar boyu onu ele geçirmek isteyenlerin kan dökmekten, savaşlar yapmaktan, insanlar öldürmekten hiç çekinmedikleri. Yani büyüsü bir gözleri almayagörsün, ne arayan işçilerin, ne maden sahiplerinin, ne de onu elde etmek isteyenlerin gözü ondan başka bir şeyi görüyor.

 

Tıpkı bir deri bir kemik iskeletor pırlanta avcıları gibi. Zavallılar. Beyaz adam gelip de bu taşların çok ama çok değerli olduğunu onlara söylemezden evvel, belki de evlerine duvar, yerlere mozaik yaptıkları taş ve kerpiç harçların içine karışmıştı bilmem kaç kıratlık elmas. Onu bulmak için köyün bütün evlerini yıkmalarını isteyen beyaz adama “deli” demişlerdir eminim içlerinden. Bir taş için koca bir köy. Ve farzedelim, köyün bütün evlerini yıkıp un ufak ederek, günler aylar sonunda, beyaz adamın istediği taşı buldular. Ve beyaz bu bilmem kaç kıratlık taş parçası için, bütün köyü yeniden inşa edince, akılları durur.

 

Ve beyaz adamın büyüsüne kapılıp, daha fazla taş bulmak için çevreye dağılırlar. Ve ömürlerini tükettikleri yaşam avı başlar. Öyle bir av ki, avlanan av mı avcı mı belli değildir.  Bulmak için bir ömür verdikleri taşların her birini, titrek ellerle beyaz adama teslim ettiklerinde, aslında verdikleri sadece bir taş değildir. O taşla birlikte ömürlerinin belli yarısını, gözlerinin ferini, kalplerinin belli bir taşını, ciğerlerinin belli bir nefes alışını da teslim etmişlerdir. Eriyen kemikleri, pörsüyen derileri ve durağanlaşan beyinleriyle beraber. Her taş tesliminde, beyaz adama verdikleri yaşam sevinçleri ve sevgileridir aslında. Gün geçtikçe, yaşam arzularının azalmasına bir anlam veremezler ama yine de yaşamın bittiği fil mezarlığına doğru kaderdeki yolculukları başlamıştır.

 

Kendi kişisel menkıbeleri (efsaneleri)  yerine başkalarının menkıbeleri peşinde koşan birçok insanı yukarıdakine benzer bir son bekler. Yaşam boyu elmasa her ulaştıklarında, buldukları elmas büyüklüğünde parıldayan iri gözlerin, aslında kimin için parladığını anlamamız gerekiyor öncelikle. Beyaz adamın gözlerini parlatmak için yaptığımız her şey, bizim yaşam parıltımızı eskitecektir. Beyaz adam kim mi dediniz? Bilmem. Çevremizde bizden başka herkes beyaz adam. Derilerin rengine takılmayın dostlar. Kürkleri için hayvanları katleden, derilerine katledilmiş hayvan derileri temas ettikçe zevkten dört köşe olan, bunları alan-satan, defilelerini ekranlarda boy boy afişe eden herkes beyaz adam. İşçisinin alın terinin karşılığını vermeyen herkes beyaz adam. Kendi şahsi ihtirasları için kendinden başka herkesi kurban eden herkes beyaz adam benim gözümde.

 

Ve böylesine bir hipnotize olmuş yaşam savaşında elmas avcıları, Paris sosyetesinin ellerindeki o muazzam dokunuşu hiçbir zaman duyamazlar, ellerinde. Ellerler ellemesine de haz kaybolur. Tıpkı başkaları için yaşayan ruhlardan ve bedenlerden çıkıp giden yaşama sevinci gibi.

 

İNSAN TİPLERİ

 

Aslında 4 tip insan vardır, dostlar. İlki  elmas madenindeki o zavallı işçi gibi, elinden binlerce elmas geçip-giden kişidir. Elinden binlerce elmas beyinli adam geçen holding patronları gibi. Gelen ve gidenlerin hiçbiri onlara mutluluk vermez. Çünkü elimizde olan her şeye sahip değilizdir. Ve bize ait olmayan şeyler bize mutluluk veremezler. Şirketimizden ha bugün, ha yarın ayrılacakları endişesi ile yandığımız, entelektüel sermayelerimiz de, az sonra beyaz adamın eline teslim edeceğimiz pırlantalar kadar değerli değil mi en azından? Ama kendisinden daha akıllı, daha zeki, daha bilgili ve daha yetenekli insanlarla çalışma erdemine asla katlanamayacak olan günümüz patronları, bu huylarını değiştirmeden pırlantalara asla sahip olamayacaklar.

 

İkinci tip insan, ona sahip olma özlemi duyar. Ama ona sahip olma isteği, taşın kendisine değil, onunla gelecek olan hayata olan özlemdir. Kaşıkçı Elması’na sahip olanların namını bir düşünsenize. Onun özlemi, kendisinden çok elmaslarının konuşulmasıdır. Hocanın peştemalı misali. Başka değer biçilecek bir yeri yoktur ki zavallının zaten. Haa? Kaşıkçı Elması mı dedin? Ciddi olamazsın. Demek Kaşıkçı Elması’nı satın almış ha? Kimbilir ne kadar zengindir?

 

Üçüncü tip insan elmasa sahip olmayı ister. O gün gelir elmasa, gün gelir rüzgara, gün gelir yağmura sahip olmak ister. Maymun iştahlılığı arttıkça o aslında her şeye sahip olmak ister. Ama her şeye, yalnız bir şey için sahip olmasını bilmedikten sonra, her şeye sahip olmak bir şeye yaramaz. Elmasa sahip olmak, onu sunacağınız birisi varsa muhteşemdir. Ömrü Afrika safarilerinde hayvanların içinde geçen birisine, dağda kırda bayırda cebinde taşıdığı 2000 kıratlık elmasın vereceği pek bir şey yoktur, değil mi?

 

ELMAS DEĞERİNDE İNSANLAR

 

Son tip insan elmas insandır. O, elmas kıymetindedir. Elmas olmanın hikayesini en iyi o bilir. Elmasların hikayesini de. O bir insan sarrafıdır. Onun eline karbon gelen, elmas çıkar. Aslında o, karbonların da karbon olarak kalması gerektiğini de savunur. Ama bu, karbona elmas değerini vermesine engel değildir. Karşısındaki kişiyi en azından 2.000 kıratlık elmas yerine koyduğunda, karşısına kim geçerse geçsin onun parıltıları ile gözleri ışıl ışıl olur.

 

Çok merak ediyorum, acaba bugüne kadar bulunan en büyük elmas olan yaklaşık 3.000 kıratlık Cullinan Elması’nı elde etmek için kaç hayat feda edildi şimdiye kadar? Ne müthiş bir mücadele! 144 kıratlık Braganza, 995 kıratlık Excelisior, 793 kıratlık Büyük Moğol, 678 kıratlık Kuh-i Nur ve daha niceleri. Gerçi benim şimdiye dek sadece topu topu 84 kıratlık Kaşıkçı Elması’nı görmem nasip oldu ama o bile elmasın büyüsünü anlamama yetti de arttı bile.

 

Ve yine çok merak ediyorum, acaba uzunluğu 9.98 cm., yüksekliği de 6.65 cm. gelen Cullinan Elması’nı (elmasın namı bu kadar alıp başını gitmezden evvel) birisi bulsaydı? Ayağına çarpan bu taş parçasına anlamsız bakışlarla bakıp oradan uzaklaşan birileri olmuş muydu acaba? Eminim olmuştur.

 

Bizim az bulunan şeylere merakımız var. Ama az bulunan şeyler dEyince, insanları kasdetmiyorum. Taş olsun,toprak olsun, eşyaya ait ne varsa ve bir de az bulunuyorsa, demeyin gitsin. Bulunmaz hint kumaşı gibi, büyüsüne kapılıp, elde etme mücadelesine başlıyoruz. Ama söz konusu olan insan olunca; az bulunuyormuş, bu tür insanlar artık hiç bulunmuyormuş… pöh, kimin umrunda. Söylemek istediğim, insanın bedeni değil. Bilmem ne artistinin bilmem neresi şöyleymiş. Ona acayip iltifat var. Bilmem ne’nin burası böyleymiş, ona da acayip teveccühler var. Şarkısına, türküsüne, dizisine, ölçülerine, eline, diline, beline hayranlığımıza diyecek yok. Benim asıl söylemek istediğim, beyinlere olan teveccüh. Az bulunan beyinmiş… Pöh! Nasıl olsa 7 milyar daha var. Elimi sallasam ellisi edası biraz da ondan galiba. Çünkü ben, kadir kıymet bilmezliğimizin, beyinlere değer vermezliğimizin bundan başka bir sebebini bulamadım. Ne dersiniz, evrenin en değerli beyinlerini bir araya getirip, 8’li karbon atomu dizilişinde, ağır baskılara maruz bırakarak, elmas görünütüsü almalarını sağlasak, onlara olan iltifatlarımız da artar mı acaba?

 

Münir Arıkan – NLP Trainer, Düşünce Öğretmeni

False