Elli yaşında bir AB

ŞÜPHE yok, elli yaşında insan çoktan olgunluk çağına ulaşmış sayılır.

Zaten de ruhbilim, yarım yüzyılı devirmesine rağmen hálá ergenlik krizleri yaşayan bir adamı klinik vaka addeder.

Ama buna karşılık, aynı süre devlet ve kurum tarihleri açısından nedir ki?

Koskoca bir hiç!

* * *

EVET koskoca bir hiç, çünkü yarım yüzyıl onlar için ancak buluğ çağına tekabül eder.

Maddenin tabiatı gereği, uluslar ve uluslararası yapılanmalar uzun, upuzun çocukluk hastalıkları, ergenlik buhranları, gençlik fırtınaları yaşarlar.

Dolayısıyla da, öyle kolay kolay oturmazlar. Çabucak rüşt ispat edemezler.

Artı, belki de ömürleri vefa etmez. "Gün göremeden" Hakk’ın rahmetine kavuşurlar.

Nitekim, 1. Harp sonrasındaki "Cemiyet-i Akvam"; 2. Savaş ertesindeki "CENTO"; yahut şimdiki AB’nin askeri paktı olmayı hedeflemiş "Avrupa Savunma Camiası" pratik işlerlik edinemeden tarih sayfasından silinmişlerdir.

* * *

PEKİ bu takdirde, pazar günü Berlin’de álá ve váláyla Roma Anlaşması’nın 50. yıldönümünü kutlayan ve bizim açımızdan da somut bir toplumsal ütopya niteliği taşıyan o AB’nin bizzat kendisi ne durumdadır?

Yarım yüzyıl sonra olgunluğa erişmiş midir? Rüştünü ispatlamış mıdır?

Yoksa yoksa, bünyenin kaldıramadığı yeni üyeler; organizmanın kabullenmediği yeni yasalar; devletlerin ve ulusların onaylamadığı yeni aşamalar falan derken, şıkıdım muhallebi çocukları gibi, Avrupa Birliği de hálá ve hálá uzatmalı bir "ergenlik krizi" mi yaşamaktadır?

Veya tam tersine, áni Alzheimer hastalığı zuhur ettiği için hiç beklenmedik bir "erken bunama"dan mı muzdariptir?

Eğer öyleyse de, yukarıda örneklediğim diğer uluslararası yapılanmalar gibi, Brüksel merkezli kurumun "gün göremeden" tarih sayfasından çekilmesi ihtimali mevcut mudur?

Her halükárda, AB dümeni hangi rotaya doğru çevrilmiştir ve encámı ne olacaktır?

* * *

HİÇ şüphesiz, Ortak Pazar’ın maddi temellerini atmış olan Roma Anlaşması’ndan elli yıl sonra yukarıdaki hayati sorulara cevap aramak meşru bir nitelik taşıyor.

Çünkü, Yaşlı Kıta’nın hanidir çok vahim bir "kimlik krizi" yaşadığı su götürmüyor.

Nitekim, yirmiyedi üye ülke liderinin pazar günü yayınladığı "Berlin Deklarasyonu" ve bunun içerdiği "niyet tazeleme" iradesi de kaotik durumu saklamaya yetmedi.

Alman Şansölye Angela Merkel’in "iyimser takvim"ine rağmen, cafcaflı sözlerin satır arası okunduğu takdirde, söz konusu krizden çıkışa ilişkin ciddi bir reçete netleşmedi.

Dolayısıyla da, mevcut AB’yi ve onun kaderini sorgulamak kötümserliğe değil, gerçekçiliğe tekábül ediyor.

Artı, ilk kez 1957’de kurumsallaşan "Avrupa ütopyası" Türkiye’nin de hedefine dönüştüğüne göre, bu sorgulama bizim açımızdan da gerçekçiliğin tá kendisini oluşturuyor.

* * *

ANLADINIZ, burada demek istiyorum ki, "hedefimiz doğru" mudur?

Yani, bizzat kendisi bocalayan; ufku net gözükmeyen, ömrü bilinmeyen; her halükárda da bize cán-ı gönülden kol açmayan bir AB’yi rota bellemek acaba ne ölçüde akıl kárıdır?

Yanılmıyor muyuz? Akıntıya kürek çekmiyor muyuz?

50. yaşını buruk kutlayan bir kurumu seçmekle sermayeyi kediye bağlamıyor muyuz?

Tabii ki, hayır! Bin defa, milyar defa, trilyon defa hayır!

Tercihimizin ve hedefimizin neden sonsuz doğru olduğu konusuna yarın değineceğim.
Yazarın Tüm Yazıları