Dört kişiydik, üçümüz bokserli

ZAFER Mutlu kötü haberi bir gece önce verdi.‘Galiba Cem’in evinde kalacağız’ dedi.Cem Kozlu’nun davetlisi olarak Viyana’ya gidecektik.

Cuma akşamüzeri gidip, pazar sabahı uçağa binip dönecektik.

Ekip üç kişiden oluşuyordu.

Mudo mağazalarının sahibi Mustafa Taviloğlu, Zafer ve ben.

* * *

O an aklıma başparmağım geldi.

Daha doğrusu başparmağımın ne kadar hayati bir uzuv olduğunu anladım.

‘Ne alaka’ diyeceksiniz.

Başparmak, uzaktan kontrol aletinin düğmelerine basan uzvumdur.

Gece uyurken bile o parmak mutlaka bir düğmenin üzerindedir.

Zafer, ‘Cem’in evinde kalacağız’ dediği an, kafamın içindeki görünmez el bir düğmeye bastı ve o kábus senaryosu film gibi gözümün önünden geçti.

Evde kalacağız. Odada kesinlikle televizyon yoktur.

Televizyon olmayınca ben asla uyuyamam.

Bırakın yarın geceyi, daha bu geceden itibaren panik atak başlar ve bu gece de uyuyamam.

Bütün bu senaryo iki saniye içinde yazıldı ve uygulamaya kondu.

Zafer’e ‘Otelde kalsak olmaz mı’ dedim.

‘Programı Cem yapıyor, ona ayıp olur’ dedi.

Viyana’nın merkezine iki adım ötedeki binanın kapısından içeri girerken, duvara asılmış bir plaket dikkatimi çekti.

Bir dönem hepimizi çok etkilemiş ünlü yazar Ingeborg Bachmann üç yıl boyunca bu binada yaşamış.

Cem Kozlu’nun evi, binanın en üst katındaydı.

Dar bir koridordan geçip beyaz kapının önüne geldik.

Kapı açılıp o tabloyu gördüğüm an başparmak kábusum bir anda silinip gitti.

Size o evi anlatmam lazım.

* * *

Uzun bir salon.

Bir tarafı tamamen cam pencere.

Daha doğrusu vitrin.

Bir bölümü eğimli, bir bölümü dik biçimde aşağı iniyor.

Karşımızda Viyana damları ve biraz ilerde katedralin sivri kubbesi görünüyor.

Yerler uzunlamasına tahta parke.

Salona açılan üç oda var.

Yan tarafta bir merdivenle mezanin kata çıkılıyor.

Orada da iki oda bulunuyor.

Evde fazla eşya yok.

Ama bol miktarda kitap ve CD var.

Hemen CD çalara gidip, Mozart’ın keman konçertolarından birini koyuyorum.

O an müziğin bu eve ne kadar çok yakıştığını anlıyorum.

Muhteşem bir ‘Loft’tayız ve Mozart camdan çıkıp Viyana’ya doğru akıyor.

* * *

Dört arkadaşın ‘back to the school’ hafta sonu işte bu sahneyle başlıyor.

İki gece bir gün boyunca parasız yatılı okula dönüyoruz.

En gencimiz 48 yaşında.

Tabii hemen fark ettiniz, eşlerimiz yok.

Tam bir ‘I Vittelone’ hafta sonu yaşayacağız.

Fellini’nin o güzel filmindeki, orta yaş danaların haleti ruhiyesine bürüneceğiz.

Hani şu Rimini’de kuzeyden gelen turist kızların peşine düşen dört dana gibi olacağız.

Tabii sadece lafta...

Hayatı en ucuz ve en özgür yaşama biçimimiz olan ‘orta yaş geyiği’ ile idare edeceğiz. Lafta kalmak şartıyla her tür hergelelik serbest.

Neler mi yapacağız?

Mesela Viyana Operası’na gideceğiz.

Donizetti’nin ‘Roberto Devereux’sünü izleyip birinci perdenin sonunda tüyeceğiz.

Hiç şüpheniz olmasın. Kendi kendimizi samimi olarak haklı çıkaracak bahanemizi de bulacağız.

‘Don Giovanni olsaydı mutlaka sonuna kadar izlerdik.’

Sokaklarda sürteceğiz. Vitrinlere bakacağız.

Mudo’ya takılacağız.

O, yolda rakip mağazaların vitrinlerine bakarken kaybolacak, cep telefonu ile bulacağız.

* * *

Ertesi sabah uyandığımda ötekiler henüz kalkmamıştı.

Gidip kahveyi yaptım.

Almanca bilmediğim halde ‘Kurier’ Gazetesi’ne baktım.

Tekrar Mozart koydum.

Sonra ötekiler kalktı.

Herkes yatak kıyafetindeydi.

Hiçbirimizin üzerinde pijama yoktu.

Üçümüz bokser külot giymişti, birimiz farklıydı.

Yatılı okul o sabah bitiyordu.

Valizi toplarken halimize son bir defa daha baktım.

Komiktik falan ama artık hiçbir şey eskisi gibi değildi.
Yazarın Tüm Yazıları