Doğrular ve yalanlar

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

İnsanoğlunun garip bir biçimde yalana karşı zaafı var. Ama nasıl yalana? Kendisinden yana olan yalana elbette. ‘‘Söyle, yalan da olsa hoşuma gidiyor’’ deyişi boşuna ortaya çıkmamış. Eğer söylenen bizden yana ise, yalan olmasında çoğu kez sakınca görmüyoruz. Bunun insanı hoşnut kılan bir yanı var. Olmasa zaten niye bu tür yalanlar söylensin.

Bunların bir kısmı ‘‘beyaz yalan’’ olarak niteleniyor. Beyaz saflığa işaret ettiğinden midir, nedir? Ama unutmamalı ki, en kolay kirlenen renk de beyazdır. Hatta işin biraz tekniğine girecek olursak, ressamların beyazı renk bile saymadığını söyleyebiliriz. Beyaz yalanlardan renksiz sözler kastediliyorsa, bunun bir anlamı olduğunu kabul etmeliyiz.

Beyaz yalanlar içinde bence meşru olanı, kadınlara karşı söylenenleri. İltifattan hoşlanmayan kadına -anam ve kızkardeşim dahil olmak üzere- şimdiye kadar hiç rastlamadım. Yeter ki işin içinde az da olsa bir gerçeklik payı bulunsun. Hiç tutanağı olmayan bir beyaz yalanı en aptal insana bile yutturmak mümkün değil.

Son zamanlarda çok sık rastladığım bir başka beyaz yalan türü ise milliyetçi olanları. Çetin Altan bunlara 'Türkün Türke karşı propagandası' adını takmış. Birçok kişi, konu milli duygulara bağlandı mı, atışın serbest olduğunu düşünüyor. Düşünmekle de kalmıyor, atabildiğince atıyor.

Bu yaklaşımın en tehlikeli yanı, eğrinin yanında doğrunun da kaynayıp gitmesi. Kurunun yanında yaş da yanıyor. Tıpkı Türk mutfak geleneği ve kültürü üzerine söylenen sözlerin çoğu gibi...

Hürriyet İstanbul'daki yazılarımın başlığına bir başka gazetede de rastladım. Yeni Şafak'ın 26 Ocak 1999 salı günkü sayısındaki ‘‘Hayatın İçinden’’ köşesindeki yazının başlığı ‘‘Mutfağımız Kayboluyor’’du. Antalya mahreçli yazıda Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu öğretim görevlisi olarak tanıtılan Doç. Dr. Metin Saip Sürücüoğlu'nun görüşlerine yer verilmiş. Yazı baştan aşağıya doğrularla yalanların birbirinin içine girdiği bir yumağa dönüşmüş. Hele yanına açılan kutularda zihinler büsbütün bulandırılmakta. En aşağı düzeyde siyasi propaganda ile yemek kültürümüzün içiçe geçirilmesine tahammül edemedim. Doğrusu yazıdaki yargılar sadece Sayın Dr. Sürücüoğlu ve adını vermeyen meslektaşıma ait olsaydı bunun üzerinde o kadar durmazdım. İşin kötüsü, yazıyı okudukça bu yargıların toplumun geniş bir kesiminde giderek artan sayıda taraftar bulduğu gerçeği kafama dank etti. Bu yazıyı biraz da o yüzden kaleme almayı adeta bir borç bildim.

KAYBOLAN MUTFAK MASALI

Gereksiz bir tartışmaya meydan vermemek için gazetedeki yazıya referans verdiğimde bunu alıntı halinde yapacağım ki kimse söylediklerini çarpıttığımı iddia edemesin.

Önce yazının başlığına muhalefetle söze başlayayım. ‘‘Mutfağımız kayboluyor’’ demişler. Kaybolan falan bir şey yok. Doğrusu, mutfağımız olması gerektiği gibi çağa ayak uyduruyor ve bir evrimden geçiyor. Mutfak sabit, at veya eşek gibi yularını bir yere bağlayabileceğiniz bir hayvan veya bir müzeye tıkabileceğiniz eşya değil ki, kayboluyor diye feryat edilsin.

Kırk kereye kadar tekrarda fayda vardır Arap atasözüne sığınarak bir kere daha yazayım. İki yüzyıl önce patatesi tanımazdık. Domates, bilumum sivribiber çeşitleri ve daha nice yiyecek bize ancak Amerika'nın keşfinden çok sonra geldi. Bunların gelişiyle birlikte Türk mutfağı ister istemez bir ölçüde değişti. Buna engel olmak mümkün müydü? Üstelik böyle oldu diye kimsenin bugün sonuçlara bakarak feryat edeceğini de hiç sanmıyorum.

Zaten spotta da şöyle yazılmış: ‘‘Yaşam şeklinin değişmesi, Türk mutfağını da olumsuz etkiliyor.’’ Peki muhteremler, Türk mutfağını olumsuz etkiliyor diye sizin deyiminizle yaşam şeklini değiştirmeyecek miyiz? Bunu engelleyebilecek bir kişi, kurum, yasa var mı veya olabilir mi dersiniz? ‘‘Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı’’ diyen bizim atalarımız değil mi?

Spotun devamında ‘‘Fast-food ve dondurulmuş gıdalar mutfağımızn baş düşmanı’’ ilan edilmiş. Bir Türk ve bir yemek yazarı olarak fast-food'u asla savunmam. Hele fast-food'tan anlaşılan hamburger ve pizza ise bunları yemeğin en berbat ve rezil edilmiş biçimleri saydığımı söylerim. Ancak fast-food'un modern hayatın bir gereksinmesi olduğunu da inkar edemem. Üstelik dürüst bir fast-food tanımı bir zamanlar köprü altında satılan -ve çok yediğim- balık-ekmeği, kokoreçi, cızbız köfteyi ve daha nice yiyeceği de içerir. Bunların kötü olduğu yargısı ise bana biraz aceleci görünür.

Peki, fast-food ile dondurulmuş gıda aynı şey mi? Bence değil. Çünkü dondurulmuş gıdalarda lezzet ve beslenme değerleri açısından çok düşük bir kayıp sözkonusudur. Bu arada yeri gelmişken yine kişisel tercihimi açıklayayım. Ben özellikle her meyvenin ve sebzenin mevsiminde kullanılmasından yanayım. Bunun keyfi bambaşkadır. Ama milföy hamurunun dondurulmuş olanını niçin kullanmayacağımı bana birinin mutlaka sağlam ve ciddi delillerle anlatması gerek. Bunları söyledikten sonra hemen ekleyeyim ki, sokaktaki adam bunu bilmese bile ev ekonomisi dalında eğitim veren bir kuruluşun akademik unvanlı bir üyesi bunu mutlaka bilmeliydi. Bilmiyorsa, akademik bir ayıp sözkonusu, yok biliyor da bile bile bu yalanı pazarlıyorsa apaçık bir ahlak sorunuyla karşı karşıyayız demektir.

SİYASİ YALANLAR

Sayın Dr. Sürücüoğlu, ‘‘Tanzimat devriyle Avrupa mutfağı ile başlayan tanışma süreci, erozyonun başlangıç noktasını teşkil etti’’ demiş. Osmanlı'nın Avrupa ile ilişkisini Tanzimat'la başlatmak, ortaokul tarih kitaplarının bile yapmayacağı kadar basit bir yanlış. Hangi alanda olursa olsun doktora sahibi bir insan nasıl böyle bir söz söyler, şaşıyorum.

Sayın Dr. Sürücüoğlu, bununla da yetinmemiş. Aynen aktarıyorum: ‘‘Türk yemekleri yapım itibariyle zor olduğu için günümüzde artık sanat halini almış durumda. Birçok yemek çeşidi özellikle büyük şehirlerde gittikçe unutulmakta.’’ Burada bir es verelim. Dünyanın her mutfağında yapımı kolay ve zor yemekler vardır. Bizde de öyle. Zor olanları lokantalar yaparak geleneği sürdürürler. Daha kolay olanlar ise evlerde yapılır. Siz Fransa'da kadınların evde bearnez soslu şatobriyan mı yaptığını sanıyorsunuz? Onları lüks lokantalarda aşçılar yapmakta. Bizde de su böreği ve baklava tipi yiyecekler usta ellerce yapılıp satılmakta. Meraklısının evde yapmasını yasaklayan bir kanunda ayrıca yok!

Yazının devamında Sayın Dr. Sürücüoğlu şöyle söylüyor: ‘‘Şehirleşme, kadının çalışma yaşamına girmesi, sosyo-ekonomik durum, Batı kültüründen etkilenme ve teknoloji Türk mutfağını negtaif etkilemekte.’’ Önce Batı'dan etkilenen sayın Dr. Sürücüoğlu'nun dilini düzelteyim. Ona düzgün bir Türkçeyle söylemek gerekirse, ‘‘negatif etkilemek’’ değil, ‘‘olumsuz etkilemek’’ derler. Bu çok önemsediğim ayrıntıya işaret ettikten sonra gelelim bizim mutfağımızın baş düşmanlarına. Neymiş onlar, sayın bilimadamımıza göre: 1. Şehirleşme, 2. Kadının çalışma hayatına girmesi, 3. Ne idüğü belirsiz bir ‘‘sosyo-ekonomik durum’’ tanımlaması, 4. Batı kültüründen etkilenme, 5. Teknoloji.

Söyleyeceklerim bitmedi ama yerim bitti. Bugünlük son sözüm şu soru olacak: Siz yobazları sadece mektep medrese görmemiş, ticani kılıklı ve çember sakallı sananlardan mısınız yoksa?

Yazarın Tüm Yazıları