Ferit Edgü ve Murat Katoğlu verdiler bana acı haberi.
Türk yazarlarının bedel listesi yüklüdür, sadece edebiyat tarihine bedel ödemezler, darbelerin de kara faturası onlara çıkar.
Demir Özlü hem 12 Mart’ta hem de 12 Eylül’de ağır bedeller ödedi.
Yalnız dostum, arkadaşım, kuşakdaşım değildi.
İki kız kardeşi de edebiyat ve çeviri dünyasındandı.
Tezer Özlü yazardı, Sezer Duru da hem yazar hem çevirmen. Gençliğimizde nice edebiyat toplantısını onların Fatih’teki evlerinde yaptık.
İsveç’te yaşayan
‘Canım Melek Annem Ayşe Arıyak’a Ağıt’.
Şefika Kutluer’in birçok CD’sini dinledim. Flüt virtüözünün ulusal ve uluslararası birçok ödülü vardır.
Türkiye Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü, Avusturya Cumhurbaşkanı’ndan aldığı Avusturya Liyakat Ödülü vardır.
‘Şefika Kutluer Festivali’ de bu alanda önemli bir etkinliktir.
Sanatçının ‘Mevlânâ Rûmi’ CD’si benim için önemli bir çalışmasıdır.
Yunus Emre Yılı için çalışmaların yapıldığı bugünlerde buradaki besteler daha da öne çıkmaktadır.
Neler icra edilmişti:
Derya Bengi - Erdir Zat’ın hazırladığı kitabı okurken ‘gündelik yaşamımın günlüğü’ duygusu uyandı bende.
Kitabın adını, kapsadığı tarihi dönemi yazmam gerekir önce: ‘100. Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası 1’ (1923 – 1950) / “Her savaştan bir yara”’. (Sadettin Kaynak’ın Yanık Ömer’inden alıntı.)
- Daktilo aranıyor ilanını görünce sekreterlik müessesesinin başlangıcını anımsadım. Kısa zaman önceye kadar sadece kurumlarda değil, mahkemelerde de zabıt kâtibi olarak çalışırlardı. Kantosu bile vardı.
- Müzik tarihini merak ederseniz zamanın popüler solistlerinin hayatını bulabilirsiniz, CD’lerini de dinleyebilirsiniz. Bu listenin başında ‘Deniz Kızı Eftalya’ gelir.
- Çocukluğumun bir bölümünde, II. Dünya Savaşı sırasında akşamları evimizde siyah istorları kapatırdık. Hedef olmayalım diye.
Ekmek karnesinin bizim kuşağın nüfus kâğıdında damgası vardır. Şimdi çeşit çeşit ekmeği görünce o günlerin bıraktığı iz kendini belli ediyor. Kahvenin bile bulunamayışından söz edilir, hatta nohudun kavrularak içildiği söylenirdi. Yaşadığımız, yaşadığım o günleri Rıfat Ilgaz’ın ‘Karartma Geceleri’nde okuyabilir, filmini de görebilirsiniz.
- Buzdolabı frijder olarak bilinirdi. Frigidaire bir buzdolabı markasıydı. İlk o geldiği için buzdolabı sözünü o zaman hiç duymadım. Ayrıca kapı açacağında kilit vardı. Herhalde çocuklar düşünülerek yapılmıştı.
- Devlet büyükleri, başta Atatürk, oraya gittiği için Florya gözde bir yazlık yeriydi. Ailemle bazı pazar günleri Florya’daki plaj gazinosuna gider, ‘komple 5 çayı’ içerdik. Çay, bisküvi, kurabiyeler...
İstanbul üzerine yapılan her inceleme benim dikkatimi çeker ve İstanbul’a, İstanbulluya katkısı vardır.
İstanbul’un semtlerini canlandıranları da sık sık anımsarım ve anımsatırım.
Çelik Gülersoy, Yeşil Ev’i açtıktan sonra Sultanahmet canlandı. Birçok otel yapıldı.
İstanbul üzerine kitap yazacakların Gülersoy’un kurduğu ‘İstanbul Kitaplığı’ndan yararlandığını biliyorum.
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün çıkardığı ‘Yıllık’ bu gereksinimi karşılayan yayınlardan biri.
Yazılardan önce okuduklarım, şehrin kültürüne, edebiyatına dair çalışmalar.
İncelemelerin yanı sıra, İstanbul’u anlatan romancıları, şairleri, öykü yazarlarını da okuyun, böylece bu bilgileri edebiyatla süslersiniz.
*
Eskiden Anadolu’dan gelenler Haydarpaşa İstasyonu’na inerler, oradan Kadıköy’e, Sirkeci’ye giderlerdi. Onları İstanbul’da ilk karşılayan vapurlar olurdu.
Adalar’da yazlığa gidenlerin de tek ulaşım aracı vapurlardı.
Vapur muhabbetleri meşhurdur, çoğu zaman Anadolu tarafında oturanlar belli bir vapurda buluşurlardı.
Köprülerin olmadığı zamanlarda, Anadolu yakası ile İstanbul’u birleştiren arabalı vapurlardı.
Gece karşıdan İstanbul’a geçebilmek için saatlerce beklerdik. Ben işim geç biterse orada bir otelde kalmayı tercih ederdim.
Hiç kuşkusuz Boğaz’ın Anadolu yakasında oturanların da vapur sefaları söz konusuydu.
Bütün Adalar’ı dolaşanlara dilenci vapurları denirdi.
Burgazada’da oturan
Aziz okurlarım bilirler, bir coğrafyanın müziğini dinlemeden orayı tam benimseyemiyorum. Çünkü oranın müziğini dinlemeden, orada yaşayanların zevkini, alışkanlıklarını, aşklarını, hasretini fark edemezsiniz.
Açılışında bulunduğum Baksı Müzesi’nin yükseliş çizgisini sevgiyle izledim, izlemekteyim.
Hiç kuşkusuz türküleri dinledim, daha sonra da Melih Duygulu’nun ‘Bayburt Halk Müziği’ kitabını okudum.
Melih Duygulu, müzik kitaplarıyla bu alanın önemli bir adı.
CD’yi ayrı bir duyarlılıkla dinledim.
Kapakta şu yazı vardı:
“İlk Kayıtlarıyla Bayburt Türküleri”.
Bildiğiniz türkülerin özgün bir icra ile sunulması ayrı bir tat veriyor. Kapak resmi de, o dönemin müzisyenleri, çalanlar, söyleyenler.
Üç tanınmış mimar, mimarlık, Türkiye’deki mimarlığın sorunları, özellikle İstanbul üzerine derin bir sohbete daldılar.
Ceren Çıplak Drillat da bunları kaydetti ve ortaya bu kitap çıktı: 'Mimar Doğan'lar: Doğan Kuban, Doğan Tekeli, Doğan Hasol...'
Üçünü de yakından tanıdım, mimarlık üzerine düşüncelerini epeyce dinledim.
Kitabı hazırlayan Ceren Çıplak Drillat, Sunuş bölümünde adının nereden geldiğini belirtiyor: “'Üç Doğan’ın tek ortak tarafı isimleri ve meslekleri değil. Onlar aynı hocaların öğrencileri, aynı şehrin sakinleri, yine ayrı şehrin, İstanbul'un mimarları...
Mimar Doğan'lar... Üç Doğan
Ceren Çıplak Drillat
İlber Ortaylı, Murat Bardakçı, Halil İnalcık’ın da görüşlerinin yer aldığı bir yazıydı. Osmanlı arşivinin birçok belgesinin tasnifinin yapılmadığını belirtmiştim.
Adı geçenler 12 Eylül döneminde önerilere de ilgi gösterilmediğini söylemişlerdi.
Yazımda bazı konularda rakamlar da ortaya konulmuştu.
150 milyon belgenin o tarihe kadar 50 milyonunun tasnif edilebildiği, Arşivler Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı verilerine göre 79 yılda arşivlerden sadece 3 bin 40 yabancı araştırmacının yararlandığı belirtilmişti.
Bir yazının yankı bulması elbet yazarı sevindirir. O kurumun geliştiğini görmek de ayrı bir mutluluk.
YAZIYA 20 YIL SONRA VERİLEN YANIT
CUMHURBAŞKANLIĞI Devlet Arşivleri Başkanı Prof. Dr. Uğur Ünal’ın Özel Kalemi Ali Kadercan çalışmaları, arşivlerin bugünkü durumu üzerine bir bilgi gönderdi.
Televizyonda çıkan bir haberi görünce böyle bir açıklama yazma gereği duymuşlar. Söz konusu benim yazımdı.
Bürokrat olarak çeşitli görevlerde bulundu, politikaya girdi, bakanlık yaptı.
Cumhuriyet kuşağının çalışkan, üretken bir neferiydi ve 104 yaşında veda etti dünyaya.
Siyaset içinde ve dışında bulunduğu, tanıklık yaptığı dönemleri de dizilerinde, kitaplarında yansıttı.
Cahit Kayra ile ilk buluşmamız Moda’da İdil Biret–Şefik Büyükyüksel’in evindeydi.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sevgili Hilmi Yavuz’un fahri doktor unvanı töreninde konuşmuştuk.
Kadıköy Belediyesi Kütüphanesi’nde Behçet Necatigil Toplantısı’nda Ayşe Sarısayın, Hilmi Yavuz ve beni dinlemeye gelmişti.
Bazı kitaplar sizde iz bırakır, belleğinizden bir türlü çıkmaz.
Ödül başlığı: ‘Piyanolu Üçlüler’.
35 yaş altı besteciler katıldı.
CD’nin kitapçığında Kadıköy Belediye Başkanı Şerdil Dara Odabaşı’nın yarışma üzerine bir sunum yazısı var.
Jüri aşağıdaki adlardan oluşmuştu:
- Besteci – müzikolog – müzik teorisyeni Yalçın Tura
- Besteci Özkan Manav
- Hasan Uçarsu
- Turgay Erdener
Portre kitaplarına merakımı okurlarım bilir. İki açıdan yararlanırım. Tanıdıklarımın başka yönlerini öğrenirim, tanımadıklarım hakkında da bilgi edinerek eksiklerimi tamamlarım.
İsmail Kara’nın iki ciltten oluşan portrelerini beğendim, birçok yeni şey öğrendim.
Portre yazılarının birkaç özelliği içermesi gerekir. Onların çalışmalarını nesnel açıdan okura sunmak, kişisel tespitlerini, yorumlarını da öznel bir anlayışla yansıtmak...
İlk cilt için ‘Sözü Dilde Hayali Gözde’ adı kullanılmış. Bu, Şair Arşî’nin şair Hayalî Bey’in vefatına düştüğü tarih. İkinci cilt, ‘Dağ Ne Kadar Yüce Olsa’ ise Yunus Emre’nin iki dizesinden alınma...
“Dağ ne kadar yüce olsaYol onun üstünden aşar”
Kitabın başında da alıntının tamamı yer alıyor.
Birinci cildin başında, ‘Birkaç Söz’de tür üzerine düşüncelerini iletiyor: “Bu kitapta tesadüf edeceğiniz zevat hakkında hatıra-deneme metinleri kaleme almamın benim için vazife diyebileceğim bir tarafı var.”
Portrelerin bir bölümü:
“Belki de bir Tanrısı var acının, hüznün, ayrılığın
Ki durup dururken öyle ansızın yürüdükleri...”
Cansever’in dizeleri uğurluyor ansızın gidenleri.
Gökhan Akçura’nın ‘Lokantacıların şahı diye anılırdı: Pandeli’ yazısında en ilgimi çeken Şirket-i Hayriye vapurlarındaki “Sazlı tenezzüh seferleri”.
Artun Ünsal’ın ‘Kış keyfi: Nostalji ve hüzün dolu içeceğimiz boza’ yazısı. Eski İstanbul gecelerinin önemli duraklarından biriydi. Mermer kabından yoğun boza bardaklara doldurulur, üzerine de sarı leblebi konulurdu.
Birçok kişi gece Vefa’daki yere gelir boza içerdi.
Şimdi geceleri o ilgi sürüyor mu sanmıyorum, marketlerde plastik şişelerde satılıyor. İkram listesinde ne kadar yer alıyor, bilemiyorum.
Şamran Hanım’
Birinci sayfada: Fırçasından - Natürmort
Derginin ilk yazısı; “Merhaba” başlığını taşıyor. Yazıda, toplumsal panorama çiziliyor.
“İlk sayısı 2019’un ekim ayında yayımlanan, dolu dolu 5 sayıyı geride bırakıp yeni yılı yeni bir sayıyla karşılıyor.”
Nâzım Hikmet’in elyazısıyla ‘Köylü’ şiiri ve onu izleyen şiir metni ile başlıyor. Diğer şiir de ‘Yanmamış Cigara’.
Derginin ilk şiiri Hilmi Yavuz’un ‘talan ve ifrit’i.
A.Ömer Türkeş’in ‘İhmal Edilen Bir Tema: Cinsellik’ yazısında romanların dökümünü bu eksende değerlendiriyor:
“Türk romanında 21. yüzyılda nicelik anlamında büyük bir patlama kaydedildi. Yayımlanan yeni roman sayısındaki artışla birlikte yazarlar, yayınevleri, türler ve temalar da çeşitlendi. Ancak bu büyük artışın cinselliğe hemen hemen hiçbir konuda yansımadığını söyleyebilirim. İhmalden ziyade mevcut koşulların -toplumsal muhafazakârlaşmanın- zorunlu bir sonucu olduğunu düşünüyorum; bir tür otosansür.”
Semiramis Yağcıoğlu’
Zaman zaman düşündüğünüz oldu mu? Bir film, bir kitap benim hayatımı değiştirdi diyebilir misiniz? Sanırım bu yanıt yıllar içinde değişim gösterir.
Çok beğendiğimiz bir film üzerimizdeki etkisini ömür boyu sürdürebilir mi? Ben sanmıyorum, estetik saplantıların kalıcılık oranıyla geçicilik oranı bende dalgalı. Sinematek’in ilk kurulduğu yıllarda İtalyan sinemasının yeni gerçekçiliği bizi etkilemişti örneğin.
Atillâ Dorsay’ın ‘Hayatımızı Değiştiren Filmler (2015-2020)’ kitabı hem bize sinema tarihinin seçkin örnekleri hakkında bilgi veriyor hem de kendi seçimimiz ekseninde sinema zevkimiz konusunda bir kanaate varıyoruz.
Kitabın başındaki Sunuş 1’de kitap hakkında bilgi veriyor: “Bu sunuş yazımda döneme panoramik bir bakış atmak ve sinema sanatı açısından en önemli saptamaları yapıp sizlere sunmak istiyorum. Öncelikle türler zengindi. Savaş filminden western’e, korku filminden psikolojik gerilime, aşk filmlerinden biyografilere, bilimkurgudan güldürülere, klasik tiyatro ve roman uyarlamalarından deneysel çabalara... Benim naçizane gözde türüm olan ‘film noir-kara film’de hayli başyapıt üretildi.”
Hayatımızı Değiştiren Filmler (2015-2020)
Atillâ Dorsay
Remzi Kitabevi
Sınıflamaların altına kısa açıklamalar koymuş yazar:
Oya Eczacıbaşı, sanatçının kataloğuna yazdığı Önsöz’de Gürbüz’ün sanat dünyasındaki yerine değiniyor:
“İstanbul Modern’in Türkiye sanat ortamındaki kadın sanatçıları görünür kıldığı sergilerine Selma Gürbüz ile devam ediyoruz.
Otuz beş yıllık sanat pratiğinde hem Doğu hem de Batı kültürüne ait öğeleri bir arada kullanarak, kendine özgü bir imge dağarcığı oluşturan Selma Gürbüz’ü Türkiye’de ilk defa bir müze çatısı altında gerçekleşen kişisel sergisiyle sanatseverlerle buluşturuyoruz.
‘Selma Gürbüz: Dünya Diye Bir Yer’ adlı sergide, İstanbul Modern ve British Museum başta olmak üzere çok sayıda müze ve özel koleksiyonda çalışmaları bulunan sanatçının 100’ün üzerinde yapıtı yer alıyor.”
Sergi ziyaretçileri bence önce katalogdaki Biyografi bölümünü okumalı.
Öykü Özsoy, ‘Zamansız İmgelerle Yeni Bir Dünya Kurmak’ yazısında, sanatçının ilham kaynağını saptar:
“Gürbüz’ün ilham aldığı Anadolu söylencelerinde, Doğu ve Batı mitolojilerinde, Şamanizm anlatılarında, İran, Hint, Türk minyatürlerinde gördüğümüz hayvan başlı, insan vücutlu varlıklar ucubeler değil, aslında doğayla bir ve bütün olmayı simgeleyen yaratımlardır.”
Füsun Yalçınkaya’
O törende CSO’yu (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) ünlü şefler yönetti.
TRT Genel Müdürü İbrahim Eren, açılış konuşması yaptı.
Törende Muammer Sun ve koronun ilk yan pedagogu Müfide Özgüç de törende bulundular.
Muammer Sun, koronun kuruluşunu anlattı:
“İzmir, Adana, Diyarbakır, Trabzon, İstanbul, Ankara’da 950 kişi dinledik. Bunlardan 128 kişiyi seçtik. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda kurs yaptık. Kurs sonunda kazananlardan 56 kişiyi TRT Ankara Radyosu Çoksesli Korosu’na sanatçı olarak dahil ettik. Eğitim öncesinde ve sonrasında devam etti.
Bugün 50. yılı kutlanıyor ve ben büyük mutluluk duyuyorum. Ekip halinde yaptık bu işi. 50 yıldır konserler, müzik yapan harika bir kuruluşumuz Ankara Radyosu Çoksesli Korosu.
Ben kendi adıma ve arkadaşlarım adına övünç doluyum. TRT’yi kutluyorum, 50. yılı kutladığı için.”
‘Seferberlik Türküleri ve Kuva-yi Milliye Destanı’ LP olarak çıktı. Onu dinlerken, konser yeri bulamadığı günleri hatırladım. Şişli’den Kadıköy’e uzanan yolculuğumuz onu dinlemek içindi.
AKM’de yapılan özel geceye gidenler genç kuşağın ilgisini bilir. Ruhi Su bize ne öğretti?
Türkülerin, Anadolu’nun acısını, mücadelesini, mutluluğunu yansıtışını büyüteç altına aldı.
İyi bir opera sanatçısının doğru icrasıyla türkülerin bizim kulağımızdaki tınısını yeniledi.
İnsanın belleğinde kalan adların başında benim için Yunus Emre gelir. Çünkü o, hayatın içindedir, kafamıza takılan maddi, manevi soruların yanıtını verir. Uhreviliğin dünyaya uzanan bağlantısıdır.
Uzun yıllar yurtdışında yaşayan, şimdi Türkiye’ye dönen İlhan Başgöz’ün ‘Yunus Emre’sini okurken, onun yüzyıllar ötesinden çağdaş dünyayı nasıl yorumladığını algılarız. Yunus üzerine birçok inceleme yapılmıştır, Başgöz o incelemeleri de değerlendirerek özgün yorumlar, saptamalar yapmış. Yunus Emre üzerine bildiklerimizi bu kitaptan sonra yeniden gözden geçirme gereksinimi duyacaksınız.
Yunus Emre
Yazan: İlhan Başgöz
Pan Yayınları
Hafif güldürünün, acı kınamanın örneği
“Yunus Emre bir halk şairi değildir. Yunus Emre’nin konuştuğu dilin halk dili olduğu yolundaki kanı da yanlıştır. Yunus’un dili çağının aydın sanatçısının dilidir. Bu dil bilinçli olarak halkın anlamasına açık tutulmuştur.”
Eski Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Filiz Çağman, Edirne’de aramızdan ayrıldı ve ebedi istirahatgâhına tevdi edildi.
Önceki akşam iyi karikatürist Semih Poroy, Filiz Çağman’ı kaybettiğimizin haberini verdi. Ertesi sabah da eski Kültür Bakanı İstemihan Talay aradı.
Talay, bakanlığı döneminde Topkapı Sarayı Müzesi’ne Filiz Çağman’ı atadı, restorasyonu da başlatmasını sağladı.
Çağman, 2005 yılında emekli olmuş, görevi İlber Ortaylı’ya teslim etmişti.
Yaşamı boyunca çalışmalarıyla müzecilik dünyasına büyük hizmetlerde bulundu, kitaplarıyla da kalıcı bilgileri bize bıraktı.
Birçok ödül aldı.
Nazan Ölçer
Doğan Hızlan: Adı bile korkutuyor
Sinemanın benim çok sevdiğim ustası Alfred Hitchcock'un (1899 - 1980) doğumunun 100. yılı dolayısıyla bütün dünya onu konuşuyor, seyrediyor.
Çoğu filmlerinde bir kaç saniye gözükürdü, ben de heyecanla o anı beklerdim. Şişman yönetmen kameranın arkasını bırakıp önüne geçti, derdim kendi kendime.
Kutlama sırasında bütün filmleri oynatılacak. Çevirdikleri içinde en iyisi -belki de ençok oy alanı demek gerekir- Sapık (Psycho) seçilmiş.
Usta beni korkutmazdı, ama gerer, tedirgin ederdi. Şüphe tohumunu durmadan sulardı.
Agatha Christie okumak zihnimi açar, Hitchcock da öyle.
Amerika'daki Modern Sanatlar Müzesi'nde Nisan ayından başlayarak dört ay boyunca filmleri gösterildi. Filmlerin yanı sıra düzenlenen diğer etkinlikler de sürüyor.
Toplumun sanatçısına borcunu ödemesinin bir örneği. Hiç kuşkusuz onun üzerine yayınlanan kitaplara yıl boyunca yenileri eklenecek. İncelemeler yapılacak.
Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Enstitüsü, bizim yönetmenlerimizin toplu gösterilerini düzenledi. Ama onlar hakkında kitaplar yayınlanmadı, paneller düzenlenmedi.
Atilla Dorsay'ın 100 Yılın 100 Yönetmeni kitabındaki Alfred Hitchcock bölümünü okurken, bu şişman yönetmeni bir kez daha sevdim.
Bakın ne demiş:
'Başkaları seyirciye hayat dilimleri versinler. Ben onlara pasta dilimleri veriyorum.'
Pasta dilimi ikram eden birini nasıl olurda sevmem.
Yükseklik Korkusu'nu (Vertigo) unutamam, ne zaman balkona çıksam, aşağıya bakamıyorum bu filmden sonra. Sanki düşecekmişim, arkamdan biri itecekmiş gibi.
Sanatla hayatın kesiştiği nokta.
Arka Pencere (Rear Window) bir gazetecinin, çalışamadığı anlarda bile mesleğini unutamadığını gösteriyor. Bence o merakla tutkunun bir sentezi.
Kuşlar mı dediniz? Uçan her yaratığın kabusunu görürüm.
* * *
HITCHCOCK, çevirdiği filmleri seyretmezmiş.
Ne kadar hak veriyorum bilseniz.
İnsanın yaptığı işe dönmesi, yayınlanmış yazısını okuması ne kadar azap vericidir. Güzellikleri es geçer, hataları görürsünüz. Kahrolursunuz. Düzeltemezsiniz.
Kendi yazısından, işlerinden insanın nefret ettiği anlar olmuyor mu ?
Buna benzer düşünceleri, Yakup Kadri Karaosmanloğlu'nun, Esat Mahmut Karakurt'un röportajlarında okumuştum.
Atilla Dorsay kitabında; ustanın cinsellikle ilgili düşüncelerini aktarırken, bir saptamada bulunmuş:
'Hitchcock'da belirgin bir öge de cinsellik ögesidir. (20 küsur yaşında evlenmiş ve yaşamı boyunca aynı kadına bağlı kalmış bir adam için şaşılacak şey... Yoksa tam tersi mi?)
Ustanın kadınları soğuktur, iddiasına şöyle cevap veriyor:
'İngiliz kadınları, bir öğretmen görünüşüyle sizinle birlikte aynı taksiye binebilir ve elini pantalon düğmelerinize atabilir.'
* * *
BÜTÜN filmlerini yeniden seyredebilirim Hitchcock'un.
Sonlarını bildiğim halde.