GeriSeyahat Denizlerin Kraliçesi
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Denizlerin Kraliçesi

Denizlerin Kraliçesi

Bu kez krallara layık bir yolculuk yaptım. Bugüne kadar hep uçakla üstünden geçip gittiğim Atlas Okyanusu'nu ilk defa gemiyle geçtim. İngiltere'nin Southampton kentinden bindiğim dünyanın en ünlü transatlantiği Queen Elizabeth-2 ile 6 gün süren bir yolculuktan sonra New York'a ulaştım.

İlk gemi yolculuğuna şimdi jilet olup sakal kesen meşhur Ankara gemisi ile çıkmıştım. İstanbul'dan kalkan gemi Pire, Napoli, Marsilya, Barcelona limanlarına uğrayıp, aynı yoldan geri dönmüştü. Genellikle gece yol alıp, gündüz bir limana yanaşıyordu. Eğlenceli bir grupla çıktığım bu yolculuktan epey keyif almıştım. İkinci gemi yolculuğum biraz sıkıcı geçmişti. İstanbul'dan bindiğim bir yük gemisi ile Afrika'da Somali'ye gitmiştim.

Viking Turizm'in alt şirketi olan AiRep'in davetiyle çıktığım son gemi yolculuğu ise muhteşem oldu. Bu kez İngiltere'nin Southampton kentinden bindiğim ünlü Queen Elizabeth-2 transatlantiği ile New York'a gittim. Yolculuk soğuk, rüzgarlı bir cumartesi günü öğleden sonra başladı. Pasaport kontrolü ve kabin numarasını almak için uzun bir kuyrukta, sıramın gelmesini bekledim.

DAİRE GİBİ KAMARA

Kapıda bavulumu kapan Filipinli bir görevli beni kamarama götürdü. Oda tahminimden büyüktü. İçeride iki tane geniş yatak, iki koltuk, bir küçük yuvarlak masa, çalışma masası, bir televizyon vardı. Ayrıca bir gardırop odası ve büyükçe bir banyo, küçük bir buzdolabının bulunduğu mini bar, kabinin diğer bölümlerini oluşturuyordu.

Vakit geçirmeden bavulumu açtım. Giysilerimin buruşmasından endişe ediyordum. İlk kez yanıma bu kadar çok eşya almıştım. Çünkü biletimle birlikte gönderilen tanıtım yazısında, giysi konusunda çeşitli uyarılar vardı. Örneğin şort sadece bazı mekánlarda ve dışarıda giyilebiliyordu. Öğle yemeklerine şık-spor bir giysi ile katılmak gerekiyordu. Akşam yemeğinde ise kravatlı siyah takım elbise veya smokin giymek şarttı.

Oda keşfine önce televizyon ile başladım. 18 kanallı televizyonda 24 saat yayın vardı. İsteyen film isteyen belgesel izleyebilirdi. Başucundaki telefonla dünyanın istenen her yeri ile konuşmak mümkündü. Ama dakikasının 12.5 dolar olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyordu.

Kamarada fazla vakit harcamak istemedim. Kalkış saatine kadar gemiyi gezmek, neyin nerede olduğunu öğrenmek niyetindeydim. Gemi 11 katlıydı. En aşağıdaki 7. Deck'te spor salonu, 6. Deck'te sağlık merkezi, 5.4.3.2 ve 1. Deck'lerde yolcu kamaraları, Quarter, Upper, Boat ve Sun Deck'lerde ise yaşam alanları yer alıyordu. Geceliği yaklaşık 1000 dolar olan balkonlu süit daireler de en üstteki Sun Deck'te bulunuyordu.

Geminin arka tarafında yüzme havuzu, güneşlenme alanları, küçük bir golf sahası, mini tenis kortu, yürüme mekánları yolcuların hizmetine sunulmuştu. Ama benim katıldığım yolculuğun üç günü fırtınalı geçtiği için, kimse bu bölümlerden yararlanamadı.

Altı gün süren yolculuk sırasında yolcuların sıkılmaması için her şey düşünülmüştü. Kütüphanede İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Japonca tam 7 bin kitap vardı. Yani yanına kitap almayı unutan ve dil bilmeyen Türk yolcuların, bu kütüphaneden yararlanma olanağı yoktu. Kütüphane görevlisi ile yaptığım kısa bir görüşmede, en çok okunan kitabın ‘Titanic Faciası’ ile ilgili olduğunu hayretle öğrendim.

Kütüphanenin dışında çeşitli etkinliklerin düzenlendiği iki büyük salon, bir büyük sinema, 9 tane bar, çeşitli kahveler, alışveriş merkezi, banka ve kumarhane yolcuların hizmetine sunulmuştu. Altı gün boyunca gerek gündüz gerekse gece, kumarhanenin boşaldığını hiç görmedim.

İlk kez bir transatlantikle yolculuk ediyordum. Rıhtımdan ayrılışın nasıl olacağını görmek için dışarıya çıktım. Neredeyse bütün yolcular benden önce güvertedeki yerlerini almıştı. Kendime güç bela bir yer açıp etrafı seyretmeye koyuldum. Queen Elizabeth-2 transatlantiği, 4 tane büyük römorkörün yardımıyla rıhtımdan ayrıldı. Karada bekleyenler ile gemide bulunanlar karşılıklı el sallaştı. Uğurlayanlar arasında tanıdığım olmadığı halde, adet yerini bulsun diye ben de el salladım. Uzun bir düdükten sonra dev gemi, yavaş yavaş Atlantik Okyanusu'na doğru ilerlemeye başladı.

Kıyafetim bara uygun olmadığı için asansörle kabinimin bulunduğu kata indim. Pantolon, gömlek ve ceketten oluşan ‘şık-spor’ giysilerime bürünüp bara çıktım. Bar iskemlesine tüneyip etrafı rasat etmeye başladım. Barın yanı başındaki pistte, yaşını başını almış orkestra elemanları 1940'lı yılların gözde caz parçalarını seslendiriyorlardı. Onların etrafındaki masalarda, bir zamanlar bu müziklerle aşık olmuş yolcular anılarını tazeliyorlardı. Yolculuk boyunca sürdürdüğüm gözlemlerden sonra, müşterilerin büyük bir bölümünün 70'li yaşların üstünde olduğunu gördüm. İçlerindeki 5-10 genç çift de sanırım balayı gezisine çıkmıştı.

Gençliğini anımsayan yolculardan bir kaçı, kendisini tutamayıp piste fırladı ve cazın kıvrak ritmine, titrek adımlarla ayak uydurmaya çalıştı. Cam kenarındaki bir masada Hintli altı yolcu kağıt oyununa dalmıştı. Tek başına oturan yaşlıca bir bayan dantel örüyordu. Biraz ilerimdeki beyaz saçlı bir yolcu da yanındaki arkadaşına, İkinci Dünya Savaşı'nda Yeni Zelanda'nın kuzeyindeki bir adada başından geçenleri anlatıyordu. Sıkıldım ve kalktım. Biraz sonra başlayacak olan ‘Hoş Geldiniz Partisi’ ve akşam yemeği giysilerine bürünmek için tekrar kamarama gittim.

Ilık bir duştan sonra bornoza sarılıp televizyon kanallarında gezinmeye başladım. Cazip bir şey bulamayınca kamaranın penceresinden, akşam güneşinin batışını seyrettim. Yeterli zaman harcadığıma kanaat getirdikten sonra siyah takım elbisemi giyip, üst salonların birindeki partiye katıldım. Elime şampanya kadehini alıp, kalabalığın arasından sohbetinden hoşlanabileceğim birilerini aramaya koyuldum.

İlk buluğum kişi eski bir rahip çıktı. Anladığım kadarı ile yeni bir grup oluşturuyormuş. Karısı ile birlikte hararetle bana bu oluşumu anlattı. Beni de aralarında görmekten mutlu olacağını söyledi. İlk fırsatta kalabalığa karışıp, rahip ve karısının yanından uzaklaştım. İkinci bir denemeden vazgeçip, kalabalığı seyretmeye koyuldum.

Partiden sonra akşam yemeği yenecek restorana geçtim. Burada bir açıklama yapmam gerekiyor: Queens Elizabeth-2'de yolcular sınıflara ayrılıyordu. Q (Queen) sınıfı en üstte yer alıyordu. Onu sırasıyla P (Princess and Britania), C (Caronia), M (Mauretania) sınıfları izliyordu. Bütün bu sınıfların yemek yedikleri restoranlar ayrı ayrı idi. Yani bir alt sınıf bir üst sınıfın restoranında yemek yiyemiyordu.

YEMEKTEKİ SÜRPRİZ

Kapıda beni esmer, yakışıklı bir delikanlı karşıladı. İngilizce adımı sordu. Masa numaramı söyledi. Önüme düşüp yerime götürdü. Tam ayrılacağı sırada gözüm yakasındaki isim kartına ilişti. ‘Osman’ yazıyordu. Bir heyecan, ‘Türk müsünüz?’’ diye sordum. O aynı şaşkınlıkla ‘evet’ dedi. İşte o andan itibaren gemideki yolculuğuma başka bir tat katıldı. Osman restoranın sorumlusu olduğu için, tahmin edeceğiniz gibi o akşam bana nefis bir ziyafet çekildi. Osman'la sohbeti uzattığım için restoranı en son ben terk ettim. Yemekten sonra bir barda biraz müzik dinledikten sonra yatmak için odama çekildim.

Bu hafta size transatlantikteki ilk günü anlattım. Gelecek hafta geriye kalan beş günü ve gemiyle okyanus geçmenin insanda ne tür duygular uyandırdığını anlatmaya çalışacağım.

Bu sefer için alınan malzemeler

1000 şişe şampanya, 12 bin şişe bira, 1850 şişe şarap, 900 litre cin, votka ve viski, 250 kutu puro, 50 bin karton sigara, 4100 şişe meşrubat, 42 bin 987 adet yumurta, 5 ton patates, 2765 porsiyon reçel, 3850 paket mısır gevreği, 34 kilo havyar, 28 kilo kaz ciğeri, 263 kilo ıstakoz, 227 kilo kahve, 12 bin 800 tane poşet çay, 190 kilo somon füme, 243 kilo çilek, bir ton domates, bir ton et, 1 800 kilo domuz eti, 910 kilo sosis, 388 kilo ördek eti, 5 ton patates, 2 ton un.
False