Değişen erkek zevkim

Alya, boynumdaki kangurunun içinde. Beyaz bacaklarını sallıyor. Etrafa gülücükler saçıyor. Ful enerji.

Minik parmaklarıyla önde duran topuzlu kadının saçını okşuyor.

Bir taraftan da yandaki adamın sırt çantasının ipleriyle oynuyor.

Yapma Alya.

Dokunma Alya.

Çekme Alya.

İtme Alya

Isırma Alya.

Sıradayız, uçağa girmeyi bekliyoruz.

Kulağına eğiliyorum ve fısıldıyorum:

- Konuştuğumuz gibi, tamam mı? Ma-ce-ra, ma-ce-ra...

Sanki anlıyormuş gibi heyacanlanıyor.

Ellerini kollarını sallamaya başlıyor.

O bir sıpa!

- Tamam macera yaşayacağız ama Alya 4 saat boyunca ağlamayacak di mi Alya?

Başparmağını ağzına alıyor, düşünceli bir hal takınıyor.

Sana asla söz veremem der gibi bakıyor.

- Bana bak... İner inmez yaygarayı basabilirsin ama uçakta lütfen asla! İnanmak istiyorum sana. Güvenmek istiyorum sana. Seninle daha nice yolculuklar yapmak istiyorum. Aramızdaki güven duygusu kaybolursa ne olur sonra... Tamam mı Alya? Ağlamak yok asla...

*

Hayattaki en büyük fobilerimden biri uçakta ağlayan bebek.

Yıllar yılı, uçakta ağlayan bebekleri ve annelerini izledim, dinledim.

Uzaktan baktım, uzakta durmaya çalıştım.

Ve onları yargıladım:

Bu çocuk niye susmuyor?

Annesi niye susturamıyor?

Ağlayan bebek yoktur, ağlatılan bebek vardır.

Kötü bebek yoktur, kötü anne vardır.

Nasıl böyle bir şeye müsaade edebilirler?

Başkalarına sıkıntı vermekten huzursuz olmuyorlar mı?

Ben olsam ya uçağa binmem ya da bir yolunu bulur sustururum...

Dedim yıllar yılı.

*

İyi halt ettim.

Büyük lokma yedim.

Öyle bir anne oldum ki, iki ülke, iki ev arasında mekik dokumak zorunda kalan, zırt pırt uçağa binen, kızını yanından ayırmadan, bir oraya bir buraya giden...

Türkçesi her an uçağa biniyoruz, her an aynı fobiyi yaşıyoruz.

Şimdi bir de çocuksuzken kafamın içinden neler geçirdiğimi, nasıl cümleler kurduğumu biliyorum ya...

Allaaaaah...

Siz bendeki paniği görün...

Ya insanları rahatsız edersek?

Ya insanlar bizden yaka silkerse?

Ya insanlar çocuğumu şımarık bulurlarsa?

Yargılarlarsa...

İlk söylemem gerekeni en sona bıraktım kusura bakmayın...

Ya Alya ağlarsa?

Şimdiye kadar ağlamadı.

Ama bu, benim fobimin geçtiği anlamına gelmiyor.

Çünkü soru hálá Damokles’in kılıcı gibi tepemde asılı duruyor:

Ya uçakta ağlarsa?

Bir de, bu çocuk denilen insan türünün devreleri varmış. Bir dönem saksı gibiler, çanta içinde istediğin yere rahat rahat taşıyabilirmişsin, ama bir dönem gelirmiş ki -o şimdi- dünya ile tanışma döneminde, her şeyi merak ediyor, her şeye dokunuyor, her şeyi ısırıyor, yalıyor, tanımaya çalışıyor, doğruluyor, emekliyor, bir dakika bile yerinde durmuyor, hayatı zaman zaman, burnumdan getiriyor...

Bu arada müzikalitesi de çok yüksek.

Bülbül şakımasına benzeyen sesler çıkartıyor.

Onlarla bir şeyler anlatıyor.

Ritmine bakılırsa, mükemmel cümleler kuruyor.

Ama işte ne dediğini anlayabilmek için uzman olmak gerekiyor.

*

Uçağa girdik.

O dar koridorda Alya’yla birlikte ilerlemeye çalışıyoruz.

Oturacağımız koltuğun sırasına vardığımızda, göz göze geliyoruz.

50 yaşlarında bir erkek.

Henüz beyaz bir Brezilyalı olduğunu bilmiyoruz.

Ama sporla uğraştığını anlıyoruz, çünkü bedeni son derece düzgün.

Kucağımdaki çocuk, karşımdaki adamın bedenini gözden geçirmeme engel değil.

Zaten kucağımdaki çocuk da ona bakıyor ve gülümsüyor.

Boynuz kulağı geçiyor.

Mu ne?

Ayağa kalkıyor, elimdeki çantaları alıyor.

Ve kangurumu çıkarmama yardım ediyor.

Alya, bu fırsatları asla kaçırmıyor.

Sahnede rol sırası gelmiş star oyuncular gibi gülerek anın keyfini çıkarıyor. Karşısındaki adama bütün numaralarını göstermeye başlıyor.

Gülüşüyoruz.

Yan yana oturuyoruz.

Ne hoş!

İyi bir yolculuk olacak.

Abu Dabi’deki bir futbol takımının teknik direktörüymüş.

Mustafa Denizli ve Fatih Terim kadar karizmatik ama onlardan daha yakışılı.

Son on yılını Arap ülkelerinde para kazanmaya vakfetmiş.

Kuveyt, Katar, Bahreyn ve Suudi Arabistan’da fubol takımları çalıştırmış.

Şimdi Abu Dabi’de yaşıyormuş,

Evli, üç çocuklu.

En büyüğü 24 yaşında.

*

Alya’yla öyle bir flört ettiler ki, inanılır gibi değil.

Alya sırtını bana verdi, ayakları adamın kucağında...

Gözlerini bir dakika bile ondan ayırmadan yol boyunca seyahat etti.

O kadar çok ilgilendi ki, Alya hiç ağlamadı, ben de ona minnettar kaldım.

Pardon, minnettar derken...

Birdenbire fark ettim ki, benim beğendiğim erkek proto-tipim değişmiş.

Daha doğrusu, eski erkek beğeni ölçülerime bir yenisi eklenmiş:

Eğer bir erkek, çocuklu bir kadına gülümsemiyorsa, ondan kaçıyorsa, o çocukla şakalaşmıyorsa, gözü çocuğa takıldığında yüzü bir an olsun yumuşamıyorsa, hamile bir kadına yer vermiyorsa, yardım etmiyorsa, karnına yarı çapkın yarı masum bakmıyorsa, artık benim ilgimi çekmiyor.

Böyle erkekleri eksik buluyorum.

Bir hayat bilgisinden yoksun olduklarını düşünüyorum.

Bir pencereleri yok.

Ya da kapalı.

Açmak için kim uğraşacak?

Onlara neler kaçırdıklarını kim anlatacak?

Ben değil.

Amaaaa...

Hamile bir kadına ‘Kaç aylık? Kız mı erkek mi?’ gibi sorular yöneltiyorlarsa, gülümseyerek karınlarına bakıyorlarsa şahane...

Ya da bebeğinizin ayağını gelip okşuyorlarsa...

Başka bir derinlik veriyor çocuk sevgisi erkeklere...

Diye düşünüyorum.

Kafası çalışan bir erkek, numaradan bile olsa, çocuk seviyormuş gibi yapmalı, çok işe yarıyor, benden söylemesi.

Ralph gibi.

Onu bir daha göremeyecek olsa bile, Alya’yı gerçekten çok sevdi.

Benim de kalbimde özel bir yer edindi.

Çocuğunuzu sevenleri siz de seviyorsunuz.

Fakat dangalak olduğum için iltifat edeceğim diye, ‘Belli ki, siz bebek özlemişsiniz. Sizin dede olma zamanınız gelmiş!’ dedim.

En büyük kızı 24 yaşında ya...

Demez olaydım.

Güldü.

Ama gülüşü biraz buruk gibi geldi bana.

Eyvah, adamı kırdım mı yoksa?

İnerken durumu toparlamaya çalıştım.

‘Fikrimi değiştirdim, sizden çok iyi baba olur!’ dedim, ‘50 yaş da dede olmaktan çok, baba olmak için uygun bir yaş...’

Hissettim ki, kalbini kazandım.

Alya’nın ayağını öptü.

‘Adios, tatlı kız’ dedi.

Ve gitti.
Yazarın Tüm Yazıları