Dayaksız duramayan adam

Akşamüstü eve dönüyordum. Bizim apartmanın merdivenlerine ufak tefek biri çökmüştü. Gözünün biri mosmordu ve yarı yarıya kapanmıştı.

Armut sapı gibi boynunu sıska omuzlarının içine çekmiş, hafifçe inliyordu. Burnundan yere şıp şıp kan damlıyordu. İçimi bir acıma duygusu kapladı.

‘Geçmiş olsun, araba mı çarptı?’

‘Yok abi, kavga ettim. Üç kişiydi namussuzlar.’

‘Burnun fena kanıyor.’

‘Boşver abi, geçer.’

‘Kolay geçeceğe benzemiyor. Sen gel benimle’
deyip koluna girdim ve cadde üstündeki eczaneye götürdüm. Eczacı, adamın burnuna damar büzüştürücü bir ilaç sürdü ve tampon koydu. Yüzünü de tamir edip plaster yapıştırdı. Bu ara bizimki, canı yandığından olacak eczacıya verdi veriştirdi. Eczaneden çıkarken hálá söyleniyordu.

‘Bunlar eczacı değil nalbant abicim. Adamın bir yerini düzeltirken dört sağlam yerini sakatlarlar billa!’

Eczanenin bitişiğindeki manavın önünden geçerken meyvelerin ve sebzelerin üstlerindeki etiketleri inceledi. Sonra da manavın burnuna kadar sokulup,

‘Çüşşş!..’ dedi.

‘Bana mı dedin?’

‘Tabii sana dedim. Şehrin göbeğinde eşkıyalığa çıkmışsın. 2 milyona domates mi olur be!.. Sizin gibi açgözlü hırsızların yüzünden enflasyon minare boyu oldu. Fakir fukara aç kaldı!’

Bizimki veriştirmeye devam edecekti ama manav, irice bir bostan patlıcanı seçip adamın kafasına vurdu. Ben de adamı yerden kaldırıp tekrar eczaneye soktum. Eczacı, yeniden kanamaya başlayan burnundaki tamponu değiştirdi. O da eczacıya,

‘Ohhaa, sobaya odun mu sokuyorsun ayı!..’ dedi. Ardından da canı yandığı için küfürle karışık ciyakladı. Eczacı, tamponu iterken adamın canını kasıtlı olarak yakmıştı sanırım. Eczaneden çıkar çıkmaz,

‘Haydi geçmiş olsun. Kendine iyi bak. Benim acele işim var, hoşçakal’ deyip hızla yürüdüm. Köşeyi dönünce gündüz büfe, akşam koltuk meyhanesi olarak çalışan dükkána daldım. Başımdaki belayı savuşturmanın keyfiyle rakımdan okkalı bir yudum aldım. Ama aynı keyifle yutmak kısmet olmadı. Benim sıska adam,

‘Abicim be, kusuruma bakma. Senin bana gösterdiğin insaniyetliğe karşı bir teşekkür bile edemedim. Bir kadeh rakımı içmezsen ben bu gece kahrımdan uyuyamam’ deyip karşımdaki tabureye çöktü. Garson Remzi’ye de,

‘Bize bir ufak aç, ne kadar mezen varsa da getir’ diye talimat verdi. Ben, nasıl becersem de tüysem diye düşünürken,

‘Haydi abicim insaniyetliğinin ve dostluğumuzun şerefine içelim’ diye kadeh kaldırdı. Adı Halil’miş. Hangi işe girdiyse hep haksızlığa uğrayıp işten çıkarılmış. Evlendikten bir ay sonra karısı da onu terk etmişmiş. Zaten bu dünya kahpelerin dünyasıymış. İnsaniyetlik ölmüşmüş. İyiler, ezilmeye mahkummuş. Bunları anlatırken yanımızdan geçen garson Remzi’yi kolundan yakaladı.

‘Bu Rus salatasını kaç yıl önce yaptınız be!.. Şunu götür de tazesini getir.’

Remzi tabağı alıp tezgáha götürdü. Bir kaşıkla Rus salatasını karıştırıp üstündeki sararmış kısımları alta aldı ve tekrar masamıza getirdi.

‘Hah şöyle!.. Bak abicim, bu dünyada hakkını aramazsan adamı keriz yerine koyup ezerler. Şimdi de şu köfteleri geri götür garson efendi. Bunları lastikten mi yaptınız be!.. Garanti keçi etindendir. Ciklet çiğner gibi yarım saattir çiğniyorum, yutamıyorum.’

Halil’in bağırtısına meyhanenin sahibi İsmail geldi. İsmail, Tekirdağlı uysal bir delikanlıdır. Ecdadına sövseler güler geçer. Ama köftelerine laf ettirmez. Baktım, mavi gözlerinde sarı kıvılcımlar çakmaya başlamıştı. Boşver gibisinden kaş-göz edip Tekirdağlı’yı sakinleştirdim. O da Halil’e Rumeli işi bir şaplak çekemediği için homurdanarak gitti. Ben İsmail’le uğraşırken Halil yandaki masayla muhabbete başlamıştı.

Ama az sonra Halil ayağa fırladı. Bıyıkları sarkık delikanlı kendisini tutmaya çalışan arkadaşının elinden kurtuldu. Ben de İsmail’i çağırdım. Tekirdağlı, elinde koca bir bakır kepçeyle geldi.

‘İsmail, arkadaşları sokağa çıkar da biraz temiz hava alsınlar’ dedi. İsmail de onları nazikçe iteleyerek kakalayarak dışarı attı. Meyhanedeki herkes kavga seyretmek için dışarıya hüryaa etti. Ben, yerimden kımıldamadım. Rakımı yudumlayıp Rus salatasından bir çatal aldım. Kavganın sonucunu nasıl olsa biliyordum. Meyhane halkı, iki dakika sonra düş kırıklığına uğramış ifadeli suratlarla geri döndü. Ben acele etmeden rakımı bitirip hesabı ödedim ve dışarı çıktım. Halil’i yattığı yerden toparlayıp eczaneye götürdüm. Eczacı, bu kez tampona dokunmadı. Halil’in patlamış dudaklarına keyifle tentürdiyot sürdü. Halil de ah-vah arasında ona yine küfretti. Dışarı çıkınca Halil’le vedalaşıp gitmeye davrandım, ama ne fayda. Önce koluma sonra belime sarıldı. Benim insaniyetliğim karşısında bir kadeh rakısını içmezsem ölse de beni bırakmayacağını, hayatta kendisine iyi davranan tek insan olduğumu, artık benden ayrılmayacağını, vur dersem vuracağını, kır dersem kıracağını bir avaza anlatmaya başladı. Ben, kendimi kurtarmak için debelendikçe Halil, belime daha fazla yapışıyordu. Gelip geçen cadde ortasında güreşen iki kişiyi görünce çevremizde toplanmaya başladı. Bir ara punduna getirip iç çangalla Halil’i yere yıktım. Etraftan,

‘Herif ihtiyar ama iyi güreşiyor’ gibisinden takdir sesleri yükseldi. Hatta, iki kişi alkışladı bile. Tam Halil’in üstünden kalkıp tüyecekken tepemize bir polis dikildi. Koluma yapışıp burada ne halt ettiğimizi sordu. Halil de yattığı yerden,

‘Sana ne be, bırak abimin kolunu!.. Yoksa fena olur!..’ dedi. Gerçekten de fena oldu. Halil, ayağa fırlayıp polisle dalaşmaya kalkınca polis bizi önüne kattı ve Mecidiyeköy Karakolu’na götürdü. Nöbetçi komiserin odasına girer girmez Halil,

‘Benden size kapik işlemez!’ dedi.

‘Ne kapiği, sen ne diyorsun?’

‘Bizi buraya niye getirdiğinizi bilmiyor muyum? Salıvermek için rüşvet isteyeceksiniz. Beni sövüşleyecek adam daha anasından doğmadı!..’

Komiser odadaki polislere,

‘Bu arkadaşı götürüp sakinleştirin’ dedi. Halil’i odadan çıkardılar. Ben de komisere derdimi anlattım. Karakoldan çıkınca Halil’in koluna girmek zorunda kaldım. Yere basarken inleyip zorlanıyordu.

‘Abi dedik seni bağrımıza bastık, ama sen de bize hiyanet ettin. Senin yüzünden sabahtan beri dayak yiyip duruyorum. Sen de puştun biriymişsin.’

‘Höst lan, o ne biçim söz, ağzını topla!..’

‘Toplamazsam ne olurmuş lan moruk?’

Tam Halil’in burnunun üstüne bir yumruk kondurmaya hazırlanıyordum ki herif bana daha önce vurdu. Yumruğu sivrisinek ısırığı gibiydi. Ama önce sallanır gibi yaptım sonra da kendimi yere attım. Halil’in suratındaki öfke dolu gergin çizgiler yumuşadı, yüzü ışıdı. Sevinçle,

‘Allah’ım nihayet birini dövdüm!..’ diye bir nara attı ve seke seke keyifle uzaklaştı. Kanayan burnuma mendilimi bastırıp eczaneye gittim. Ama kapanmıştı.
Yazarın Tüm Yazıları