GeriSeyahat Dağlarin ruhuyla konuştum
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Dağlarin ruhuyla konuştum

Dağlarin ruhuyla konuştum

Hiç, dağlara çıkıp kayboldunuz mu? Tabii ki, kaybolmadınız. Ben, yolunuzu kaybetmekten bahsetmiyorum. Zaten dağlara çıkmak başlı başına birşey. Bir de, kaybolmak... Anlaşılır gibi değil. Fakat, dağlara çıkmadıysanız, tavsiye ederim. Hem de, yürekten.

Elbette ki, dağcıların yaptığı türden zor tırmanışları kastedmiyorum. Dağcılık, başlıbaşına bir spor. Ben sadece herkesin yapabileceği türden hafif bir tırmanıştan söz etmeye çalışıyorum. Vee, Karadeniz'in dağları bu iş için yaradılmış sanki. İster dağcı olun, sert bir parkur seçip tırmanın. İsterseniz, benim gibi yürüyüş olsun diye dağların havasını teneffüs edin. Herkese uygun bir parkuru rahatça bulabileceğiniz bir bölge.

Fakat, bunu mutlaka yapmalısınız. Yani dağlarda dolaşmayı... Özellikle de Batı Karadeniz bu mevsimde muhteşem...

Kaybolmaktan bahsediyorduk. Veee, ben kayboldum. Hem de öyle bir kayboldum ki, hala kendimi bulmuş değilim.

Geçenlerde Bartın'a bağlı Kurucaşile'den tepelere doğru arabamızın gittiği yere kadar ilerledik. Ve, artık dağ yolunun izin vermediği yerde arabamızı park edip tırmanmaya başladık.

Tırmanış denildiği zaman insanın aklına hemen dimdik kayalar, ipler falan geliyor. Fakat, bizim tırmanışımız, hafif eğimli bir yolda (Tabii her taraf ağaçlarla kaplı) ağaçların arasında domuzların açtığı patikadan ibaret.

Önce, sakin bir yürüyüş tutturup büyük bir neşeyle ilerliyoruz. Tabii bu arada bastığımız yere bakmaktan etrafın nasıl olduğunun farkında değiliz. Bir taraftan yürürken, bir taraftan da domuzlara duyduğum minneti dile getiriyorum. Bu sırada bize rehberlik eden Hüseyin taze toprağın üzerindeki bir izi işaret edip ‘‘Bakın bakın, buradan ayı geçmiş’’ dediği anda hemen başına toplanıyoruz.

Bir ayı izinin bu derece heyecan yaratacağını oturduğunuz yerden asla düşünemezsiniz. Hele Özkan, (Sürücümüz. Arabada oturup bizi beklemek yerine maceraya gönüllü katıldı. Tabii bizim teşviklerimizin de payı büyük!) kendini tutamayıp ‘‘Ne zaman geçmiş? Ne zaman geçmiş? İzler taze mi?’’ diye telaşla sorunca Yüksel (A Otelin müdürü) ve Hüsnü (Fotoğrafçımız) ellerine malzeme geçmiş olmanın keyfiyle ‘‘Aaaa, evet, evet. Galiba az önce geçmiş’’ deyip gülmekten kendilerini alamadılar. Tabii Özkan bu işe fena halde bozuldu fakat, belli etmedi. Artık, Yüksel ve Hüsnü'nün eline düşmüştü...

Kirazlı Dere'den yürümeye başlayıp Saray Tepesi denilen yere nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum. Köylüler buraya ‘‘Daşdamı’’ diyorlar. Taşlarla dolu olduğundan herhalde...

Kafamı kaldırıp etrafa iyice bakıyorum. Tanrım! Olağanüstü bir duygunun içimde giderek büyüdüğünü hissediyorum. Etrafımız dağlarla kaplı. Ve, biz nerede bulunduğumuzun ayırdına varamayacak bir yerdeyiz. Tepelerde bir yerlerde. Dağlar, bütünüyle ağaçlarla kaplı.

Taşların bulunduğu yere doğru ilerliyoruz. Bunlar da ne böyle? Burası antik bir kentin harabelerini andırıyor. Yüksel, hemen açıklamaya başlıyor.

‘‘Burası adından da anlaşılacağı gibi (Saray Tepesi) bir kentin kalıntılarının bulunduğu yer.’’ Gerçekten de bir duvar olduğu anlaşılan harabeye yaklaşıyorum. Belli ki, burada birileri gizlice hazine bulmak umuduyla kazı yapmış. Hiç onaylamadığım halde, neyse ki, yapmış, diyorum içimden. Böylece daha bir ortaya çıkmış. Civarda sütun ayaklarına rastlıyoruz. Aslında burada işinin ehli olan kişiler tarafından esaslı bir kazı yapılacak olursa tarihe ışık tutabilecek kimbilir neler çıkar?..

Yüksel, ‘‘Amastrist'in yıktırdığı kent’’ deyiveriyor. Akalar ve Fenikeliler ve daha sonra Pontus ve Cenevizlilerin buralara üs kurdukları tarihi bir gerçek. Burası ünlü ‘‘Cromna’’ kenti olabilir. Tabii neden olmasın? Bu topraklar, bilemediğimiz kimbilir daha neler neler gizliyor?

Bu sırada ağzım kuruyor. Civarda da suya benzer birşey göremiyorum, ve soruyorum. Hüseyin hemen, ‘‘Burası Karadeniz. Heryerde su var’’ deyip hemen yol göstermeye çıkıyor. Ben de, peşinden. Bu kez, son derece dik bir yamaçtan aşağı iniyoruz. O sırada kulağıma şarkı gibi şırıldayan suyun sesi geliyor. Hemen inip hiçbir yerde tadamayacağım lezzeteki suyu avuçluyorum. Bütün yorgunluğum gidiyor.

Doğrulup yukarılara baktığımda birden bire tuhaf bir halin beni sarmalamaya başladığını hissediyorum. Kendimi öylece bırakıyorum. Çevremde bulunan herşeyin kaybolmaya başladığını hissediyorum. Biri bana sesleniyor sanki. Fakat, anlayamıyorum. Etrafıma bakıyorum.

Çevremdeki insanlar yavaş yavaş belirmeye başlıyor. Ancak, herkes kendi havasında. Bana seslenen yok. İşte o zaman anlıyorum ve kendimi yeniden bırakıyorum.

Evet, evet... Düpedüz benimle konuşan, dağlar... Olağanüstü bir hal bu... İçimin enerjiyle dolduğunu hissediyorum. O sırada Hüsnü sesleniyor. Ve, içinde bulunduğum halden bir çeşit düşme duygusuyla sıyrılıyorum.

Hüsnü ısrarla ‘‘Haydi gidelim, vakit geçiyor. Birazdan Güneş gidecek ve daha çekimler bitmedi’’ diyor. İçimden Hüsnü'ye çok şey söylemek geçiyor fakat, adam haklı.

Hemen toparlanıp çıkıyoruz. Çıkıyoruz ya, aslında yukarıya tırmanan bedenim. Ben ise oradayım. Pınarın başında. Hala orada kalmaya devam ediyorum, Yasemin'ce...

False