Dağınık zamanlar

İstanbul’un bu kaprisli sonbaharlarını çok severim.

Çekici, içten, neredeyse kadınsı bir kararsızlığı vardır, sanki ruhunun her anını, her çizgisini, her titreşimini göstermek isteyen bir telaşla bir halden bir başka hale geçer.

Bazen güneş ışıkları içinde yürürken aniden ortaya çıkıveren bir bulutun titrek ve mütereddit yağmuruyla ıslanırsın, bazen çılgın sağanakların kısa sürede yerini parlak bir aydınlığa bıraktığına şahit olursun.

Bahçe güllerinin açmaya hazırlanan tomurcuklarına ömrünü büyük bir zarafetle bitirmiş kızıl bir yaprak takılır bazen.

Çocuksu sayılabilecek bir neşe, olgun bir melankoliyle iç içe geçer.

Her şey belirsizdir.

Şaşırtıcı sürprizlerle dolu bir anarşi hayatı ele geçirmiş gibidir.

Günün her anında beklenmedik bir görüntüyle karşılaşırsın, açık ayakkabılar kalın çizmelerle yan yana yürür, güneş gözlükleri şemsiyelerin altındadır, şeftalilerle mandalinalar aynı sergide dizilidir, kuru yapraklar yeşil çimenlere dökülür, gölge ve ışık yumuşak adımlı bir raksın ritminde yer değiştirip durur.

Bütün o bulutların, ışıkların, yağmurların, ölü yaprakların, taze çimenlerin, her an değişen kokuların arasında ruhun alaycı bir boşvermişlikten kederli bir endişeye duvardan duvara gezinen bir kedi gibi dolaşır.

Duyguların, bütün notalarını aynı anda çalan bir piyano gibi sahip olduğu bütün sesleri çıkarır.

Hayat, Gaudi’nin o eşsiz katedrali gibi dikilir karşına.

Bütününe baktığında muhteşem bir yapı olarak, ayrıntılarına baktığında ise fevkalade dalgacı hatta bazen komik sayılabilecek kadar gereksiz süslerle dolu görünür sana.

Acaba hayata en çok benzeyen şey, Barcelona’daki o katedral mi diye düşünürsün.

Ben o katedrali ilk gördüğümde gökyüzünden inmiş bir yaratığın gözlerine bakar gibi şaşkınlıkla, dehşetle, hayranlıkla bakmıştım.

Katedralin karşısına dizilmiş ucuz mallarla dolu işportaların arasında durup uzun uzun onu seyretmiştim.

Bu büyük mabedin ince kulelerinin tepelerine üzüm salkımları, çilekler yerleştirilmişti, giriş kapısının üstündeki İsa heykelinin bir yanında bir inek, diğer yanında bir eşek başı vardı.

Katedralin duvarları, hayata saldırır gibi fırlayan sivri uçlu taşlardan yapılmıştı.

Bir masala benziyordu.

Siyah pelerinli cadıların mağarası da olabilirdi, iyi kalpli perilerin şatosu da...

Bu kadar etkileyici bir şeyi ne daha önce ne de daha sonra gördüm.

Üniversiteden mezun olurken kendisine diplomasını veren profesörün, "bu diplomayı bir çatlağa mı yoksa bir dahiye mi veriyoruz, bilmiyorum, bunu zaman gösterecek" dediği bu Katalan mimar, benzersiz katedralini bir planı olmadan, yalnızca sonsuz hayalgücünün zihninde yarattığı görüntülere dayanarak yapmıştı.

Bütün ömrünü vermiş ve bitirememişti, arkasında da bir plan bırakmamıştı.

Acaba, tanrı da dünyayı böyle mi yarattı diye düşünmüştüm.

Bir planı olmadan, sadece hayalgücüyle...

Muhteşem bir masal gibi...

Bazen ürkütücü, bazen sevimli, bazen kederli, bazen şen, bazen öfkeli, bazen sevecen; her baktığın yerden başka bir duygunun cezbesine kapıldığın bir şaheser.

Gaudi’nin yaptıklarıyla hayat birbirine çok benziyordu.

Ve Gaudi, tanrı gibi yapayalnız yaşamıştı, yardımcıları vardı ama bir eşi yoktu.

Eserleri anlaşılamayan bir sihre sahipti.

Parça parça baktığında, "kitsch" denilen o aşırı süslü hatta çirkin ayrıntıları görüyordun ama o çirkinlikler bir araya gelip nasıl olduğu kavranılamayan bir büyüyle muhteşem bir abideye dönüşüyordu.

Sonra Gaudi’nin yaptığı bütün binaları gezmiştim.

Düz olan hiçbir şeye tahammülü yoktu.

Duvarlar bile düz değildi.

Ve, birden şu tuhaf gerçeği fark ediyordun, doğada da düz bir şey yoktu.

İddialara göre de Gaudi doğanın bu "düzenden uzak düzeninden" etkilenmişti.

Romatizmalı, huysuz bir çocuk olduğundan yapayalnız büyümüş, oynayacak arkadaşı olmadığından dağ bayır dolaşmış, doğayı incelemiş, deniz kabuklarından, ağaçlardan, ıstakozlardan etkilenmişti.

Çirkinlik karşısında bu kadar korkusuz davranan, o çirkinlikleri inanılmaz bir güzelliğe çevirebilen başka bir insanoğlu tanımadığımı söylemeliyim.

İnsanlık tarihinin tanrıya en çok benzeyen üyesi herhalde bu tuhaf ve yalnız adamdı.

Aynı yarımadada doğmuş diğer "çılgın" dáhiler, Picasso, Dali, Miro, onun yanında "yetenekli" ve iyi çocuklar gibi kalıyorlardı.

Gaudi’de, çirkinlik, güzellik, vahşet, saldırganlık, saflık, masumiyet, karmaşa vardı.

İlk eserlerini yaptığında çok alay edilmiş, çok eleştirilmişti.

Bir binasının yıkılması için dilekçeler bile yazılmıştı.

Eğer tanrının "meslektaşları" olsaydı sanırım o da dünyayı yaptığında aynı eleştirileri alırdı.

Kaprisli ve alaycı bulurlardı onu.

Gaudi’nin binalarına baktığınızda da küstah bir alaycılık seziyordunuz.

Bir ev yapmıştı, içinde bir tek düz duvar yoktu, çatısı geniş basamaklardan oluşuyordu, bacaları maskeli haydutları andırıyordu.

Onun, bizim peribacalarından esinlendiği söyleniyordu.

Bu sonbahar günlerinde hayat bana Gaudi’nin eserleri gibi gözüküyor, karmaşık, eğlenceli, masalsı, ürkütücü ve çekici.

Onun duvarlarından fırlayan taşlar gibi garip cümleler fırlıyor zihnimden.

"Bir kadının arada bir kalbini kırmalı" diyen bir film kahramanının sözleri görüntülerin arasından çıkıveriyor.

Bunu söyleyen bir kadındı.

Aslında çirkin sayılabilecek bir cümle unutulmaz bir katedral gibi yerleşiyor insanın hafızasına.

"Bir kadının arada bir kalbini kırmalı."

Niye?

Bilmiyorum.

Ama bunu söyleyen kadını dinlediğinizde çok ikna edici geliyor.

Bir bağın, bir sevginin, bir aşkın gelişmesi, büyümesi, yerleşmesi için sanki "arada bir kadının kalbini kırmanın" gerekliliğine inanıyorsunuz.

Böyle yapmalı mı gerçekten?

Kadınları arada bir üzmeli mi?

Böyle bir duyguya ihtiyaçları mı var kadınların?

Tanrı, Gaudi’nin babası, kendi katedrali olan hayatı inşa ederken kulelerden birinin üstüne böyle bir duygu mu yerleştirdi?

Sürekli bir memnuniyet, düzen, hiçbir sınırla kesilmemiş bir şefkat sıkıcı mı geliyor?

Bir aşkta hiç düz duvar olmamalı mı?

Hep eğik, eğimli, şaşırtıcı hatta ürkütücü kıvrımlarla mı ilerlemeli?

Kadınların bana bunu anlatmasını isterdim.

Neredeyse hiçbir düz hat yaratmayan tanrı, düz ve düzenli bir duygu da yaratmamış mıydı?

Her şey, bu sonbahar günleri gibi, Gaudi’nin binaları gibi karmaşık, kaprisli ve alaycı olabilir miydi?

Belki de bazen kadınların üzülmelerine yardımcı olmalı.

Öyle diyordu o kadın, "bazen kadınların kalbini kırmalı..."

O kalp kırıklığının yarattığı karanlık çöküntü, çevresindeki sevgiyi, düşkünlüğü, şefkati daha berrak ve çekici gösteriyordu belki de.

Gaudi’nin duvarlardan fırlayan taşları nasıl masalsı bir hava katıyorsa yaptığına, belki de kalp kırıklıkları, üzüntüler, acılar da duyguların masalını yaratmak için gerekliydi.

Kadınların "düz" şeyleri sevmediğine inanırım.

O düzlükte bir rahatlık bulsalar da asla düz bir şeye bağlanmayacaklarını düşünürüm.

Acaba o kadın bunu mu söylemek istiyordu?

"Bir kadının arada bir kalbini kırmalı."

Saçma bir cümle gibi bu... Ama bir gül tomurcuğuna takılmış ölü bir yaprak da saçma, bir deniz minaresinin görüntüsü de saçma, Gaudi’nin katedrali de saçma, hatta biraz daha ileri gidersek hayat da saçma.

Gençliğinde giyimine çok dikkat eden Gaudi, yaşlandığında yapmakta olduğu katedralin bir köşesine yerleşmiş, insanlardan uzak, bakımsız ve özensiz giysilerle yaşamaya koyulmuştu ve 74 yaşında bir tramvayın altında kaldığında onu kimse tanımamış, "yaşlı bir berduş" gibi bir hastanenin bir köşesine atılmıştı.

Orada öyle ölmüştü.

Bu saçma değil mi?

Gaudi’nin eserlerine baktığınızda çirkinlikle güzelliğin nasıl birbirine dönüştüğünü görüyordunuz, belki hayat da saçmalıkla anlamlılığın birbirine dönüştüğü bir yapıdır.

Gaudi’yi yaratan tanrı yarattı bu dünyayı da...

Istakozları, salyangozları, at kestanelerini, dikenleri, sarmaşıkları, eğri büğrü dalları yaratan da aynı tanrı.

Koskoca yeryüzünde bir tek düz ağaç dalı yaratmamasına ne diyeceğiz?

Ağaç dallarının hepsi eğri olmalı....

Kadınların arada bir kalbini kırmalı.

Arada bir üzmeli onları.

Sorsak, "evet öyledir, arada bir kalbimizi kırmalı erkekler" diyecek bir kadın bulamayız.

Ama, kalbini hiç kırmamış bir erkeğe deli gibi aşık olmuş bir kadın bulabilir miyiz, ondan da kuşkuluyum.

Bu sonbahar günleri...

Karmaşık, telaşlı, kaprisli günler.

İnsanın ruhunu ve zihnini, güneşli yağmurlar gibi saçmalıklarla eğlendiriyor.

Duygularınız ve düşünceleriniz düzenini, düzlüğünü kaybediyor.

Gaudi’nin katedraline benziyoruz hepimiz.

Cadı mağaralarıyla, peri şatoları aynı ruhta toplanıyor.

Ve tuhaf cümleler hatırlıyoruz.

Çok dindardı Gaudi.

Yatak odasını gördüm, orada bir dua köşesi vardı.

Onun elinden çıkan bir kilisenin kuleleri ise şekerden yapılmış gibi rengarenk ve komikti.

Hangi güven ona bir kilisenin kulesini öyle yaptırmıştı?

Çirkinlikten ve saçmalıktan korkmama gücünü ona kim vermişti?

Çirkinlikten ve saçmalıktan korkmayan bir kudret herhalde.

Saçma gözüken cümlelere dikkatle bakmalı.

Bazen şaheserler o saçmalıklardan çıkıyor çünkü.

Belki de arada bir kırmalı kadınların kalplerini.

Hayatımda gördüğüm en etkileyici şaheser, saçmalıklardan ve çirkinliklerden oluşabiliyorsa, belki de aşk da kalp kırıklıklarından, acılardan oluşuyordur.

İstanbul’un bu kaprisli sonbaharlarını çok severim.

Böyle günler saçmalamaktan, saçmalıktan korkmamamı hatta onları sevmemi, Gaudi’yi ve tuhaf cümleleri aynı rahatlıkla hatırlamamı sağlıyor.

Bir katedrale benziyor hayat.

Taşları diken diken bir katedral.

Saçma, çirkin, eğlenceli bir şaheser.

Öyleyse, arada bir kırmalı kadınların kalbini.

Belki de hiçbir dalı düz yapmayan tanrı böyle istiyor.
Yazarın Tüm Yazıları