Cümle áleme bildirdim: Ne arayın ne sorun, ne çağırın ne gelin

Tek hedefim tombulluktan balık etine, balık etinden bildiğim Figen’e dönmek!

Verdiğim sözü tutamamak gibi bir huyum var.

Başkalarına değil, kendime.

Tamam diyorum, yarından tezi yok şunu şunu şunu yapacağım.

Ya da tersi, yapmayacağım.

Sen misin söz veren?

O andan itibaren aklımı sadece muzur çeliyor.

İçime şeytan girmiş gibi yapmamam gereken ne varsa yapıyor, yapmam gerekenleri sallıyorum.

Sonra gelsin suçluluk duygusu, ahlamalar, sızlamalar.

Kendime not versem Sıfırcı Hamdi’yi geçerim, durum öyle vahim.

Lafın nereye uzanacağını kestirmişsinizdir.

Kış, yaş, tiroid, davet, yolculuk, zaruret, mecburiyet derken son iki yılda o kadar kilo aldım ki, aynadaki suretim bile bana yabancı. Hani boşversem neyse de, canım sıkılıyor.

Baktım kendi kendime verdiğim söz abesle iştigal, Afrika dönüşü cümle aleme bildirdim: Kendimi kızağa çekiyorum dedim. Hazirana kadar ne arayın ne sorun. Ne çağırın ne gelin. Bundan böyle tek hedefim tombulluktan balık etine, balık etinden bildiğim Figen’e dönmek! Yürüyüşse yürüyüş, diyetse diyet, bade ile araya mesafe koymaksa mesafe, falan feşmekan.

İlk hafta kendi rekorumu kırdım. Bozmadım, bozulmadım.

Ama sonra hava birden serinledi, derece otuzdan onbeşe indi ya, kıvranmaya başladım.

Güneşsizlik beni eve mıhlar.

Ev mutfağa.

Mutfak çıkmaza.

Çıkmaz dediğim: Girdin mi pişireceksin, pişirdin mi ya yiyecek ya yedireceksin.

Baktım olacak gibi değil kendimi sokağa attım. Sokağa çıkmak kolay da, baştan çıkmamak için nereye gitmeli ?

En masum yer kitapçı gibi göründüğünden doğruca Remzi...

Şiir, yeni çıkanlar, roman, deneme, sağa sola göz atıldı ve farkına bile varılmaksızın yemek kitaplarının durduğu reyonun önüne mıhlanıldı: Picasso’nun Sofrası, Hemingway’in Şenliği, Tuğrul’un eski bir baskısı...

Raf. Raf. Raf.

Okudum. Okudum. Okudum.

Geçiniz. Geçiniz. Geçiniz.

Zınkkk.

O da ne?

Karşımda dizi dizi Dilim Gülümsüyo!

Günün ganimeti gibi.

Haftanın çekilişi gibi.

Çilenin bedeli gibi.

ROMAN GİBİ OKUNAN YEMEK KİTAPLARI

Yemek kitaplarının, hiç değilse birinin bütün kadınların hayatında önemli bir yeri vardır.

Ve bütün kadınların o kitaplardan bir beklentisi...

Ben yemek kitaplarını, eğer bir de iyi yazılmışlarsa roman okur gibi ilk satırdan son satıra okuyan taifedenim.

Şöyle bir karıştırıp aklıma yatan tarifler için edindiklerim de olur ama beni asıl mest edenler Hülya Ekşigil’in kitabı gibilerdir; Türkçeyse Türkçe, bilgiyse bilgi, şenlikse şenlik, tarifse tarif.

Eve döner dönmez sektirmeden kitabın başına oturdum

Bütün iyi kitaplar gibi başladı mı bırakılmaz cinsten Dilim Gülümsüyo!

Böylesini yazmak her babayiğidin harcı değil elbet.

Bu kadar cilveyle, bu kadar bilgiyi bir araya getirmek için Hülya Ekşigil olmak gerekiyor.

Yoktur ya, tanımayan varsa diye Hülya Ekşigil, Siyasal Bilgiler’i bitirdikten sonra Türkiye’nin çağdaş anlamda ilk kadın dergisi olan Vizon’da çalışmaya başladı. Sonradan adı Vizyon’a devşirilen dergide yazı işleri müdürü olarak yirmi yıl geçirdikten sonra, sırasıyla Yeni Bin Yıl gazetesi, Passport Newsletter, The Guide, Milliyet Sanat gibi yayınlarda söyleşiler yaptı, gastronomi, yemek kültürü ve semt yazıları yazdı.

Küfesinde televizyon da var, üniversitede hocalık da.

Bu onun C.V.’si

Böyle yazabilmek için aslında mutlaka böyle bir C.V olmalı diye de bir koşul yok.

Ama yemekle haz ilişkisi kurmak, bunu hayatla beslemek, merakla süslemek, sabırla bilemek şart.

Akşama kadar satır aralarında karşıma çıkan ve ağız sulandıran tariflere rağmen mutfağa girmemeyi başardım.

Derken kitabın son yazısı geldi çattı: Okudum sonra da gidip kendime mis gibi sucuklu yumurta yaptım.

Ve ilk kez suçluluk duymadım.

Mevsim kadınlar için çile mevsimi.

Onlar için, Hülya’nın kaleminden birkaç satır:

Güne 5x1, 5x3, 5 ile başlamak!

Bunun neyin ölçüsü olduğunu biliyor musunuz? Hayır mı? Şaka ediyorsunuz herhalde. Bunu her kadın gözü kapalı bilir. Bu ’KİBRİT KUTUSU BÜYÜKLÜĞÜNDE BEYAZ PEYNİR’in ölçüsü. Ve eğer kadınsanız, ölene kadar ne isterse yiyip de kuru bir dal gibi kalan o mutlu azınlıktan değilseniz, kendinizi şişmanlığın yumuşacık kollarına çoktan teslim etmemişseniz, gününüzün altı saatini egzersizle geçirmek gibi lüks bir ceza düzeni içerisinde yaşamıyorsanız, tabağınıza konan yemekleri ’bunda pişmiş soğan var’, ’bunun yağı kokuyor’ gibi bahanelerle didikleyen, mutlu olmak için değil yalnızca doymak için yiyen ’hayat keyifsizleri’nden değilseniz ve tabii hayat koşullarının size bırakın kadın olmayı, insan olduğunuzu bile hissettirmediği talihsiz çoğunluğun bir parçası olarak yaşamıyorsanız, bu ölçüyü bilmemenize imkan ihtimal yok.

Tanıdığım kadın arkadaşlarımın çoğunda, uygulanmış, yarısına kadar uygulanmış ya da uygulanmamış onlarca diyet listesi var. Türkiye’ye uyarlanmış diyet mönülerinin vazgeçilmez demirbaşı olan bu peynir ölçüsü, gelmiş geçmiş en sıkıcı tanımlamalardan biri olarak hepsinin hayatındaki varlığını koruyor.

Oysa ne acı ki bir teki bile onları tanıdığım günden daha zayıf değiller!

Hemen belirteyim bu yazının muhatabı sağlık nedeniyle diyet yapanlar ya da sayıları giderek artan obezler değil. Ben yalnızca ’daha da ince, daha da genç’ bombardımanına maruz kalmış, estetik nedenlerle zayıflık peşinde bir ömür tüketenlerden söz ediyorum.

Evet, hepimiz zamanın geçişine ayak diremek istiyoruz. Kilomuzu korumak da bunun en önemli göstergelerinden biri. Aynalar, tartılar, kapanmayan fermuarlar ve en acımasızı da eski fotoğraflar... O fotoğraflara bakıp iç çekiyoruz: Ne kadar inceymişim!

İyi de adı üstünde onlar eski fotoğraflar.

Dünle bugün arasındaki farka neredeyse ’ikiyüzlülükle’ yaklaştığımız alan da işte tam burası.

Kırk beş yaşına geldiğimizde artık 25 yaşındayken kazandığımız paraya razı değiliz ama hálá o yaştaki kilomuzu korumak istiyoruz. Yirmi yaşının bekar evi konforsuzluğuna kırk yaşında tahammülümüz yok ama aynaya bakınca aynı görüntüyü bulmak istiyoruz.

Ne yapalım ki bu da son derece insani bir durum.

Gönül kendinden kolay vazgeçmiyor.

Bütün sorun da burada başlıyor zaten.

Ruhu geçip de gençliğinin peşinde azap çeken insanı keşfeden müteşebbislerin kurduğu tuzağa düşmemek gerçekten zor.

*

Fazla kilolarından kararlı bir biçimde kurtulup o haliyle kalmayı başaran kaç kişi tanıyorsunuz bilmem, ama benim listemdekiler bir elin parmaklarını geçmiyor. Onların da özellikleri, yemekle sağlıklı bir ilişki kurabilmiş olmaları. Sevdikleri her şeyden ama ölçüsünü ayarlayıp yiyebilmeleri.

Diğer çoğunluğun dahil olduğu grup ise bir arkadaşımın söylediği gibi: Bu dünyadan tok da gidemiyor, ince de.

*

Yazının tümünü alıntılayacak yerim yok.

İsteyen kitabı edinip gerisini ve birbirinden leziz diğer yazıları okuyabilir.

Ama takdir edersiniz ki şu kısacık alıntı bile insana sucuklu yumurta yaptırtıp ertesi sabah kendine verdiği sözü hatırlatacak cinsten.

Demem o ki Dilim Gülümsüyo! bildiğiniz yemek kitaplarından değil. Eline, bilgine, diline sağlık Hülya Ekşigil!
Yazarın Tüm Yazıları