Çünkü refakatçim ve ben kablo vasıtasıyla bu ülke televizyonunu da izliyoruz.
İşte on gün var ki aynı kanal söz konusu ülkede üç askerin öldürüldüğü haberini verdi.
Ben derhal, “katil Mağribi Arap ve İslamcı fanatik çıkmazsa elimi keserim” dedim.
Vay sen misin bunu söyleyen! “Siyaseten doğrucu” ya, bizimkisi küplere bindi.
Burnundan soluyor! Ne müzmin ırkçılığımı, ne de şarlatan müneccimliğimi bıraktı.
Tezime karşı-argüman olarak da Montauban şehrindeki kışla kapısında vurulan Fransız üniformalı neferlerin yine Kuzey Afrika kökenli Müslümanlar olmasını getirdi.
“Daha iyi, Afganistan’da ‘düşman’ (!) hizmetine girdikleri için tam hedef oluşturuyorlar” diye ekledim ve tatsızlığı önlemek için de dışarı çıkıp Taksim’de volta attım.
SONRA pazartesi, bu defa Toulouse kentinde bir Yahudi okuluna saldırıldığı ve üç minicik çocukla, bir de öğretmenin yine vahşice ve yakın plandan öldürüldükleri haberi geldi.
Çünkü Prusya şansölyesi Bismarck 1871 yılında Alman İmparatorluğunu kurduğu an Katolik okullara da balta indirmişti. Ders veren Cizvit eğitimcileri bile yaka paça sınırdışı etti.
Ve Cermen tarihinde “Kulturkampf” olarak anılan bu gelişme bir istisna oluşturmadı.
***
OTUZ-kırk yıl sonra, zaten “laikçilik”in anavatanı olan 20. asır başı Fransa’sında da “papaz yiyici” lakabıyla bilinen Başbakan Emile Combes yine aynı okullara balyoz vurdu.
Fakat Katoliklik daha derin kök saldığı için Almanya’dan fazla bir direniş gerçekleşti.
“Okul savaşı” denilen döneme girildi ve orta yol formülü bulunana dek de sürdü.
Aslına bakarsanız da Belçika’dan İsviçre’ye hemen tüm Batı bu ortak süreci yaşadı.
Esad ve avenesinin kendi halkına karşı yürüttüğü katliam hâlâ ve hiç aralıksız sürüyor
Topçu salvosu altındaki Deraa’dan, Humus’dan, Hama’dan, İdlib’ten gelen feryatlar her geçen gün daha çok yükseliyor ve kurban sayısı yine her geçen gün daha çok tırmanıyor.
NİTEKİM bizzat BM rakamlarına göre bu ülkede ölenlerin sayısı sekiz bine ulaşmış.
İşkenceye yatırılanların, zindana atılanların, evini barkını yitirenlerin, şuraya buraya mülteci olanların ise haddi hesabı yok! Çetelesi tutulamıyor.
Ve şüphesiz, Türkiye dahil uluslararası camianın yukarıdaki durum karşısındaki çaresizliği eski Yugoslavya’da yirmi yıl önce vuku bulmuş korkunç gelişmeleri akla getiriyor.
Malum, Sırp kasap Miloseviç Boşnaklara karşı kıyam başlattığında aynı uluslararası camia alargadan almış ve ancak bıçak kemiğe dayandıktan sonra müdahaleye karar vermişti.
İşte bugün de Beşar Esad’a karşı sürdürülen hareketsizlik o süreci hatırlatıyor.
Kendisini solcu-ulusalcı diye pazarlayan ve münevveran faaliyette subaşını tutan koro kâh bildiriyle, kâh gazeteyle, kâh da ekranla bir hafta boyunca bana karşı bu rezil iftiraları attı
Suçum “Zaman”da Fikret Ertan’dan ve “Sabah”ta Engin Ardıç’tan sonra benim de burada “Rosenberg’ler Ölmemeli” piyesinin İBB Tiyatroları’nda oynanmasını eleştirmem!
DEMİŞTİM ki, cahil fütursuzluğunun kol gezdiği Türkiye’de değil ama “her makûl ülkede” böylesine bir maskaralık devasa sanat skandalına dönüşürdü. Çünkü ekledim:
1953 yılında casus suçlamasıyla ABD’de infaz edilen ve komünistlerin fi tarihinde masumiyet kıyameti koparttığı o Rosenberg çiftinin Sovyet ajanı olduğu çoktan kesinleşti.
Zaten bundan ötürüdür ki, yukarıdaki oyunu 1968 yılında yazmış olan Fransız tarihçi Decaux faka bastığını itiraf ederek özeleştiri yaptı. Bilhassa da bizzat kendi piyesini yasakladı
Dolayısıyla İstanbul’daki gösteri hem çok vahim bir imza gaspıdır, hem de atmış yıl önceki dezenformasyon abidesinin yurttaş vergileriyle o yurttaşa gerçek diye yutturulmasıdır!
İşte bunları söylediğim için adımı yalancıya, ihbarcıya, sansürcüye çıkartmak istediler.
OYSA şimdi sıkı durun! Tiyatro idaresi geçen hafta şu resmi açıklamayı yaptı.
Nitekim son bir buçuk - iki yılın gazete arşivlerine şöyle alıcı gözüyle bakın!
Şunu göreceksiniz: Kim ki çok genel anlamda demokrasi ve sivillik eksenine yakın duruyor, onlar daha Tunus bahçelerinden itibaren ilk gazap çiçeklerini nefes nefes kokladılar.
Yani birazdan tüm Mağrip ve Maşrık’ı saracak olan isyanları manen desteklediler.
Oysa henüz yeni başlamış bilek güreşlerini kimin kazanacağı bilinmiyordu.
Hatta polis devleti lökleşmiş iktidarların galebe çalması ihtimali daha ağır basıyordu.
Fakat bu çok ciddi yenilgi rizikosuna rağmen Türkiye’deki demokrasi ve sivillik yandaşları hiç kem küm etmeden Arabî devrimlerle dayanışma sergilediler.
Despotlara, diktatörlere, oligarşilere, zalimlere karşı derhal ve tavizsiz tavır almak etik tutum olarak bellediler ki tersi bir yaklaşım veya suskunluk ahlâki değerlere ihanet olurdu.
Anonsu radyoda duyduğumda inanmamıştım. Şaka sandımdı. Meğer değilmiş!
Evet evet, yurttaş vergileriyle finanse edilen bir belediye kurumu ipliği çoktan pazara çıkmış bir dezenformasyon abidesini bugün hâlâ “gerçek” diye yutturmaya çalışıyor. Pes!
Böylesine bir cüretkârlık her makul ülkede devasa bir sanat skandalına dönüşürdü.
Ama burası Türkiye! Nitekim izlediğim kadarıyla “Sabah”ta Engin Ardıç, “Zaman”da da Fikret Ertan hariç tek bir Allah’ın kulu “bu ne maskaralıktır” diye soru sormadı.
HAYAT akıyor. Dolayısıyla hiçbir şey kendi ortamından soyutlanarak açıklanamaz.
Ve yukarıdaki ilke bilhassa siyasi ve sosyal gelişmeler için geçerlidir.
Şöyle ifade edelim: Geçmişteki olaylar o dönem hüküm süren “zamanın ruhu”ndan ve o coğrafyaya damga vuran mekânın bütünlüğünden arındırılarak değerlendirilemez!
***
NİTEKİM birinci olarak, şayet şu an benimsediğimiz kıstas ve değerlerle maziyi kesinkes mahkûm edersek anakronik denilen türden gerçeklik ötesi bir tahlil yapmış oluruz.
Tarihin bazı olay ve aktörlerini haksız yere suçlarız. Hatta öç almak ihtirasına kapılırız
Fakat derhal ikinci olarak, zıt tavrı benimsersek daha da vahim mecralara sürükleniriz.
Toplum olarak da, ülke olarak da, birey olarak da yüzleşemedik!
Gasilhanedeki kadavra çoktan buz kesti ama işte cenazeyi hâlâ bekletiyoruz.
Dolayısıyla da hortlaklarımızdan kurtulamıyoruz. Geceleri kâbus görüyoruz.
Kolektif hafızanın ecinnileriyle boğuşuyoruz ve yataktan ter içinde fırlıyoruz.
Bunu hafta içinde yaşadığımız son zaptî–adlî vukuatlardan yola çıkarak söylüyorum.
Yani eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasını; CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na soruşturma açılmasını ve KCK’da yeni tevkifat gerçekleştirilmesini kastediyorum.
* * *
OYSA bir; geleneksel kışla vesayeti söyleminden arınamadığı için görevdeyken çok eleştirdiğim ama legalist, yani rejime saygılı bir general olduğunu daima vurguladığım İlker Başbuğ’u darbecilikle itham etmek ne nesnel gerçeklerle, ne de gözlemlerle bağdaşıyor.
Bazı okuyucular da “bir ölü için bu kadar yazmaya değer mi” diye mail atıyorlar.
Aslına bakarsanız yukarıdaki yaklaşım ilk bakışta gayet de haklı gözüküyor.
Çünkü doğru, o marksisto-komünizm evrensel planda ve eceliyle vefat edeli çok oldu.
Ama Türkiye gibi bitpazarına nur yağdıran ve aynı evrensel sathı da hep istim arkadan gelsin hesabı kateden birkaç istisnai ülkede hâlâ “umut ışığı” diye pazarlanmaya çalışılıyor.
Hayır, nostaljiya arayan ve köklü geleneği sahip olan bir işçi sınıfı tarafından değil!
Zira iktisadi faktörlerden dolayı söz konusu sınıf bizim ülkemizde ancak ellili yıllardan itibaren somutlaşmaya başladı. “Kızıl maya” (!) ise bünyede hemen hiç tutmadı.
Fakat buna karşılık Meşrutiyet’ten beri yönetici seçkinleri belirleyen ve daima otoriter – totaliter yöntemlere başvurmuş olan hâkim ideoloji yeni dönemde başka tür bir rol üstlendi.
ŞÖYLE ki, aslında hep antikomünizm şampiyonu olan ve “gerekirse komünizmi de biz getiririz” dahi diyebilen bu egemen kesim 1989 yılında Duvar’ın yıkıldığını gördü.
Kürt sorununda asla ve asla askeri çözüm yoktur! Asla ve asla da olmayacaktır!
Tabii bu “asla”yla insan vicdanını aşan ve kitlesel imha öngören silahların kullanımını veya 1915 Ermeni tehcirini hatırlatacak kıyam yöntemlerine başvurulmasını dahil etmiyorum.
Çünkü “vur kurtulcular” için bile 21’nci yüzyılda böyle bir alternatif mevcut değildir!
O halde, hiç aralıksız tekrarladığım bu ana ilkeyi vurguladıktan sonra Uludere’de 35 masum yurttaşımızın ölümüyle sonuçlanan dehşet olayı yukarıdaki çerçevede analiz edelim.
3. Napolyon Fransa’sı yukarıdaki mücadeleyi sahiplendi. Prusya ise tarafsız kaldı.
Oysa Marx’la birlikte komünizmin “kurucu babası” olan Engels 1859 yılında “Po ve Ren” başlığıyla kaleme aldığı risalede Berlin’in Viyana’ya desteklemesini talep ediyordu.
Ahlâki ve vicdani değerlere aldırmamayı vaaz ederek de harfiyen şöyle yazmıştı:
“Bunun ilâhi adalet ve milli irade ilkesiyle bağdaşmaması bize dert değil. Postu koruyoruz. Hele Almanya bir birleşsin, şu İtalyan didişmesinin de icabına bakılır”.
Buyurun cenaze namazına ve de bilhassa işte buyurun Marksist “namusa” (!)!
ÖYLE ve zaten sırf en eskiye çıktığı için bu örneği seçtim. Emsalleri uzatabilirim.
Düşünün ki Karl Marx ve yoldaşı Viyana için militarist Prusya’dan destek istiyor.
Berktay’dan başka Murat Belge, Roni Marguiles ve bir ölçüde de Nabi Yağcı’nın katıldığı bu sorgulama “sosyalizm hâlâ mümkün mü” ekseni etrafında gerçekleşiyor.
Belki biraz hariçten gazel okumak gibi olacak ama otuz yıldır hiç durmadan kafa patlattığım bu konuda ben de iki çift lâf söylemek istiyorum.
BİR kere yukarıdaki etiketi “sosyalizm” değil “komünizm” diye yazmak gerekiyor.
Zira mesele Marksist içerikli bir mazi etrafında dönüyor. Oysa malûm, o Karl Marx ve yoldaşı Frederik Engels ünlü manifestoya özellikle “komünist” başlığını vermişlerdi.
Artı, aslında daha öncesi de var ama en azından Bolşeviklerin iktidarı zaptettiği 1917 yılından beri bu iki terim; dolayısıyla iki teori ve iki pratik ziyadesiyle ayrıştı. Hatta zıtlaştı.
Eh, tartışmacılar da, ben de bir İsveç sosyalizminden bahsetmediğimize ve ortak rahle-i tedriste Marksist kültür yaladığımıza göre hilkat garibesinin adını dobra dobra koyalım:
İster geçmişte “dejenere edildi” diye züğürt tesellisiyle avunulsun, ister gelecek için “ütopya” kastedilsin, “hâlâ mümkün mü”nün arka planındaki terim komünizmdir ve nokta!
MARX ve Engels’den kapı açtık, o halde tabii ki onlardan başlamamız gerekiyor.
Berktay’dan başka Murat Belge, Roni Marguiles ve bir ölçüde de Nabi Yağcı’nın katıldığı bu sorgulama “sosyalizm hâlâ mümkün mü” ekseni etrafında gerçekleşiyor.
Belki biraz hariçten gazel okumak gibi olacak ama otuz yıldır hiç durmadan kafa patlattığım bu konuda ben de iki çift lâf söylemek istiyorum.
* * *
BİR kere yukarıdaki etiketi “sosyalizm” değil “komünizm” diye yazmak gerekiyor.
Zira mesele Marksist içerikli bir mazi etrafında dönüyor. Oysa malûm, o Karl Marx ve yoldaşı Frederik Engels ünlü manifestoya özellikle “komünist” başlığını vermişlerdi.
Artı, aslında daha öncesi de var ama en azından Bolşeviklerin iktidarı zaptettiği 1917 yılından beri bu iki terim; dolayısıyla iki teori ve iki pratik ziyadesiyle ayrıştı. Hatta zıtlaştı.
Muhalif kurumları hedefleyen tüm cebri ve idari saldırılara; artı, sandıklara doldurulan tüm sahte oylara rağmen Vladimir Putin’in partisi yine de 15 puan geriledi. Yüzde 50’ye indi
Hilebazlığı protesto eden göstericiler de Moskova ve Petersburg gibi büyük kentlerde az biraz sokağa taştı. Son SSCB lideri Mihail Gorbaçov ise yeni ve dürüst bir seçim istedi.
İstedi de sanki kâale alan mı oldu?
NE gezer! Nümayişçilerin üzerine milis gücü sürüldü ve etraf anında süt liman kesildi.
Eleştirileri bir kulağıyla dinleyip diğeriyle çöpe atan Putin ise bildik taktiğe başvurdu.
“Suçu”(!), “anavatanın mutluluğuna hasetle bakan dış mihrakların” üzerine attı.
“Sorumlu”(!) olarak da ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’u işaretledi.
Biz de bazı cumartesiler Beşiktaş pazarına göçüyoruz. Zerzevat taze ve ucuz oluyor.
Geçen gün de refakatçim birisine hediye etmek için yelpaze arıyordu. Çin malı ıvır zıvır satan ve her halinden de Asyalı olduğu anlaşılan bir adamcağızın tezgâhı önünde durduk.
Şivesine rağmen çok güzel Türkçe konuştuğu için “Sinkianglı mısınız” diye sordum.
Damarına basmışım gibi efelendi ve “asla, has be has Şanghaylıyım” yanıtını verdi.
MEĞER familya familya Türkiye’ye geliyor ve valizlerinde taşıdıkları malları da işportaya dökerek, aynen onun tabiriyle söylüyorum, “gül gibi geçinip gidiyorlarmış”.
Zaten dikkat edin, ara sokaklarda veya metro ağızlarında kalp kol saati satmaya çalışan Afrikalı siyahîlere ek olarak yine “bavul ticareti” yapan Çinlilere de artık sık rastlanıyor.
Artı, aynı kültürün mutfağını sunan mekânlar da her geçen gün biraz daha artıyor.
Türkçe fonetik kurallarına göre “memorisit” diye okumamız gerekiyor.
Pek taze gelin olduğu için deyim henüz sözlükte yer almıyor ama eli kulağındadır.
Yok yok, yukarıdaki etimolojik gelişmeyi malumatfuruşluk taslamak için zikretmedim.
Son Dersim tartışmalarıyla muazzam ilintisi olduğu için yazıya buradan başlıyorum.
EFENDİM, yukarıdaki sözcüğün sonuna eklenen “cide”, yani Türkçede “sit” diye telaffuz edilen takı Latincede “öldürmek” anlamına gelen “caetere” fiilinden kaynaklanıyor.
Zaten buradan hareketle Batı lisanları çok sayıda kavram türetmiştir. Meselâ “virüsit” virüs, meselâ “fraktisit” kardeş, meselâ “rejisit” de hükümdar öldürmek eylemlerini tanımlar.
Aşina olduğumuz “jenosit” ifadesindeki “gen-jen” kökü ise etnik ekseni kasteder.
Hatta doğru, belki yarın bile gitmeyecek da ancak öbürsü gün gidecek.
Olsun, öz değişmez! Bizim “ulusalcılar” istedikleri kadar canla başla seferber olup Şam diktatörü hesabına 5. Kol faaliyeti sürdürsünler, Suriye’deki rejim er veya geç düşecek.
Fakat dediğim gibi, muhtemelen o erken zamandan ziyade daha geç zamanda düşecek.
ÖYLE, çünkü ta peder Esad’dan beri zorbalık iktidarını hem despotik, hem nespotik; yani ailevi ve mezhebi eksen üzerine inşa etmiş olan Baas yönetimi, sayıca azınlık olsa dahi belirli bir toplumsal kesit üzerinde yükseliyor.
Bir “kaymak tabaka”ya, bir “lejyon gücü”ne, bir “kodaman zümre”ye dayanıyor.
Bunu derken önce, ordudan gizli servislere ve bürokrasiden ticaret burjuvazisine, varlık ve refahını rejime borçlu olan ve o yıkıldığı an kendisi de yıkılacak kesimi kastediyorum.
Eski Komünist Blok lügatini kullanırsak söz konusu sınıfı “kızıl ayrıcalıklılar” elitini tanımlayan “nomenklatura” kelimesiyle adlandırmamız gerekir.
SONRA yukarıdaki hesaba, başta Aleviler olmak üzere, şöyle veya böyle devletten nemalanan ve bilhassa da şehirlerde zenginleşen katmanları ekliyorum.
Çokçocuklu aile babası (I)
SAKIN yukarıdaki başlığa aldanarak, ‘Galiba, ellisinden sonra yine bir halt karıştırıp, yeni velet peydahladı. Bu adamı teneşir değil, musalla taşı paklar’ demeye kalkışmayın. İftira atarsınız ve günaha girersiniz.
Allah hepsini ayrı ayrı bağışlasın ama, işte boy boy ve sıra sıra; kimi ilkokulda, kimi lisede, kimi üniversitede, kimi meslekte, dört tane çocuk yetip de artıyor.
Açık söyleyeyim, hadım olmayı tercih ederim ve gerisine paso ki paso!
Fakat yine de, evet ailem genişledi. Hem de, inanılmayacak ölçüde genişledi.
Anlatayım.
*
EFENDİM, tamam Rabb’ım yokluklarını göstermesin, çoluk çocuk ibadullah?
Fakat, bunların hepsi ya kendi anneleriyle yaşadıklarından ya da kızım gibi artık Paris ellerinde kameranın ve montaj masasının arkasına saklandıklarından, babaları ezelden beri tek tabanca sürdürdüğü hayata devam ediyor.
Oysa, her canlının doğasında var, insan ne de olsa başka bir canlının mevcudiyetini arıyor.
Hiç iki ayaklı refakátçi meselesinden kapıyı açmayalım, o canlının da dört ayaklı olmasında fayda var.
Ancaaak, İttihatçı Enver’e askerlik öğretmeye kalkışan Liman von Sanders’in Prusya kışlası talimatnamesi bile, benim beş seneye yakın bir süredir ikámet ettiğim apartmanın yönetmeliği yanında çocuk oyuncağı kalır.
Şu yasak, bu yasak, o yasak, evcil hayvan beslemek ise kesinlikle yasak!
Zaten, gaflete düşüp ilk taşındığımda da sevgili kediciğimi iki gözüm iki çeşme, bu yüzden başkasına vermek zorunda kalmıştım.
Yasağı delmeye çalıştığım takdirde ise başıma gelecekleri biliyorum.
*
EVET biliyorum, çünkü bir müddet önce altıncı kattaki yaşlı başlı bir kadın, o minyatür boyuttaki süs köpeklerinden birisini gizlice edinmeye kalkışmıştı da, hemencecik ‘yakalandı’ ve hayvan anında derdest ediliverdi.
Ne kokar, ne bulaşır cinsten ve de üstelik boylarına boslarına bakmadan önüne gelene dayılanmaya kalkışan bu muşmula suratlı yaratıkları özel olarak sevdiğimi söyleyecek değilim.
Kendi hastalıklı ‘ego’larını, kuçukuçularını itaate zorlayarak tatmin etmeye çalışan o travmatik insan bozuntularından tiksiniyor olmam bir yana, ‘Rottweiler’ türü vahşet numuneleri hariç, benim için köpek dediğin gerçekten köpeğe benzemeli...
Ne bileyim ben, ağırbaşlı ve dost bir ‘Kangal’; yoldaş ve özgür bir Sibirya ‘Husky’si; olmadı, sevecen ve oynaş bir ‘Labrador’; daha daha olmadı, leş gibi kokmasına rağmen olağanüstü duyarlı ve akıllı bir Çin ‘Shar Pei’ gibisinden...
Ama n’apim benim meselem değil, altıncı kattaki kadıncağızın paşa gönlü ve yalnızlık hüznü o cinsi beğenmişse onu alır, keyfinin kahyası mıyım?
*
FAKAT dediğim gibi, zavallıcığın hevesi kursağında kaldı.
Aşağıdaki kiracı anında ispiyonlamış.
Avukat mıdır, savcı mıdır, o burnu efendi ve zevcesi rahatsız oluyorlarmış!
Sanki bızdık hayvan heyülá bir ‘Pirene Çobanı’ veya ‘Setter Gordon’u da, kazaen apartmanın antresinde karşılaştıklarında korkudan donlarına dolduracaklar.
Zaten vukuatın ayrıntısını aynı antrede öğrendim.
Sabah yeri paspaslarken beni yakalayan ve o son derece boşboğaz gezeveliğiyle binadaki bütün dedikoduları anında yetiştiriveren kapıcı anlattı.
*
MEĞER söz konusu ispiyonlamadan sonra, Prusya kışlası talimatnámesini zapt-u raptla uygulattıran o mendebur apartman yöneticisi, kadıncağıza siyasetbilim Latincesinde ‘ultimatum’ dedilen cinsten bir ya herru ya merru mektubu yolamış.
‘Köpeği hemen def eyleyin, yoksa kendiniz terk-i diyar eylersiniz’ diye ihtar çekmiş.
Ayrıca da dozu, yine siyasetbilim Latincesinde ‘manu militari’ tabir edilen bir sille tokatla kovulma tehdidine kadar vardırmış.
Vallahi Allah bana kolaylık versin, sanırsınız ki şu kadar daireli medeni bir apartmanda değil de, her tarafı alengirli kamera ve dikenli telle çevrilmiş ‘yüksek güvenlikli’ bir zindanda ikámet ediyorum!
*
NEYSE, dedikodu kumkuması kapıcı altıncı kattaki yaşlı kadının bu durum karşısında ister istemez köpeğinden feragat etmek zorunda kaldığını söyleyip tam dördüncü kattaki genç kadının kimlerle aşna fişne yaptığını anlatmaya hazılanıyordu ki, ‘Aman işim var’ deyip kaçıverdim.
Ve yerim bitti, dolayısıyla, neden ve nasıl ‘Çokçocuklu aile babası’na dönüştüğümü gelecek pazara anlatmak üzere şimdi de sizlerden kaçıyorum.