Çılgın kalabalıktan uzakta

Güncelleme Tarihi:

Çılgın kalabalıktan uzakta
Oluşturulma Tarihi: Kasım 21, 1999 00:00

Haberin Devamı

115 bin kişi arasından seçilen 21 genç İskoçya'da yarıştı.

Türk tipi salon vitrinlerinde içildikten sonra çay doldurulan Johnnie Walker şişesi imajı, 1970'lerden günümüze nasıl değişti hálá anlayabilmiş değilim. Ama bu değişim sürecini kim planladıysa helal olsun demek gerekiyor. Johnnie Walker, bu yıl üçüncü kez düzenlediği Action Time adlı doğa sporları yarışı sayesinde imajını tamamen farklı bir platforma taşıdı.

Olaylar zinciri İstanbul'da başladı ve İskoçya'nın taa tepelerinde, Aberdeen'e 1 saat mesafede bir yerlerde sona erdi. Bir yerlerde diyorum çünkü öyle doğanın ortasında hangi yerleşim birimine ait olduğunu bilemediğim bir yerdeydik. Hani bıraksalar orada, bildiğim en yakın yer Londra. O da yürüyerek bir ömür filan alırdı.

KOYUNLARIN KONSANTRASYONU

Uzatmayalım, yanılmıyorsam en yakın yerleşim birimi Dufftown'du. O da böyle mezradan hallice bir yer. Ara sokak bile yok denecek kadar az. Şöyle açayım konuyu: Dufftown'un bir ucunda ıslıkla bir parçaya başlasan, nakarata gelmeden köyü terk etmiş olursun yani. Geride kalan araziyi Büyük Britanya Kraliçesi koyunlara ve tuhaf, kimisi Yak'a benzeyen büyükbaş hayvanlara tahsis etmiş. Onlar da kafalarını öne eğmiş, sürekli otluyor. Kafasını kaldıran bir hayvan görmedim, öyle konsantre olmuşlar yani...

Her neyse konuyu dağıtmayalım... Johnnie Walker'ın İstanbul Park Orman'da yapılan elemelerini geçen ve 115 bin kişi arasından seçilen 21 yarışmacı, bir grup gazeteci ve United Distillers'la BPR yetkilisi, olay mahaline ulaştığında amaç yarışmak, yeni dostluklar kurmak, eğlenmek (bunlar işin yalan bölümüydü, şimdi gerçeğe geçiyoruz), mükemmel malt'lar içmekti. Bütün amaçlara ulaşıldı tabii ki.

Genelde kent sporlarıyla uğraşan biri olarak (sabah uyanabilme, evden çıkabilme, gazeteye ulaşabilme, mesaiyi tamamlayabilme ve günün sonunda normal bir ruh haliyle eve dönebilme gibi sporlara kent sporları deniyor), doğa sporları karşısında kavruk bir hal alan bu satırların yazarı, olanı biteni anlamakta bir hayli zorlandı.

Yedişer kişilik üç grup yarıştı oyunlarda. Kırmızı, Yeşil ve Beyaz olarak adlandırılan gruplarda beş erkek, iki adet de genç kızımıza yer verildi. Kızlar fasulyeden yarıştı sanmayın. Vallahi bazı etaplarda olayı yekten kopardılar.

Konu yine dağılıyor. Oysa ben doğa sporları hakkında değerli fikirlerimi kamuoyuna sunacaktım.

Misal; bir insan niye dağ başlarında 19 kilometre bisiklete biner. Bisiklete binmeyi bile denememiş biri için bunu anlamak hakikaten zor. Sonra o buz gibi havada, içine sürekli su alan kanolarla dalgalı bir nehre girmek de yine pek makul bir iş değil. Bir ipe bağlanıp jilet gibi kayaların arasından yere ulaşmaya çalışmak da enteresan tabii. Patikayı kullanırım daha iyi. Hele bir kanyonda, buz gibi suların ve sürekli kayan kayaların arasında akıntıya karşı ilerlemeye çalışmak hakikaten akıl kárı bir iş değil. Çıktıklarında çeneleri diz kapaklarına vuruyordu. Ben tam gençlik dağ başlarında ziyan olacak derken sıcak çorba filan verdiler de biraz renkleri döndü.

ÇİMLERE BASMA!

Sonra bakıyorsun üstleri başları çamur içinde kalmış, yazık. Sonra niye o stresi yaşarsın be güzel kardeşim. Ama yok, illa tırmanacak, atlayacak, sulara girip çıkacak. O dağ, sen in çık diye mi oluşmuş İskoçya'nın kuzey bölgelerinde? İş mi yani, değil tabii ki. O çimler kolay mı yetişiyor sanıyorsun? Zaten doğaya uygulanan bu zulmü bir gazeteci arkadaş ‘‘Çimlere basmaaaa’’ diyerek protesto etti. İçi kaldırmadı zulmü çocukcağızın.

Tabii arada zaten bazı uyanıklar kendini hemen belli etti.

‘‘Ayağım burkuldu ben artık oynamıyorum’’ diyen bir arkadaşı, gece dans pistinde görmek beni çok memnun etti mesela.

Ama yine de yiğidi öldür, hakkını yeme demişler. Bize de bunu yapmak düşer haliyle. 21 arkadaş giriştikleri her zorlu uğraştan alınlarının akıyla çıktılar. Bence hepsi iyi yarıştı ama bir birinci gerektiği için Kırmızı Takım birinci seçildi. ‘‘İnsanoğlu medeniyeti boş yere mi yarattı?’’ diye düşünsem de neticede hepsini tebrik ettim. Bütün bu olaylar zinciri bana şu dersi verdi: Bükemediğin bileği öpecek, çıkamadığın tepeyi ineceksin.

Etkinliğe katılanlar, Cardhu Damıtımevi'nde çeşitli viskileri karıştırarak kendi viskilerini yaptılar. Bu viskileri değerlendiren viski uzmanı, bir daha viski içmeye tövbe etti.

Peki ya viski

Gezinin bir diğer amacı tabii ki viskiydi. Gerek şatomda, yani kaldığımız Drummuir Şatosu'nda, gerekse Johnnie Walker'ın içinde de bulunan Cardhu'nun damıtımevinde mükemmel viskiler denendi. Viski nasıl hazırlanır öğrenildi, hatta viskilerin dinlendirildiği fıçıların nasıl yapıldığı bile kapıldı.

Viskinin tarihçesi filan hakikaten uzun. Ona girmeyelim ama, şu kadarını söyleyeyim. Viski üretimi konusunda bilinen en eski tarih 13. yüzyıl.

Viski konusuna hakim bir zat-ı muhterem, ‘‘Kötü viski yoktur, az satan viski vardır’’ gibi özlü bir söz etti. Cardhu Damıtımevi'nin genel müdürü olan bu şahıs, aynı zamanda müthiş rekabet olan bu pazarda centilmenliği elden bırakmamanın da mümkün olduğunu kanıtlamış oldu. Ben kendisini tebrik ettim zaten siz zahmet etmeyin.

Viski içenlere nasıl içecekleri konusunda bir tavsiyede bulunmak gerekirse; bir başka uzmana danışıyoruz. Ve o da bize diyor ki; ‘‘Nasıl istiyorsan öyle iç!’’ Ama açıkçası, maltın üstüne buz değil, biraz su eklemek daha iyiymiş, aromasını artırıyormuş.

Gündüz insan, gece maymun süreci olarak da özetlenebilecek bu süreçte de herhangi bir zayiat olmadı. Herkes efendi gibi sporunu yaptı, viskisini denedi ve olay böylece nihayete erdi.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!